sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Büyük Bedir Gazvesi | Siyer Programı – 33. Bölüm

Büyük Bedir Gazvesi | Siyer Programı – 33. Bölüm
A+
A-

Büyük Bedir Gazvesi

Savaşın Sebebi:

Resûlullah (s.a.v.), Ebû Süfyan bin Harb’in başkanlığında Şam’­dan gelmekte olan, Kureyş’in bir ticaret kervanının haberini almıg-tı. Resûlullah (s.a.v.) müslumanları, Mekke’de bıraktıkları mallarına karşılık bu kervanın mallarını ele geçirmeye da’vet etti.

Mü’minlerin bir kısmı bunu hafif bulurken, diğerleri ise ağır buldular. Çünkü onlar bu konuda savaşı akıllarından bile geçirmiyorlardı.

Ebû Süfyan Mekke yolunda iken durumu araştırdı. Ona, müs-lümanların kervanı ele geçirmek için yola çıktıkları haberi ulaş­mıştı. Bunun üzerine o, hemen Zamzam bin Amr el-Gıffâri’yi, Ku-reyş’e durumu bildirmek ve kendi mallarına sahip çıkmaları için adam hazırlamalarım haber vermek üzere, elçi olarak gönderdi.

Haber, Kureyş’e ulaşmıştı. Onlar da hemen sür’atle savaş ha­zırlığı yaptılar. Hepsi savaşmak maksadıyla dışarı çıktı. Hattâ Ku-reyş’in ileri gelenlerinden bir tek kişi bile geride kalmadı. Sayılan bin savaşçıya yakındı.

. Resûlullah (s.a.v.) da, Ramazan ayından birkaç gece geçmişti ki, ashâbıyla birlikte çıktı. İbn tshâk’ın rivayetine göre sayıları üç-yüz ondört kişi idi. Yetmiş tane de develeri vardı. Ashâb-ı Kiram’-dan, her deveye ikişer üçer kişi nöbetleşe biniyordu. Onlar Kureyş’-in durumunu ve savaşa çıktıklarını bilmiyorlardı. Ama, Ebû Süf-yân kervanım kurtarmayı başarmıştı. Çünkü o. Bedir suyunu sol­da bırakarak Mekke’ye giden sah;i yolunu tutmuş; kervanını ve ti­caretini tehlikeden kurtanncaya kadar koşmuştu.

Kureyş’in, müslümanlar üzerine yürüyüş haberi de Hz. Peygam-tter’e gelmişti. Bu haber üzerine Hz. Peygamber (s.a.vj, hemen be­raberindeki Sahâbe-i Kiram ile istişare etti. Muhacirler güzel söz söylediler. Muhâc-rlerden Mikdâd bin Amr söz alarak şöyle konuş­tu: «Yâ Resûlâllah! Allah sana, ne emrefcüyse, yerine getir. Biz se­ninle beraberiz…» Fakat Hz. Peygamber devamlı, E^sâr’a doğru ba­kıyor ve onlara: «Ey nâs; siz de bana bir işaretle bulununuz!» Bunun üzerine de Ensâr’dan Sa’d bin Muâz ayağa kalkıp,  «Yâ

Resülâllah! Vallahi galiba bizi kasdediyorsun,» dedi. Peygamberimiz de: «Evet» buyuranca, Sa’d bin Muâz:

«— Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak ve gerçek olduğuna şehadet ettik. Biz, bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere, sana kesin söz verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz seninle beraberiz. Seni, Hak din ve Kitab ile gönderene andolsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, mutlaka biz de seninle bir­likte dalarız…» dedi.

Resûlullah (s.a.v.), Sa’d’ın sözünden çok hoşlandı. Sonra şöyle buyurdu: Haydi yürüyünüz. Yüce Allah iki taifeden birini muzaf­fer kılacağını bana va’detti. Vallahi şimdi ben sanki, Kureyş kav­minin, harb meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor, onları görüyor gibiyim…»

Sonra Resûlullah (s.a.v.) etrafa gönderdiği gözcüler kanalıyla, Kureyş’in sayısını ve durumunu araştırmaya başladı. Sonunda müs-lümanlar, Kureyş’in sayısının dokuzyüzle bin arasında olduğunu, müşriklerin liderlerinin tümünün aralarında bulunduğunu öğren­diler.

Ebû Süfyan da kervanı kurtarmayı başardığından, Kureyş’in Mekke’ye geri dönmesi için haberci göndermişti. Fakat Ebû Cehil: «Vallahi Bedir’e (her yıl burada panayırlar kurar, toplanırlardı) va­rıp, orada üç gün kalarak, develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şa­rap içip, cariyelere şarkı söyleterek eğlenmedikçe geri dönmeyece­ğiz. Başımıza birikecek olan Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bun­dan sonra artık, hep bizden çekinirler…» diyerek yürümeye ısrar etti.

Nihayet müşrikler yürüyerek, vadinin en uzak bir kıyısına ge­lip karargâh kurdular. Hz. Peygamber (s.a.v.’ ise, Bedir suyunun en yakın bir yerinde konakladı. Habbâb bin Münzir, Peygamberi­mize-. «Ey Allah’ın elçisi! Bu karargâh yaptığın yer sana Allah’ın inmeni emrettiği; bizim için, ileri gidilmesi veya geri çekilmesi ca­iz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş neticesi, bir harb ve harb tedbiri olarak mı seçtin?- diye sordu. Hz. Peygamber de: «Ha­yır, şahsî bir görüş neticesi harb tedbiri icabı olarak seçildi» buyur­du. Bu sefer Habbâb: «Yâ Resülâllah, o haldf burası karargâh ola­rak inilecek bir yer değildir. Sen halkı buradan hemen kaldır. Ku­reyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz ya­pıp, onu su ile dolduralım. Sonra müşriklerle çarpışalım. Biz susa­dıkça havuzdan su içeriz. Onlar İse su bulup içemezler ve müşkil duruma  düşerler…»   dedi.  Bu sözler  üzerine,  Peygamberimiz   (s.a. v.) kalktı ve Habbâb’ın tavsiye ettiği yere gidip,  oraya karargah kurdular[1][3].

Sa’d bin Muaz, Resûlullah’a, Medine’de kalan müslümanlann yanına sağ salim olarak dönmesi ve onu kaybetme bahtsızlığına uğramamalah için; kendisine, içinde emniyetle oturacağı bir gölge­lik yapmasını teklif etti. Resûhıllah (s.a.v.) da bunu uygun bul­dular. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ashabını, Allah’ın kendisini destek-liyeceğine ve yardım edeceğine ikna etmeye çalıştı. Hattâ O şöyle buyuruyordu: «Falanın vurulup düşeceği yer şurasıdır, falan vu­rulup düşeceği yer burasıdır (yâni müşriklerden!..) Resûlullah bu­nu derken elini gösterdiği yerlere koyuyordu. Onlardan hiçbirisi de Resûlullaah’ın elini koyduğu yerlerin ne ilerisine, ne de gerisine, tam gösterdiği yerlere düştüler…[2][4]

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Bedir savaşında, Ramazan ayının onye-disinde. Cuma gecesi akşamleyin dua ederek, Allah’a yalvarmaya başladı. Duasında şöyle diyordu: «Allah’ım! Kibir ve böbürlenmekle gelen şu Kureyş’tir, sana meydan okuyor. Resulünü yalanlıyorlar!.. Allah’ım! Bana yapmış olduğun yardım va’dini yerine getir. Allahım! Onları sabahleyin helak eyle…»

Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı, ellerini semaya açmış, huşu Ünde tazarru ederek Allah’a yalvarıyordu. Nihayet Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber’e acıyarak, arkasma sokulup şöyle dedi: «Ya Resûlâllah! Rabbına niyaz ettiğin yetişir. Nefsi myed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki; O, sana olan va’dini muhakkak yerine getirecektir».

Müslümanlar da Allah’tan yardım istiyorlar, zafere ulaştırma­sını diliyorlar, yalvarışlarında samimi olduklarını belirtiyorlardı.[3][5]

Müslümanlarla müşrikler arasında çarpışma, Hicret’in İkinci yı­lının Ramazan’ının 17. günü, Cuma sabahı başladı. Peygamberimiz eline bir avuç ince kum alıp Kureyş müşriklerine karşı dönerek: Kara olsun, yüzleri!» deyip etrafa saçtı. Saçtığı ince kumdan göz­lerine ve yüzlerine dolmayan hiçbir müşrik kalmadı. Yüce Allah da müslümanlar tarafım, savaşan meleklerle takviye etti[4][6]. Savaş müslümanların lehine büyük bir zaferle sonuçlandı. Bu çarpışmada, müşriklerin ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kada­rı da esir alındı. Müslümanlardan da ondört kişi şehid oldu.

Bu savaşta öldürülen müşriklerin cesedleri -onların arasında, Kureyş-in liderleri de bulunmaktaydı- Bedir kuyusuna atıldı. Resû-lullah (s.a.v.) kuyunun kenarında durup: «Ey falan oğlu filân! Ey falan oğlu filân!..» diye babalarının ve kendilerinin adları ile ça­ğırarak; «…Biz, Rabbimizin bize va’dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de putlarınızın size va’dettiği şeyi hak olarak buldunuz mu?» diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimize: «Ey Allah’ın elçisi! Şu cansız cesedlere ne diye seslenir, söz söylersin?» deyince, Peygamberimiz (s.a.v.), «Muhammed’in hayatı kudret elin­de olan Allah’a yemin ederim ki, benim söylediğim sözleri, siz on­lardan daha iyi işitir değilsiniz[5][7]» buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) esirlerin durumunu ashâbıyla istişarede bu­lundu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), onlardan fidye olarak para alınmasını teklif etti ki; müsümanlara güç kazandırsın. Ve onlar da salıveril­sin ki, belki onlara Allah hidâyetini nasib eder. Hz. Ömer bin el-Hattâb (r.a.) da, hepsinin boynunun vurulmasını teklif etti. Çün­kü onlar küfrün önderleri ve liderleriydi. Ama Hz Peygamber (s.a. v.) onlara merhametinden dolayı Hz. Ebû Bekir’in görüşü olan, «fid-ye»ye meyletti. Esirler hakkında da böyle karar verdi. Ancak Kur’-an âyetleri, bu konuda; Eesûlullah’ı azarlar mahiyette ve Hz. Ömer’­in görüşü olan -esirleri öldürme- fikrini destekler mahiyette inmiş­ti. Bu âyetler: «Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanıncaya kadar (muharib düşmandan) esirler al­ması (vâki) olmamıştır…» âyetinden, «…Artık elde ettiğiniz gani­metten helâl ve hoş olarak yiyin, Allah’tan korkun, şübhesiz ki Al­lah çok yarhğayıcıdır, çok esirgeyicidir[6][8]» âyetine kadardır. [7][9]

Dersler ve İbretler

Büyük Bedir Gazvesi, dinî sorumluluklarını yerine getirmede samimî ve inandıkları prensiplere sımsıkı bağlı olan mü’minlere; Yüce Allah’ın yardım ve desteğini gösteren büyük mucizeleri olduğu kadar, kıymetli öğütleri ve dersleri de ihtiva ediyor.

Biz bu dersleri ve işaretleri aşağıdaki şekilde özetliyoruz:

1- Bedir Gazvesi’nin ilk sebebi bize gösteriyor ki, müslümanlan Resûlullah ile birlikte çıkmaza zorlayan asıl faktör, savaş ve harb olmayıp, ancak Ebû Süfyan başkanlığında, Şam’dan gelmek­te olan Kureyş kervanını ele geçirme arzusu vardı. Şu kadar var ki; şanı yüce olan Allah, kendi kulları için daha büyük bir ganimeti, üstün bir zaferi, bir müslümanın tüm hayatında hedef edinmesi ge­reken gaye ile en çok uygun düşen daha şerefli bir hareketi murad etmişti. Bunun için de, ardına düştükleri kervanı kendilerinden uzak­laştırıp, onun yerine hiç beklemedikleri bir orduyu karşılarına çı­kardı. Bunda, iki hususa işaret vardır:

Birinci Husus Müslümanlarla savaşan harbilerin malları, Müslümanlara gö­re haram olmayan mallar sayılır. Müslümanların, o malları yağma etmeleri, ellerinin yetiştiklerini almaları haklarıdır. Ellerine geçen bu mallar kendilerinin mülkü sayılır. Tüm fukahâ nezdinde, mütte-fekun aleyh olan hüküm budur. Mekke’deki evlerinden, barkların­dan dışarı atılmış olan Muhacirler, Kureyş’in kervanını yakalama ve ona el koyma arzusunda, haklıydılar. Bunun sebebi ise şudur: Müslümanların Mekke’de bıraktığı, onların hemen ardından da müş­riklerin yağmaladıkları mallara karşılık bir misillemedir bu.

İkinsi Husus: Bu maksadın meşru oluşuna rağmen yine de Yüce Allah, mü’-min kulları için bundan daha üstün bir gayeyi ve kendilerine da­ha layık olan bir vazifeyi murad etmişti. Zaten onlar bu vazife için yaratılmışlardı. Bilelim ki bu vazife, Allah’ın dinine da’vet bu uğurda cihad, i’lâ-i kelimetullah uğrunda malı ve canı feda etmek­tir. Ebû Süfyan’m ticaretini kurtarmadaki başarısı ne kadar büyük idiyse, Kureyş’le müslümanlar arasında yapılan savaşta Kureyş’in yenilgisi de o kadar mühimdi. Müslümanların nefislerine verilen bu ilâhi terbiye, Cenâb-ı Hakk’ın şu âyetinde en açık bir şekilde kendisini gösteriyor: «Hani Allah size, iki taifeden birinin muhakkak sizin olduğunu va’d ediyordu. Siz ise, kuvvetli ve silâhı bulun­mayanın, kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleriyle Hakk’ı açığa vurmayı, kâfirlerin arkasını kesmeyi irade buyuruyordu[8][10]

Üçüncü husus: Evet… Yüce Allah bu kitlenin bir ümmet olmasını diliyordu. Güç ve iktidar sahibi bir devlet olmasını diliyordu. Gerçek gücünü düşmanının gücüyle karşılaştırmasını, gücünün bir kısmıyla düşmanın gücüne üstün gelmesini istiyordu. Zaferin sayı, mühimmat, mal, at ve hazırlıkla gerçekleşmediğini, sadece kulların bağlılığının düzeyiyle ilişkili olduğunu öğrenmelerini istiyordu. Bütün bunların da pratik bir deneyim sonucu gerçekleşmesini, salt bir düşüncede ve kalpte yer eden soyut bir inançtan ibaret kalmamasını diliyordu. Amaç, müslüman kitlenin geleceği bakımından bütün bu pratik deneyimlerle hazırlıklı olmasını, her zaman ve her yerdeki tüm müslüman toplumların, kendileri sayıca az, düşmanları çok da olsa, kendileri maddi güç bakımından güçlü de olsa, her zaman düşmanlarına, rakiplerine galip geleceklerine inanmalarını sağlamaktır. Çünkü iman ve tuğyanın -azgınlığın- güçleri arasındaki kesin savaşın dışında bu gerçek bu denli sağlam bir şekilde yer edemez gönüllerde.[9]

 

2- Kureyş kervanının, müslümanlardan uzaklaşmasından son­ra, karşılarına baştan aşağı silâhlanmış büyük bir ordunun çıkması üzerine, Resûlullah’m, bu durumu, ashâbıyla müşavere etmek için nasıl bir oturum düzenlediğini düşündüğümüz vakit, iki şer’i işareti öğreniyoruz. İkisinin de önemi pek büyük:

Birinci işaret: Resûlullah’m ashâbıyla müşavereyi kendisine prensip edînmesidir. O’nun hayatının hangi dönemine bakarsak ba­kalım; siyasetti şer’iyye ve tedbirle alâkalı; aynı zamanda hakkında Kur’an’dan bir nass bulunmayan her işte, bu prensibe sarıldığını görüyoruz. Bunun iç!n müslümanlar, teşrii bir esas olarak, hakkın­da kitab veya sünnetten bir nass bulunmayan hususlarda, şûranın kaçınılmazlığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Hakkında Kitab’tan bir nass veya hükmünü Resûlullah’m te’kid ettiği, sünnetinden bir ha­dis bulunan konulara gelince; o konuda şûra caiz değildir. Ayrıca onun üzerinde herhangi bir karar verilmesi de gereksizdir.

İkinci işaret: Müslümanlarla, gayr-i müslimler arasında mey­dana gelen anlaşma, barış ve savaş gibi konuların «Siyâset-i Şer’iy­ye» denilen veya bazılarının «Hükmü 1-İmamet» adını verdiği bölüme girdiğine işaret. Bunun açıklaması şudur: Asıl olması yönünden, cihad farzının meşruiyeti; herhangi bir neshe veya tebdile imkân tanımayan, tebliği bir hükümdür. Nitekim sulh ve anlaşmaların meş­ruiyetinin aslı sabittir ki; iptali veya tslâm şeriatı hükümlerinden tecrid edilmesi caiz olmaz. Şu kadar var ki, bunun çeşitli tatbik şekilleri zaman, mekân ve şartlara, müsîümanlann ve düşmanları­nın durumlarına göre değişebilir. Bu konuda en sağlam ölçü, yalnız­ca âdil ve dini bütün bir imamın fliderin) basireti, dindeki sami­miyeti ve ihlâsı ile birlikte dini hükümlerde derin bilgisine bağlı siyâseti, özel garazının bulunmaması, müslümanlarla müşavereye ve onların değişik görüşlerinden ve bilgilerinden istifade etmeye önem vermesidir…

islâm Devlet başkanı; düşmanlarla savaşmamayı müslümanîar için daha hayırlı görüp; görüşünün doğruluğunu müzakere ve mü­şavere ile tesbit ederse; cihad için uygun şartlar gelinceye kadar düşmanla barış imzalaması üzerine vazife olur. Yalnız bu barışın şer’i nasslardan biriyle tezat teşkil etmemesi gerekir. Devlet başka­nı, uygun zamanı gözetir. Bu yönde maslahat ve fayda görürse hal­kını savaşa ve savunmaya teşvik etmesi yine ona vazife olur.

Resûlullah (s.a.v.)’ın hayatından birçok olayların delâlet ettiği ve bütün fakihlerin de üzerinde ittifak ettiği görüş budur. Çok na­dir de olsa, müslümanlara kendi yurtlarında ve memleketlerinde, düşman aniden saldırıya geçtiği takdirde, şartlar ve vasıtalar ne olur­sa olsun, müslümanların kuvvet kullanarak savunmaya geçmeleri farzdır. Bu konudaki farziyet ve mükellefiyet, bütün müslüman er­kek ve kadınlara şâmildir…

Fukahânın tümünün üzerinde ittifak ettiği gerçek şudur ki, şû­ra meşrudur. Fakat şart değildir. Yâni müslüman bir hâkimin (ko­mutanın) kanaatinde ve fikrinde şûradan yararlanması uygun olur. Fakat kendi görüşüne şûra üyeleri karşı çıksalar bile, ekseriyetin görüşünü alması, üzerine vâcib değildir. Kurtubî bu konuda diyor ki:   «İstişare eden kişi, görüşlerin ihtilâfında bakar; eğer mümkün-ise onlardan Kitab ve Sünnet*e en yakın olanını araştırır. Bunun üzerine, onu Allahü Teâlâ o görüşlerden beğendiği birine iletirse;-hemen ona kararım verir ve Allah’a tevekkül ederek, o görüşü uy­gular[10][11]».

3- Şübhe yoktur ki araştırmacı şunu soracaktır: Niçin Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Ömer’in ve Hz. Mikdâd’ın  (r.â.)   cevabı Resûlullah’ın gönlünde yeter miktarda itmi’nan uyandırmadı? Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı Ensâr’m yüzüne bakıyordu? Nihayet Sa’d b’n Muâz konuşunca, Resûlullah’ın gönlü rahatladı ve huzura kavuştu?..

Cevab: Gerçekten Resûlullah (s.a.v.) bu konuda özellikle Ensâr’m fikrini öğrenmek istiyordu. Bakıyordu ki, onlar hüküm ve ka­rarlarında; Resûlullah ile kendi aralarında yapılmış olan anlaşma­dan ayrılacaklar mı? Çünkü o anlaşma, uyulması gereken özel bir anlaşmaydı. Böyle olunca da, bu anlaşmada kararlaştırıldığı gibi Medine’nin sınırları dışında, onları kendisiyle birlikte savaşmaya ve kendisini savunmaya zorlama hakkı yoktu. Yoksa onlar Cenâb-ı Hak’la birlikte yaptıkları büyük anlaşmadan ve îslâmî hükümlerden ayrılacaklar mı? Bu takdirde de, bu anlaşmaya göre onlardan emin olması Hz. Peygamberin hakkıydı. Bu muahedenin hukukuna riâyet etmeleri ve tüm sorumluluklarını yerine getirmeleri de onların öde­viydi.

Sa’d b. Muaz’ın verdiği cevab iyice düşünülünce, görülecek ki; Ensâr’ın Hicret’ten önce, Mekke’de Resûlullah ile yaptıkları sözleş­me, Allah ile yapılan sözleşmeden başkası değildir. Ensâr-ı Kiram, Resûlullah kendi yanlarına hicret ettiği zaman onu korumayı ken­dilerine ödev kabul ederlerken, Allah’ın dinini ve şeriatını savun­mayı da düşündüler. Buradaki problem, onların Resûlullah ile bir­likte üzerinde anlaştıkları muayyen maddeler mes’elesi değildir. Halbuki onlar bundan ötesini üstlenmeyi istemiyorlar. Ama asıl mes’-ele şudur: Onlar bundan dolayı., Yüce Allah’ın sözünü de içirte alan büyük bir riskin altına girmişlerdi. Ayet şöyle: «Şübhesiz kî Allah, hak yolunda (muharebe ederek, düşmanları) öldürmekte ve kendile­ri de öldürülmekte olan mü’minlerin canlarını ve mallarını -ken­dilerine Cennet (vermek) mukabilinde- satın almıştır[11][12]».

Bunun için Sa’d bin Muâz (r.a.)’ın cevabi: «Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de Hak ve gerçek olfluğuna şehadet ettik. Biz bu hususta, dinlemek ve itaat etmek üzerfe, sana kesin sözler de verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz seninle berabe­riz…» Yâni biz seninle birlikte yürüyoruz. Akabe blatmda hep bir-. Hkte üzerinde ittifak ettiğimiz şeylerden daha büyük olan muahe­deye uyacağız, şeklinde olmuştu.

4- Devlet başkanı ve komutanın cihad’da ve diğer durumlarda gözcüler ve ileri karakollardan yararlanması, müslüm ani arın da düş­manlarının stratejisini ve durumunu keşfetmek, sayı, teçhizat ve mühimmatı ortaya çıkarmak için, düşmanların arasına casuslar sal­ması caizdir. Yine bu hususta daha başka yollan ve vasıtaları bu­lup kullanması da onlar için caiz olur. Ancak şu şartla ki, bu yol ve vasıta, düşmanın durumunu öğrenme maslahatından daha önem­li olan bir başka maslahata zarar verecek şekilde olmasın… Belki bu vasıta ve yol sır saklamayı veya tuzak kurma türlerinden birini ya da hiyle yapmayı gerekli kılabilir. Bunların hepsi, müslüman-lann maslahatı ve korunması için elzem vasıta olması hasebiyle, güzel ve meşrudur…

Siyret kitablarında şöyle bir rivayet bulunmaktadır:

Resûlullah Efendimiz, Bedir yakınında konakladıkları vakit, as­habından bir adamla birlikte etrafı dolaşırken, ihtiyar bir Arapla karşılaştı. Peygamberimiz ona, Muhammed, Ashabı ve Kureyş hak­kında bildiklerini sordu. İhtiyar Arap da: «Kimlerden olduğunuzu bana bildirmediğiniz sürece, size hiçbir bilgi veremem» dedi. Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.): «Sen bize soracaklarımız hakkında bil­gi ver. Biz de sana kim olduğumuzu bildirelim» buyurdu, thtiyar da: Şu şöyle, bu böyle mi?» dey.nce, Peygamberimiz: «Evet» diye buyurdu. Böylece ihtiyar bildiği kadar müşriklerin durumunu, duy­duğu kadar da Hz. Peygamber’in ve ashabının durumunu haber verdi. Nihayet sözünü bitirince: «Peki, ya siz kimlerdensiniz?» diye sordu. Resûl-i Ekrem de: «Biz «Su»damz» deyip adamdan uzaklaşır­ken, ihtiyar: «Hangi sudan, Irak suyundan mı?» diye konuşuyordu.

5- Resûlullah’ın tasarruflarının kısımları Resûlullah  (s.a.v.), konakladığı yerin durumu hakkında, Hab-bâb bin Münzir’le arasında geçen konuşma (gördüğüm gibi, o isnadı sahih bir hadîstir)   bize gösteriyor ki,  Hz.  Peygamber’in  tasarruf­larının hepsi teşri nev’inden değildir. Aksine Resûlullah da birçok zamanlarda herkesin düşündüğü gibi düşünen, akıl yürüten bir be­şer olması hasebiyle, birtakım tasarruflarda bulunur. Şübhesiz ki, biz bu gibi tasarruflarında ona uymakla yükümlü değiliz. Bu savaş­ta kendisinin seçtiği yere konaklaması da bu tür bir tasarruftur. Ama Habbâb bin Münzir’in orduyu başka bir yere nakletmesini na­sıl tavsiye ettiğini ve Resûlullah  (s.a.v.)’in da buna nasıl muvafa­kat ettiğini görmüştük, tşte bu, Resûlullah’ın bu yeri seçişinin Al­lah katından gelen bir vahiy sebebiyle  olmadığını,  Habbâb   (r.a.) kesin olarak öğrendikten sonra olmuştur. Resûlullah’ın siyâset-i şer’-iyye grubuna giren tasarrufları çoktur. Resûlullah’ın yaptığı bu ta­sarruflar, kendisinin Allah’tan aldıklarını tebliğ eden bir peygamber olması cihetinden değil de, imam ve devlet başkanı olması yönün-dendir. Onun askeri tedbirleri, bağış ve ihsanları da çoktur. Bu ko­nunun, enine boyuna açıklamasını fukahâ yapmıştır. Onları burada sayıp dökmeye imkân yoktur.

6- Allah’a yalvarıp, yakarmanın önemi ve Ondan çokça yardım isteme: Resûlullah’ın ashabını, zaferin kendilerine âit olduğuna nasıl inandırdığım görmüştük. Halka Peygamberimiz (s.a.v.) : «Burası fa­lanın vurulup düşeceği yer.» diye buyurarak, arazide çeşitli yerleri işaret etmişti. Hakikaten bu durum onun haber verdiği gibi ger­çekleşmişti. Sahih hadîs-i şerifte de vârid olduğu gibi onlardan hiç­biri; Peygamberimizin elini koyduğu yerin ne ilerisinde, ne de geri­sinde; fakat tam gösterdiği yerlere düştüler…

Bununla beraber biz Hz. Peygamber’in; kendisi için yapılmış

gölgeliğin içinde Cuma gecesi boyunca duâ edip; yalvararak Allah’a sığındığını; avuçlarım semaya açarak Allah’ın kendisine va’dettiği zaferi vermesini istediğini, (ellerini fazla kaldırdığından) sırtından ridâsının düştüğünü; Hz. Ebû Bekir’in kendisine acıyarak yanına sokulup: «Yâ Hesûlâllah! Rab bina niyaz ettiğin yetişir artık! Haki­katen Allah sana olan va’dini yerine getirecektir»» dediğini ve yanın­dan hiç ayrılmadığını görmüştük. Resûlullah (s.a.v.), bazılarının vurulup düşecekleri yerleri eliyle gösterdiği ve: «Vallahi ben sanki Kureyş müşriklerinin harb meydanında vurulup düşecekleri yerle­re bakıyor, onları görüyor gibiyim» diyecek derecede emin olduğu halde, bu kadar yalvarış ve yakarışlar da niçin?

Cevab: Hz. Peygamber’in zafere olan imanı ve itmi’nanı, ancak Allah’ın, Resulüne yaptığı va’dini tasdik mahiyetinde olmuştu. Al­lah’ın kendi va’dmden dönmeyeceğinde şübhe yoktur. Çünkü bu savaştaki zafer müjdesi kendisine vahyedilmişti.

Duâ ve yalvarıştaki istiğrakla, elin semaya açılmasına gelince; işte o kulluk vazifesidir ki, insan o vazife için yaratılmıştır. Bu da, her durumda zaferin bedelidir.

Zafer – sebebler ve vasıtalar ne kadar bol olursa olsun – ancak^ Allah katındandır ve O’nun tevfikiyledir. Halbuki Allah CAzze ve Celle) bizden istek ve arzumuzla kul olmamızdan başka birşey is­temiyor. Allah’a yaklaşmış olan hiçbir kul, kulluk sıfatından daha büyük bir sıfatla Allah’a yaklaşmamıştır. Hiçbir insan da, hiçbir va­sıtayla Allah indinde duasının kabulü ve kendisinin makbuliyet ka­zanmasını, tezellül ve tazarru ile Allah’a yakarışı kadar sağlam bir yolla elde etmiş olamaz.

Şu dünya hayatında insant tehdit eden, başına üşüşen çeşitli meşakkatler ve çeşitli musibetler, insanın Allah’a yönelmesi, zayıf­lığını ve kulluğunu hatırlatan düşünceyle onun önünde itiraf etme­si her türlü belâ ve fitnelerden O’na sığınmasını gerektirir. Kendi­sine kulluğunu hatırlatan, düşünce ve umutlarını Allah’ın yüceliği­ne ve kudretinin enginliğine çeviren bu sebeb ve âmillerdir… în-san kendi hayatında bu hakıkata karşı uyanık olduğu ve gidişatını onunla renklendirdiği zaman Allah’ın kendi kullarına ta’yin ettiği sınıra ve hedefe varmış olur.

Resûlullah’ın, zafer vermesi için Rabbine yalvarmasında, içten yakarışında ve uzunca duasında eşsiz örneğini gördüğümüz bu ubû-diyyet (kulluk’un) karşılığı, bu savaştaki ilâhî desteğin hak edil­mesidir. Şu âyet-i kerime bunu belirtmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle bu­yuruyor ;

«Hani Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz da; O, «Ben size bir­biri peşinden bin tane melekle yardım ederim[12][13]» diye cevab ver­mişti.»

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ubûdiyyet sebebiyle, zafere inanıyor­du ve sonucun müslümanlarm lehine olacağından emin idi. Resû-lullah’m, gölgelikteki duruşunda tecelli eden bu ubûdiyyeti ve bu­nun neticesini; Ebû Cehil’in: «Vallahi, Bedir’e varıp, orada üç gün-kalarak develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şarap içip cariyelere şarkı söyleterek eğlen m edikçe, geri dönmeyeceğiz. Başımıza birike­cek olan Araplar, bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra artık böylece hep bizden çekinirler» deyişinde kendini gösteren şu azgın­lık ve böbürlenme ile mukayese et.Bu savaş kişinin babası,amcası,oğlu,kardeşi ve yakınlarıyla savaştığı, küfür ile iman arasında bir savaştı.bu savaşta hz ömer ile amcası as bin hişam çarpışmış.hz ebubekirde oğlu abdurrahman ile karşı karşı ya gelmişti.öte yandan Müslümanlar  resullulah s.a.v in amcası abbası esir almışlardı.böylece akrabalık bağları kopmuş ve Allahu teala bu mucadelede iman sözünü küfür sözüne üstün kılarak hak ile batılın arasını ayırmıştır bu nedenle bügüne Furkan günü denilmiştir.[13]

Gerçekten, Allah’a kul olmanın ve O’nun huzurunda eğilme­nin sonucu, üstün haysiyet ve yüce bir şeref olduğundandır ki, dünyanın tüm mağrur adamları o izzet ve şerefe boyun eğdiler. Ki­birlenme ve azgınlığın neticesi de, zillet ve helak oldu. Ehline .ha­zırlanmış bir mezardı sonucu… Çünkü onlar, kendilerine mezar olan o yerde, şarap içecekler ve şarkıcılar şarkı söyleyip onları eğ-lendirecekti… Sırf Allah için yapılan kulluk, her ne zaman, az­gınlık ve gururla çarpıştıysa, sürme tu İlah böyle tecelli etmişti za­ten…

7- Bedir Gazvesinde Allah’ın melekleri yardıma göndermesi: Bedir Savaşı, sadık mü’minleri destekleyen ve onlara yardım eden mucizelerin en büyüğünü ihtiva ediyor. Yüce Allah o savaşta, melekleri savaşmak üzere, müslümanlarm yardımına gönderdi. Bu hakikat, sahih hadîslerin ve Kur’an’ın açık delaletiyle sabittir. İbn Hişâm, Hz. Peygamber’in gölgelikte bir miktar uykuya daldığını ve sonra uyanıp; «Müjde yâ Ebâ Bekir! Allah’ın nusreti geldi. İşte Ceb-, râil, atının yularından tutmuş, Nakve[14][14]’ye doğru çekiypr» diye bu­yurduğunu rivayet ediyor. Buhârl bu hadisi buna yakın bir lâfızla, rivayet etmiştir[15][15].

Meleklerin, müslümanlarla beraber savaşmak için inmeleri, on­ların kalblerini mücerred tatminden ve Allah’tan fazlaca yardım is­temelerine  karşı,  moral  vermekten  ibarettir.   Onların,   Allah  yolunda ilk savaş tecrübeleri olmasıyla birlikte, kendilerinden sayı ve malzemece üç kat üstünlükleri bulunan insanların karşısına di­kilmeleri bu durumu gerektirmişti. Yoksa zafer Allah katındandır. Meleklerin, bunda doğrudan herhangi bir etkisi yoktur. Bu hakikati belirtmek için, Yüce Allah, meleklerin iniş sebebini açıklayarak şöy­le buyurmuştur: «Allah, bunu ancak bir müjde olması ve kaîbleri-nizin yatışması için yapmıştı. Zafer ancak, Allah katındandır. Doğ­rusu Allah güçlüdür, hakîmdir[16][16]

 

8- Ölülerin kabir hayatı:

Resûlullah (s.a.v.)’ın kuyunun ağzında durup, müşriklerin ce-sedlerine seslenmesinde, canları çıktığı halde onlarla konuşmasında; bu esnada da Hz. Ömer (r.a.)’e verdiği cevabta, ölü için hakikatim ve keyfiyetini anlayamadığımız özel ruhi bir hayatın varlığına, ölü­lerin ruhlarının kendi cesedleri etrafında devamlı döndüğüne açık İşaret ve delil vardır. Kabir azabının ve ni’metinin mânâsı da bu­radan anlaşılabilir. Şu kadar var ki; bunların hepsi, şu bizim dünye­vi idrâklerimiz ve akıllarımızla tesbit edilemeyen ölçülere göre ya­ratılmıştır. Çünkü bu husus, bizim akli ve maddi tecrübelerimiz ve müşahedelerimiz ötesinde, «Melekût Alemi» diye isimlendirilen şey­lerdendir. Bunlara inanma yolu ise, bize haberi sağlam ve kesin yolla ulaştıktan sonra onlara teslim olmaktır. Hatta kabir azabının hak olduğu hususunda çok sayıda hadisi şerifler mevcuttur bunlaradan bi tanesini zikr edelim Allah resulu ( s.a.v) şöyle buyurdu: “Kabir azabından cehennemin azabından ve deccalın fitnesinden Allaha sığınırız”(ebu Davut sünen de rivayet etmiştir)

 

9- Esirler mes’elesi:

Resûlullah (s.a.v.)’ın esirler hakkındaki müşaveresi sonunda da fidye ödemeleri şartıyla serbest bırakılmalarına karar vermesi, da­ha sonra bu hükmü vermelerinden dolayı Resûlullah’ı ve ashabını kınayan âyetlerin inmesi mes’elelerinden yürüyerek denir ki; bütün bunlarda çok önemli hikmetler vardır :

  1. a) Esirler ve Peygamberimizin içtihadı: Bu olay bize gösteri­yor ki, Resûlullah’m içtihad etme hakkı vardır. Bu görüşü benim­seyenler -onlar usûl âlimlerinin cumhurudur- Bedir esirleri mes’e-lesini buna delil göstermişlerdir. Resûlullah’ın içtihad etmesi sahih olunca, buna binâen içtihadında isabet veya hatâ etmesi de sahih olur. Şu kadar var ki, hatâ sürekli devam etmez. Bilâkis, onun içti-hadlarını tashih eden, Kur’an’dan bir âyetin inmesi gerekir. Bu hususta herhangi bir âyet inmemiş ise, bu durum Resûlullah’ın iç­tihadının Allah’ın ilmindeki gerçek üzere vuku bulduğuna delil teş­kil eder.
  2. b) Bedir savaşı, müslumanların sayıca az ve güçsüz oldukları bir dönemde, Allah yolunda savaşmak ve fedakârlık etme yönünden ilk denenmeleri oldu. Ayrıca, savaşın ardından da, fakr ve ihtiyaç içinde bulundukları bir halde; karşılarına ganimet ve mal çıkarıl­mak suretiyle denenmişlerdi. Yukarıda söylediğimiz gibi, Allah müs-lümanları, zayıf hallerine rağmen savaş tecrübesine tâbi tutarak, hikmeti gereği zaferi apaçık taddırarak gönüllerini yatıştırıp ba­şarıya ulaştırmıştır. Daha sonra da ilâhî hikmet, münasib bir vakit gelince, fakr ve ihtiyaçla beraber mal ve ganimet de göstererek, ince terbiye metodlanyla onları denedi. Bu savaşın peşinden, bu tec­rübenin eseri, iki olay da kendini göstermişti. Birinci olay şudur: Müşrikler, yenilgiye uğrayıp, arkalarında çeşitli malları bırakıp ka­çınca; bazı müslümanlar ganimet almakta yarışa girdiler. Ve öbür-leriyle ganimetin kimin hakkı olduğunda ihtilâfa düştüler. Nere­deyse bunun üzerine kavga ediyorlardı. Savaşçılar arasında gani­metin dağıtılması hükmü henüz gelmemişti. Resûlullah’a bu duru­mu soruyorlar ve bu konuda anlaşmazlıklarını Resûlullah’a kadar götürüyorlardı. îşte o zaman şu âyet-i kerimeler indi: «Ey Resulüm! Sana ganimetlere dair soru soruyorlar. De ki, «Ganimetler, Allah’a ve Peygamberine aittir. İnanıyorsanız, Allah’tan sakının. Aranızdaki münâsebetleri düzeltin. Allah’a ve Peygamberine itaat edin. tnanan-lar ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, kalbleri titrer» âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rabîerine güvenirler…[17][17]».

Okuyucu da görüyor ki, bu iki âyette, onların sorularının ceva­bını taşımıyor. Bilâkis bu âyetler, onları konudan uzaklaştırıyorlar. Çünkü enfâl (ganimetler) onlardan birine âit değildir. Aksine o, Allah’a ve Resulüne aittir. Ama onlara yaraşan şey aralarındaki vuku bulan bu anlaşmazlığı düzeltmek, emrettiği hususta Allah’a itaat, yasaklarından da sakınmaktır, tşte onların ödevi budur. Ama mal ve dünya konusuna gelince; her ikisinde de Allah’a güvenme­lidirler. Müslümanlar, şu iki âyetin işaretine yönelip, kavgaya düş­tükleri konudan dikkatlerini uzaklaştırınca, hemen ardından ihtilâ­fa düştükleri ganimetlerin savaşçılar arasında nasıl taksim edileceği mes’elesini açıklığa kavuşturan yeni bazı âyetler geldi. Görüldüğü gibi bu durum, üstün terbiye metodlarmın en çarpıcısıdır. İnsan, Bedir savaşına katılan müslümanların ganimetler hakkında konuştuklarını görünce dehşete kapılıyor. Oysa onlar, ya herkesten önce müslüman olmuş, her şeylerini geride bırakıp inançları uğruna Allah’a hicret etmiş, şu dünya hayatının hiçbir nimetine aldırış etmemiş Muhacirlerdir, ya da muhacirleri barındıran, yurtlarını ve mallarını onlarla paylaşan ve şu dünya nimetlerinin hiçbirinde cimrilik göstermeyen Ensar’dır. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler…” (Haşr Suresi, 9) Ancak bu durumun yorumunun bir kısmını yine bu rivayetlerde buluyoruz. Ganimetler aynı zamanda savaş alanında güzel bir imtihanla ilintilidirler. Güzel imtihana bir örnek oluşturmaktadırlar. O gün için insanlar müşrikleri yenip gönüllerini serinlettikleri ilk büyük olayda, Resulullah’ın ve yüce Allah’ın şahitliğine ihtiyaçları vardı. Bu arzu içlerini doldurmuş ve ganimetler konusunda konuşanların unuttuğu başka bir havaya sokmuştu. Nitekim yüce Allah onlara hatırlatmış ve onları kendisine yönelmiştir. Aralarındaki ilişkilerde hoşgörünün egemen olması bilinç açısından gönüllerinin ıslahı için bir zorunluluktu. Nitekim bunun Ubade b. Samit’in de belirttiği gibi, farkına varmışlardı. Ubade: “Bu ayet ganimetler konusunda görüş ayrılığına düştüğümüzde biz, Bedir savaşına katılanlar hakkında indi. O zaman çok kötü davranmıştık. Bunun üzerine yüce Allah ganimetleri elimizden alıp, peygamberine verdi” demiştir[18]

İkinci olay da şudur: Resûlullah (s.a.v.) esirler konusunu as-hâbıyla görüşürken, ashabın gönülleri, esirlerin fidye ödemelerine daha yatkındı. Bu konudaki mülâhaza ise; onlara karşı şefkat ve merhametle muamele sonucunda hidâyetlerinin te’min umuduydu. Aynı zamanda Muhacirlerin Mekke’de bıraktıkları mallara karşılık bu fidye ile dünya işlerini birazcık olsun düzeltmiş, bii nov’i tazmi­nat almış olacaklardı. Resûlullah’m gönlünün de yattığı bu durum, onun kendi arkadaşlarına karşı ne kadar şefkatli olduğunu göste­rir. Bu şefkat ile Muhacirler Bedir gazvesine giderken, Resûlullah onların durumunu görünce, elini onlar için duaya kaldırmıştı. Mu­hacirlerin üzerinde fakirlik ve yoksulluk belirtileri gözüküyordu. îşte o vakit Resûlullah, Allah’a şöyle niyazda bulundu: «Allah’ım! Onlar yayadır, sen onları binekli kıl. Çıplaktırlar, sen onları giydir. Açtırlar, sen onları doyur[19][18]».

İmam Ahmed, İbn-i Abbas’dan Hz. Ömer’in -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: “Bedir gününde iki taraf karşı karşıya geldiğinde yüce Allah müşrikleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Onlardan yetmiş kişi öldürüldü. Yetmiş kişi de esir alındı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebubekir, Ömer ve Ali’nin fikirlerini sordu. Ebubekir şöyle dedi, `Bu adamlar amca çocukları, akraba çocukları ve kardeştirler. Ben onlardan fidye almanı öneririm. Onlardan aldıklarımız küfre karşı bize güç kazandırır. Belki de Allah onları doğru yola iletir de bize yardımcı olurlar’. Sonra Peygamberimiz, `Sen ne düşünüyorsun ey Ömer?’ dedi. Ben de, Allah’a andolsun ki, ben Ebubekir’in fikrine katılmıyorum. Ben diyorum ki, müsaade etsen falan akrabamın boynunu vursam, Ali’nin de Ukeyli -Ebu Talib’in oğlu- öldürmesine izin versen, Hamza’ya da falan kardeşini öldürmesine izin versen, daha doğru olur.’ “Böylece yüce Allah katında gönlümüzde müşriklere karşı bir sempatinin olmadığı belli olur” dedim. Şu adamlar müşriklerin yiğitleri, önderleri ve komutanlarıdır dedim. Ebubekir’in görüşü, Peygamberimizin hoşuna gitti, ama benim görüşümü hoş karşılamadı. Ve onlardan fidye aldı. Ertesi gün -Ömer diyor ki- sabahleyin Peygamberimiz ve Ebubekir’in yanına varınca ikisinin ağladığını gördüm. `Seni ve arkâdaşını ağlatan nedir? Ağlanacak bir şey varsa ben de ağlayayım. Yoksa siz ‘ağladığınız için ağlarım’ dedim. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- fidye aldıkları için arkadaşlarına sunulan azabdan dolayı ağlıyoruz. Size gelecek azabın -yanındaki bir ağacı işaret ederek- şu ağaçtan daha yakın olduğu bana sunuldu. Bunun üzerine yüce Allah:

“Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir” ayetinden “Artık elinize geçen ganimet mallarını helal olarak, afiyetle yiyiniz.” ayetine kadar indirdi. Böylece onlara ganimetleri helal kıldı. (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tirmizi, İbn-i Cerir, İbn-i Mürdeveyh değişik yollardan İkrimi b. Amman el-Yemani’den rivayet ettiler.)

Sonra yüce Allah, onlara yönelik lütfunu ve nimetini artırıyor. Aralarında aldıklarından dolayı azarlandıkları fidyeler de olmak üzere savaşta elde ettikleri ganimetleri onlara helal kılıyor. Nitekim islâmdan önceki dinlerde peygamberlere tabi olanlara savaşta ganimet almak haramdı. Bu arada yüce Allah onlardan, kendisinden sakınmalarını hatırlatıyor. Rabblerine karşı düşüncelerini dengelemek için onlara yönelik rahmetini ve bağışlamasını da hatırlatıyor. Böylece Allah’ın rahmeti ve bağışlaması onları şaşırtmaz. Takva, sakınma ve Allah korkusunu da unutmamış olurlar. “Ey peygamber, elinizdeki esirlere de ki; “Eğer Allah, kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım olduğunu görürse, size elinizden alınandan daha iyisini verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.”

Bütün bu iyilikler, kalplerinin düzelmesine, iman aydınlığına açık olmasına ve yüce Allah’ın içlerinde hayırlı bir yaklaşım olduğunu bilmesine bağlıdır. Hayrın, sözle belirtmeye ve belgelemeye gerek kalmayacak kadar, iman olduğu açıktır. Evet iman, hayrın, iyiliğin kendisidir. Öyle ki, imana dayanmadığı, ondan kaynaklanmadığı ve iman üzerine yükselmediği sürece hiçbir şey hayır, iyilik diye adlandırılamaz.

İslâm esirleri sadece gönüllerindeki iyilik, umut ve düzelme duygularını harekete geçirmek için elinde tutar. İslâm, fıtratlarındaki alıcı ve verici cihazlarını uyarmak, hidayetten etkilenen ve olumlu tepki gösteren duyguları harekete geçirmek için elinde tutar esirleri. Öç almak için onları aşağılamak, onları sömürmek suretiyle hizmetine sokmak amacında değildir

[1][3] Habbâb bin Münzir’in rivayet ettiği bu hadisi, îbn ttlşâm. Slyret’lnde; tbn tshâfc’tan, o da Seleme oğullarından baz kişilerden rivayet etmiştir, tbn Hi-şam’ın bu rivayeti, meçhul kişilerden yapılan bir rivayettir. Hafız Îbn Hacer bu hadisi, «el-tsâbe»’de zikretmiştir. Yalnız onu tbn îshâk’tan, o da Yezld bin Ruman’dan, o da Urve bin Zübeyr’den, o da Bedir kıssasını anlatan bir­çok kişiden rivayet etmiştir. Bu sened sahih bir senettir. Hafız tbn Hacer, ri­vayetinde ve nakillerinde sika (güvenilir) dır. (Bkz: el-tsâbe; 1/302).

[2][4] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 6/180.

[3][5] îbn Hişâm. Siyret: 1/205; tbn Kayyım, ZadÜ’1-Meâd: 3/87. Resûlullah’ın. Be­dir Gazvesinde Rabbi’nden yardım dilemesi hadisi müttefekun aleyhdlr.

[4][6] Bedir’de mü’minleri, Allah’ın meleklerle te’ykll hadîsi: Müttefekun aleyhdir.

[5][7] Buharî: 5/8; Müslim: 8/163. (Benzeri).

[6][8] Müslim:  5/157-158.

[7][9] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 224-227.

[8][10] Enfâl sûresi, âvt: 7.

[9] Fizilal i kuran c.5 s 242

[10][11] Kurtubi, el-Câmİ 11 Ahkâmİ’l-Kur’ftn: 4/252.

[11][12] Tevbe sûresi, âyet: 111.

[12][13] Enfâl sûresi, âyet: 9.

[13] Sefiyurahman mubarekfuri c 1 s 228

[14][14] En-Nakve: Mekke yakınında bir mahallin adı. (Mütercim)

[15][15] Bu hadîsin Buhâri’deki lâfzı şöyledir:  «Hz. Peygamber (s.a.v.) Bedir KÜnÜ şöyle buyurmuştur: «Bu Cibril’dir. Atının gemini tutmuş, üzerinde de harb âleti var.»

[16][16] Enlâl sûresi, âyet: 10.

[17][17] Enfâl sûresi, âyet: 1-2.

[18] Fizilal ı kuran c 5 s 365/368

[19][18] Ebû Dâvud, el-CemYl-Fevâid: 2/90.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.