sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Birinci Akâbe Bey’atı | Siyer Programı – 22. Bölüm

Birinci Akâbe Bey’atı | Siyer Programı – 22. Bölüm

Birinci Akâbe Bey’atı

 

               İslâm dini bu yıl içerisinde Medine’ye yayıldı. Ertesi yıl gelin­ce, Peygamberimiz hac mevsiminde, Ensâr’dan on iki kişiyi karşı­ladı. Akâbe’de buluştular. Bu birinci Akâbe idi. Onlar Resûlullah’a kadınların bey’atı tarzında bey’at ettiler. Bir diğer deyişle, Resulullah onlara cihad ve harb etmek üzere bir teklifte bulunmamıştı. (Ka­dınların bey’atı, Mekke Fethi’nin ikinci günü, erkeklerin bey’atı bittikten sonra olmuştu!..) Birinci Akâbe bey’atında bulunanlar ara­sında, Es’ad bin Zürâre, Râfi bin Mâlik, Ubâde bin Sâmit ve Ebû’l-Heysem bin et-Tayyihan gibi kişiler vardı.

  • Beyat nedir?

        Sözleşme, söz verme, teslimiyet,  Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek iyi ve faydalı her sözüne itâat edeceğim, şeklinde söz vermek, bağlılığını bildirmekanlamında kullanılan bir ıstılah. Bey’at “Bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu’l-hall ve’l-akd) tarafından tesbit edilen Halîfe’ye (İmam’a, Ulû’l-emr’e) itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir.” Bu bir anlamda mükellefin İslâmî olan (meşrû) her emirde hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir. Zira Resul-u Ekrem (s.a.s.)’in: “Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler” [1]buyurduğu bilinmektedir. Yine diğer bir hadîs-i şerif’te: “Âllahu Teâlâ’ya isyan olan yer ve konuda mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak ma’ruftadır” [2]buyurulmuştur. Dolayısıyla bey’at sonucunda ortaya çıkan itaat İslâmî hükümlerle sınırlıdır. Allahû Teâlâ (c.c.)’nın indirdiği hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, bey’at zaruridir. İslâm ûleması “bey’at ile ilgili ilimlerin, mükellef olan her erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn olduğu” hususunda müttefiktir. Nitekim İbn Hümâm: “Mü’minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslâmî emirleri hakkı ile edâ etmek içindir” [3]diyerek, meselenin hassasiyetine işaret eder.

Dolayısıyla bey’at, müslüman kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur’an’da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir.

               “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekle sana karşı gelmemek hususunda sana beyat etmeye geldikleri zaman, beyatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Mümtehine, 60/12)

Bu şartları kabul eden kadına Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- elini vermeksizin “Sana beyat ettim” buyururdu. Böylece bu kadınlar İslam toplumuna katılırlardı.[4]

               Ubâde bin Sâmit, bu bey’at etme olayını şöyle anlatıyor:

               Biz on iki kişi idik. Resûlullah bize şöyle buyurdu: «Geliniz, Al­lah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın; hırsızlık etmemek, zina yapma­mak, çocuklarınızı öldürmemek, yalan dolanla hiçbir kimseye iftira atmamak, hayırlı bir İşte bana muhalefet etmemek üzere bana bey’­at edin! Sizden, verdiği sözde duranın ecir ve mükâfatını Allah üze­rine almıştır. Kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa, bu ona keffâret olur. Kim de bunlardan, yine insanlık haliyle birini işler de, işlediği o suçu Al­lah gizler açığa vurmazsa, onun işi de Allah’a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır.» Ubâde bin Sabit: «Biz bu şekil­de Resûlullah’a bey’at ettik» demiştir[5][77]. ‘

               Medineliler memleketlerine dönmek isteyince, Resûlullah (s.a.v.) onlarla birlikte Mus’ab bin Umeyr’i gönderdi. Ve ona, Medinelilere Kur’an okumasını, İslâm’ı öğretmesini, itikad .ve ibâdetler husu­sunda onlara geniş bilgi vermesini emretti. Bundan dolayı ona, Me­dine’nin Kur’an öğreticisi adı verildi.

               Bunlardan dolayı Yüce Allah insanı iki görevle mükellef kildi:

               a – İslâm şeriatını ve toplumunu İkâme etmek.

               b-Bu uğurda, sağa sola sapmadan, dikenli ve çileli yolda yü­rümek.

               Şimdi biz, Resûlullah (s.a.v.)’in Davetinin onbirinci yılının başında gözükmeye başlayan bu meyveler ve bu meyvelerin oluş key­fiyeti ile onların hususiyeti üzerinde düşünelim:

               1- Bu beklenilen meyveler, Resûlullah’ın kendi kavminden uzak olarak, Kureyş’in dışından geldi. Hâlbuki Resûlullah Kureyş’le birlikte yaşıyor ve onlarla temas kuruyordu. Niçin böyle oldu?

               Allah’ın, akıllara durgunluk veren hikmeti, İslâm Davetinin kaynağı ve karakteri hu­susunda düşünen bir kişiye, öyle bir yön çizmiş ki, o yolla ilerler­ken asla şübheye düşmez ve kolayca inanır. Onunla diğer ideoloji­ler ve dâvalar arasında herhangi bir benzerlik bulamaz: Bunun için, Resûlullah okuma – yazması olmayan bir ümmi idi. Yine bunun için, o herhangi bir medeniyetle ilişki kurmamış ve herhangi bir medeniyete veya belirli bir kültürü tanımamış ümmilerden oluşan bir milletin içinden peygamber olarak seçilmişti. Bundan dolayı Yüce Allah onu, üstün ahlâkın temizlik ve dürüstlüğün sembolü ola­rak yaratmıştı.

               Bunun için, ilâhi kader, Resûlullah’ın ilk yardımcılarının, kendi çevre ve toplumunun dışında olmasını gerekli gördü. Ta ki, herhan­gi biri, onun davetine, kendi toplum şartlarının ve kavminin arzu­larının nüfuz ettiği bir milliyetçilik dâvası gözüyle bakmasın.

               Hakikatta, düşünen bir kişi için, görülebilen mucizelerin en açık­larından biri de şudur: İslâm’a dil uzatacak herhangi bir adam için açık bir kapı bulunmasın diye, ilâhi bir el, Davet-i Nebeviyye’nin hayatını her taraftan kuşatıvermiş.

               Bizzat yabancı araştırmacılardan birinin söyledikleri de bu tarz­dadır. «İslâm Aleminin Bugünü» adlı kitabta, Dient’in şu sözü nak­ledilmektedir:

               «Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatını katıksız bir Avrupalı üslûp­la tenkid etmeye uğraşan şu müsteşrikler, müslümanların tümünün, kendi peygamberlerinin siyreti üzerinde ittifak etmiş oldukları hu­susları yıksınlar diye uzun incelemeler yaparak ve kendi içinde dö­nen bu davalarıyla çeyrek asır geçirdiler. Bu uzun, detaylı ve de­rin incelemelerden sonra onların Siyret-i Nebeviyye’nin meşhur ri­vayetlerini ve yerleşmiş görüşleri yıkmaya güçlerinin yetmesi gere­kirdi. Acaba onların lehine, bunlardan hiçbir şey değişti mi? Bu so­ruya cevab Şu olacaktır: Onlar yeni en küçük birşeyin isbatını bile başaramadılar. Bilâkis biz bu Fransız, İngiliz, Alman, Belçikalı ve Hollandalı müsteşriklerin ileri sürdükleri yeni görüşler üzerinde dik­katimizi derinleştirdiğimiz vakit; karışıklıktan başka birşey görremiyoruz. Okuyucu onlardan birinin yalanladığı görüşü bir başka­sının doğruladığını görecektir[6][78]».

               2- Medinelilerin, islâm’ı nasıl kabul etmeye başladıkları hu­susunda, sıraladığımız durumları düşününce de Yüce Allah’ın İs­lâm Davetinin kabul görmesi için Medine hayatını ve çevresini ha­zırladığı, ayrıca, Medine halkının gönlünde bu dini kabul etmek için bir şuur oluşturduğu görülür. O halde, bu şuur hazırlığının kaynak­ları nedir?

               Medine-i Münevvere’nin halkı, müşrik olan Araplardan yerliler­le, Arap Yarımadası’nın çeşitli yönlerinden buraya göç etmiş Yahu­dilerden oluşmuş, karışık bir toplum idi. Müşrik Araplar, iki büyük kabileye ayrılıyorlardı. Biri Evs, diğeri Hazrec kabilesi idi.

               Yahudiler de üç büyük kabile idiler: Beni Kurayza, Beni Nadir, Beni Kaynuka.

               Yahudiler, âdetleri olduğu gibi, Evs ve Hazrec kabileleri ara­sına kin tohumlan ekinceye kadar uzun süre entrikalar çevirdiler. Bunun üzerine Araplar, kendi aralarında, insanı değirmen gibi öğüten sürekli savaşlarda birbirlerini yemeye başladılar. Onlar arasında savaşın yirmi yıl devam ettiği söylenir.

               Bu uzun süren düşmanlık badiresi içinde; Evs ve Hazrec kabi­lelerinden herbiri Yahudi kabilelerinden biriyle antlaşma yapmış­lardı. Evs kabilesi Beni Kurayza ile, Hazrec kabilesi ise Beni Nadir ve Beni Kaynuka ile yeminleşmişti. Aralarındaki savaşların sonun­cusu, Buas savaşı olmuştu. Bu savaş hicretten birkaç yıl önce olmuş­tu. O korkunç bir gündü. O gün reislerinin çoğu ölmüştü.

               Bu sırada, Yahudilerle Araplar arasında ne zaman bir anlaşmaz­lık çıksa, Yahudiler Arapları; bir peygamberin peygamberlik vakti­nin yaklaştığını, kendilerinin onun bağlılarından olacaklarını ve o peygamberle birlikte Ad ve İrem kavimleri gibi onları Öldürecekle­rini söyleyerek tehdit ederlerdi.

               Bu şartlar, Medine halkını bu yeni dine yönelmeye şevketti. Onları bu dine kuvvetli ümitlerle bağladı. Belki Arapların safları o dinin üstünlüğü ile birleşti. Eski güçlerini kazandılar, dağınıklıkları düzeldi. Aralarındaki anlaşmazlık sebebleri yok olup gitti.

               İlâhi hikmet Medine’nin, dünyanın her tarafına yayılan İslâm selinin çıkış yeri olmasını gerekli gördüğü için; İbn Kayyım’ın Zadü’l Mead adlı kitabında dediği gibi; Allah’ın Resulüne yaptığı İyi­liklerden biri de Medine’ye hicretin hazırlaması olmuştu.

               3- Daha önce de dediğimiz gibi, Medine halkının, ileri gelen­lerinden bir toplumun İslâm’ı kabul etmeleri, Birinci Akâbe Biatı’nda gerçekleşmişti. Onların müslümanlıklarının şekli nasıldır? Islamın onlara yüklediği sorumlulukların sınırı nedir?

               Onların müslümanlıklarının yalnızca şehadet kelimesini söyle­mekten ibaret olmadığını görmüştük. Bilâkis onların Müslümanlıkları, şehadet kelimesini dil ile söyleyip, kalb ile tasdik ettikten sonra da, Resûlullah’a verdikleri ahde bağlılık şeklinde olmuştu. Resûlullah onlardan, İslâm’ın genel prensiplerine, ahlâkına ve nizamına tu­tunma yolunda; gidişatlarını İslâm boyası ile boyamalarını, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamalarını, hırsızlık yapmamalarını, zina et­memelerini, çocuklarını öldürmemeleri, birbirlerine âdice iftiralarda bulunmamaları, Resûlullah’ın kendilerine emrettiği herhangi bir iyi işte ona muhalefet etmemelerini söz olarak almıştı. [7][80]

               Resûlullah’ın, bi’setinden beri geçen yıllar süresince karşılaştı­ğı olayların karakterindeki değişimin, nasıl başladığına, dikkat ede­lim:

               Sabrın sonucu devşirilmeye, cehd ve gayret meyvesini verme­ye başladı. Davet filizi kuvvetlenip ürün versin diye gövdeleri üze­rine dikilmeye başladı.

               Fakat biz müjde ve sonuçlardan bahsetmeden önce bir kere daha Hz. Peygamber’in bu eşsiz sabrının karakterini araştırmaya döneceğiz.

               Resûlullah’ın, kendisine her türlü musibet ve çileyi tattırmak için elinden geleni geri bırakmayan kavmi Kureyş’i, islâm’a Davet etmekte hiçbir kusur etmediğini gördük. Bilâkis, o hac mevsimi mü­nâsebetiyle, Mekke dışından çeşitli yön ve yörelerden gelen Arap kabilelerinin arasına giriyor, bir rehber gibi, kendisini onlara tanı­tıyor, onları Allah ile alışverişe ve Tevhid hazinesine Davet ediyor, böylece onların arasında gidip geliyordu. Ama yine de kendisine olumlu cevab veren hiçbir kimseyi göremiyordu. İmam Ahmed ve Sünen sahipleri ile Hakim, Resûlullah (s.a.v.)’ın hac mevsiminde halka takdim edip, şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar!

               «Beni kavmine götürecek ve onlarla tanıştıracak bir kişi yok mu? Çünkü Kureyş, Rabbinin kelâmını tebliğ etmeme engel olu­yor[8][81]».

               Bi’setin onbirinci yılı… Resûlullah (anam ve babam ona feda olsun) sükûn ve rahatlık olmayan bir hayatla karşı karşıya, Kureyş her dakika, onu öldürme fırsatını kolluyor; başından aşağı her çe­şit işkence ve belâyı dökmekle meşgul. Ama bütün bunlar onun kararlığından hiçbir şeyi eksiltmiyor, güç ve kuvvetinden hiçbir şeyi azaltmıyor.

               Bi’setin onbirinci yılı… Resûlullah (s.a.v.) ise; kavminin, kom­şularının, etrafını saran kabilelerin ve bütün toplulukların arasın­da (yurdunda); garip, zulmet ve korkunç tehlikelerle karşı kar­şıya… Fakat bütün bunlardan dolayı ümitsizliğe kapılmıyor, meta­netini yitirmiyor. Bunların hiçbiri, onun Rabbiyle olan dostluğuna hiçbir yan etkide bulunmuyor.

               Bi’setin onbirinci yılı… Sabırla cihad Allah yolunda birleşir. Bu bir mahsul, dünyanın doğusuna ve batısına yayılacak olan bü­yük ve coşkun, İslam selinin doğmasına bir yoldur. O İslâm selinin önünde Bizans’ın kuvveti dize gelir, onun karşısında İran’ın aza­meti yere kapanır. Onun gücünden dolayı, medeniyetlerin ve nizam­ların tıim, değerleri erir, gider…

               Cihadın, sabrın ve sıkıntılara girmenin bir bedeli, bir karşılığı vardır. Onlar olmadan, islâm toplumunun temellerini kurmak Al­lah’a göre çok kolay olur. Fakat Allah’ın kendi kulları hakkındaki kanunu budur. Allah, kullarının kendi güç ve kuvveti karşısında kendisine, isler istemez boyun eğmelerini dilediği gibi, yine kulla­rının kendisine ibâdet etmelerini, ihtiyarî olarak da olsa emretmek­tedir.

               Allah’a kulluk etmek, gayret sarfetmeden gerçekleşmez. Şehid olma isteği veya Allah yolunda işkenceye uğramadan mü’min mü­nafıktan ayrılmaz. İnsanın hiçbir gayret sarfetmeden ganimetlere konması adalet prensibine ters düşer.

               Bunlar, Resûlullah’ın kurmakla görevlendiği İslâm toplumunu, belirleyici işaretlerinin başında gelir. Halka şehadet kelimesini tel­kin edip, sonra fesad çıkarmalarına, isyan etmelerine ve doğru yol­dan uzaklaşmalarına göz yumarken; onların şehadet kelimesini sa­dece dilleriyle tekrar etmelerine itibar etmek iş değildir. Doğrusu bir insan, şehadet kelimesini tasdik edip, helâli helâl ve haramı da haram olarak kabul edip, Allah’ın emrettiği farzları tasdik ettiği zaman, müslüman ismini alması doğru olur. Fakat bu şunun için doğru olur: Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygam­berliğini tasdik etmek yalnızca bir anahtardır. İslâm toplumunu kur­mak, onun düzen ve prensiplerini gerçekleştirmek için bir vesiledir. Bütün işlerde hâkimiyeti Allah’a bırakmak gerekir. Allah’ın birli­ğine, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğine iman, nerede bu­lunursa, Allah’ın hâkimiyetine imanı, onun şeriat ve prensiplerine uyma zaruretini ortaya koyar.

               Yapma kanun ve düzenlerin etkilediği bir kısım insanlar, islamın çok az bir kısmını benimseyip, diğerlerini atmayı istemelerin­den dolayı takındıkları tavır tuhafın tuhafıdır ki onlar şu kâinatın yaratıcısı ve sahibiyle âdeta sulh ve uzlaşmaya benzer bir tutum içine giriyorlar… Kendilerine göre uzlaşma yolu, toplum hayatıyla ilgili konuları, İslâm’la kendi aralarında paylaşmaktır. Buna göre, toplumsal kurumlardan camilerle diğer ibâdet hususları, İslâm’a ait olacak. Bu sahada İslâm insanlara İstediği şekilde hükmedecek. Toplumun düzeni, kanunları ve ahlâki davranışları kendilerine ait olacak. Böylece onlar istedikleri gibi birtakım değişiklikler ve dü­zenlemeler yapabilecekler…

               Eğer kendilerine peygamberler gönderilip de onların peygam­berliklerini yalanlayan azgınlar ve ilahlıklarını ilân eden kişiler, peygamberlerin İslâm’a davetleri karşısında çözüm yolunu anlamış olsalardı; yani kendi hâkimiyetlerinden vazgeçmekle mükellef olma­dıkları, kanun ve nizamlarından herhangi bir şeyi terketmedikleri halde de müslüman olabilecekleri söylenmiş olsa, İslâm’a girmek­ten ve ona itaatlerini açıklamaktan kaçınmazlardı. Ve bütün bu haklarına karşılık, bir cümleyi devamlı söylemekte veya bazı âyin­leri yapmakta, pek de cimri davranmazlardı. Fakat onlar biliyor­lardı ki bu din, önce onlara nizam ve hükümlere uyma ödevini yük­leyecek, kanun yapma ve hüküm koymanın yalnızca Allah’a âit olduğunu kabul ettirecek, işte bunun için onlar, Allah ve Resulü ile anlaşmazlığa düştüler ve müslumanlıklarını açıklamak onlara güç geldi.

               Bu hakikati açıklamak ve İslâm’ı yalnızca bir kısım ibâdetler ve kelimelerden ibaretmiş gibi anlamaktan sakındırmak için Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce in­dirilen kitablara iman ettik diye boş iddiada bulunanlara bakmaz mısın?. O azgın tağutun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Hâlbuki onu (tağutu) tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise, onları dö­nüşsüz bir sapıklığa düşürmek ister[9][82]

               Şu kadar var ki, bu bey’atın esasları arasında cihadla alâkalı bir maddeye rastlamıyoruz. Bunun sebebi şudur: Henüz cihad ve savaş o vakit farz kılınmamıştı. Bunun için Resûlullah’ın, bu oniki kişi ile yaptığı bey’at cihada işaret etmekten uzaktı. Siyret ravilerinin, “bu bey’at kadınların bey’atı” şeklinde olmuştur demelerinin ma­nası budur.

               4- Resûlullah’ın, Allah’ın dinine davet görevi ile görevlendi­rilmiş olduğunda şübhe yoktur. Çünkü o, Allah’ın bütün insanlara gönderdiği bir elçidir. Allah’ın çağrısını tebliğ etmek onun için mutlaka gereklidir. Fakat İslâm’a giren bu insanların ödevleri ne­lerdi? Bu Davet yükü ile alâkaları ne idi?

               Bu sorulara en güzel cevabı, Resûlullah’ın Mus’ab bin Umeyr’i, Medine halkını İslâm’a Davet etmek, onlara Kur’an okumayı, na­maz kılmayı ve Kur’an hükümlerini öğretmek için bu oniki kişi ile birlikte Medine’ye göndermesinde buluyoruz.

               Mus’ab bin Umeyr, Resulullah (s.a.v.)’ın emrini yerine getir­mekle mutlu olarak Mekke’den ayrıldı. O Medine halkını İslâm’a çağırmaya, onlara Kur’an okumaya ve onlara Allah’ın hükümleri­ni tebliğ etmeye başladı. Bir defasında elinde mızrak onu öldürmek isteyen bir adam onun yanına gelmişti. O bu adama yalnız Allah’ın kitabından, İslâm’ın bazı hükümlerini bildiren Kur’an’dan bir kı­sım okudu ve sonunda adam mızrağını bırakıp onun meclisine otur­du. Muvahhid bir müslüman olarak Kuran ve İslâm ahkâmını öğ­renmeye başladı. Böylece Medine döneminde müslümanlık öyle bir yayıldı ki, her yerde konuşulan sadece İslâm idi.

               Peki, bu Mus’ab bin Umeyr kimdir?

               Bu zât Mekke’nin en zenginlerinden birinin çocuğuydu. Akran­ları içinde en şık giyineni idi. İslâm’a girince bütün bu imkânla­rını bir yana itti. Ve Resûlullah’ın ardında İslâm Davetine hizmete koyuldu. Bu uğurda her türlü azabı tatmaya ve her güçlüğe göğüs germeye devam etti. Tâ Uhud’da şehid oluncaya kadar… Uhud sa­vaşında şehid düştüğü zaman vücuduna kefen olarak sarılacak bir elbisesi bile yoktu. Başını örtüyorlar ayakları açılıyor, ayaklarını örtüyorlar başı açık kalıyordu. Durumu Resûlullah’a haber verdiklerinde, gençliğinde refah içinde yaşayan bu gence ağladı ve şöyle bu­yurdu: -Elbisesini vücudunun üst kısmına koyunuz. Ayak tarafını tzhir[10][83] ile örtünüz[11][84]».

               îslâmi Davette yalnızca nebilerin ve resullerin veya halifeleri­nin kendilerinden sonra gelen vârisleri olan âlimlerin üzerinde dur­mak pek önemli değildir. Çünkü İslâm Daveti, bizzat İslâm ger­çeğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hiçbir zaman müslüman, durumu veya işi ve ihtisası ne olursa olsun, Davet görevini yerine getirme­de kendisini sorumsuz sayamaz. Çünkü İslâm Davetinin hakikati «iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek» ten ibarettir. Bu da, Is-lâmdaki cihadın tüm mânâsının toplamıdır. Herkes biliyor ki, cîhad her müslümanın sürekli uyması gereken farzlardan biridir.

               Buradan da anlaşılıyor ki, İslâm toplumunda müslümanlardan belirli bir gruba «din adamları» unvanını vermenin ne yeri, ne de anlamı vardır. İslâm dinine giren her kişi, mevkisi ve ihtisas ala­nı ne olursa olsun, bu din uğrunda cihad etmek üzere, Allah’a ve Resulüne bey’at etmiştir. İster erkek olsun, isterse kadın, isterse âlim olsun, isterse câhil; gerektiği vakit cihad bunların üzerine farz olur. Zaten m üsl umanların hepsi bu dinin adamlarıdır. Allah u  Teâlâ onlardan Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır. Onların Allah’ın dinini uygulama, şeriatına yardım etme yolunda mallarım ve canlarını seferber etmeleri gerekir.

               Bilinen bir gerçektir ki, bu cihad ve Davet mes’elesi ayrı, şe­riatın kesin naslan ışığı altında müslumanlara, hayatta karşılaşa­cakları müşkülleri, ulemanın ictihad yoluyla halletmesi ayrı şey… Bu ihtisas ve yol göstermedir. Bir sınıf ve imtiyaz doğurmaz. [12][85]

İslâm’da İlk Olarak Kılınan Cuma Namazı

               Peygamberimiz (a.s.)ın Mekke’de Müslümanları Kâbe mescidinde biraraya toplayıp Cuma namazı kılması, kıldırması mümkün olmamıştı.[13]

               Mus’ab b. Umeyr, Medine’ye gönderildiği zaman, Cuma namazı kılmak için Peygamberimiz (a.s.) dan izin istemiş; Peygamberimiz (a.s.) da, ona gönderdiği yazıda, Cuma günü zeval vakti çıktıktan sonra cemaatle kılacakları iki rekat namazla Allah’a yakınlaşmaya çalışmalarını ve bu vesile ile Müslümanlara hitapta bulunmasını emir buyurmuştu.

               Bunun üzerine Mus’ab b. Umeyr Küba’da Sa’d b. Hayseme’nin evinde on iki kişi toplayarak bir koyun kesilip yenilmiş ve İslâm tarihinde Cuma namazı için Müslümanları ilk toplayan kişi o olmuştur.[14] Es’ad b. Zürâre de; Medine’de, Nakîu’l-Hadamâtta (Beyaza oğullarının kara taşlığı) kırk kişi toplayıp Cuma namazı kılmışlardı.[15]

               İbn İshak der ki: Muhammed b. Ebî Ümâme b. Sehl b. Huneyf bana babası (Ebu (jmâme)’den, o da Abdurrahman b. Kâ’b b. Mâlik’den rivayet etti. Abdurrahman: “Babam Kâ’b gözlerini kaybettikten sonra onu ben gözetir oldum. Cuma namazına götürdüğümde ne zaman cuma ezanını işitse Ebu Ümâme, Es’ad b. Zürâre için rahmet dilerdi. Böyle bir müddet devam etti. Sonra kendi kendime: Nedir bu, niçin bunun sebebini babama sormuyorum? dedim. Her zaman olduğu gibi yine (bir gün) onu cumaya götürdüm. Yine cuma ezanını işitince Es’ad b. Zürâre’ye rahmet diledi. Sordum:

               —Babacığım! Her zaman cuma ezanını işittiğinde Es’ad b. Zürâre’ye rahmet okuyorsun. Bunun sebebi nedir?

               —Ey yavrucuğum! Çünkü Es’ad, bize Nakîu’l-Hadamât denilen bir kara taşlıktaki Beyâda oğullarının köyünde Hezmü’n-Nebît semtinde Hz.Peygamber (s.a.) gelmeden önce Medine’de ilk cuma namazını kıldıran kişidir.

               —O gün kaç kişiydiniz? —Kırk erkek idik.”<[16]

               Beyhakî der ki: “Muhammed İbn İshak râviden işittiğini (semâmı) söyler, râvî de sika (güvenilir) biri olursa sened doğrulur. Bu hadisin senedi hasen-sahihtir.”

               Derim ki: Bu olay, cumanın başlangıcı oldu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Medine’ye geldi. İbn İshak’ın da dediği gibi Küba’da Amr b. Avf oğullan yanında pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kaldı ve bu esnada onların mescidlerini tesis etti. Sonra cuma günü (yola) çıktı. Salim b. Avf oğullarının yanlarına vardığında cuma vakti girdi. (Ranûnâ) vadisinin ortasındaki mescidde cuma namazını kıldırdı. Bu namaz Hz. Peygam-ber’in (s.a.) Medine’de kıldırdığı ilk cuma namazı oldu. Bu olay Hz. Peygamber (s.a,) kendi mescidini inşa etmezden önce gerçekleşmişti.[17]

[1] (Buhârî, Ahkâm, 4)

[2] (Müslim, İmâre, 39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesâî, Bey’at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40)

[3] (İbn Hûmam, Kitâbu’l-Musâyere, İstanbul 1979, s. 265)

[4] Sefiyurahman Mubarekfuri Hz.muhammed (sav) in hayatı

[5][77] Buhari. KitâbU’l-Ehadlsİ’UEnblyâ; Müslim: Klt&bü’I-Hudûd

[6][78] îslâm Aleminin Büfünü: c. 1. s. 33.

[7][80] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 166-169.

[8][81] lbıı Hacer, Fethü’l-B&ri: 7/156; tbn Kayyım, ZAdü’l-Mead: 2/50; Fethu’r-Rab bini Fİ Tertlb-i Müsned-i İmam Ahmed: 20/269.

[9][82] Nisa sûresi, âyet: 60.

[10][83] tshlr, güzel kokulu bir ot (mütercimler).

[11][84] Müslim: c. 3, s. 48. Bkz.: İbn Hacer, el-ts&be: c. 3, s. 403.

[12][85] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 169-173.

[13] Süheylî, Ravdu’l-ünüf, c. 4, s. 101-102

[14] İbn Sa’d, Taba kâtü’l -kübrâ, c. 3, s. 118, Süheylî, Ravdu’l-ünüf, c. 4, s. 101 -102.

[15] İbn İshak.İbnHişam, Sîre,c.2, s. 77,İbn Mâce, Sünen, c. 1, s. 343-344.

[16] Ebu Davud, 1069; İbn Mâce, 1082; Hâkim, 1/281; Beyhakî, 3/176; ibn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 1/435. Rivayetin senedi kuvvetlidir. Beyâda oğullarının kö­yü, Medine’ye bir mil uzaklıktadır.

[17] İbn Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, 1/494.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/346-347.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.