EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA HUD SURESİ 44. VE 46. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
44- Denildi ki: “Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.” Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cûdi(46) (dağı) üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: “Uzak olsunlar” denildi.
45- Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: “Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va’din de doğrusu haktır.(47) Sen hakimlerin hakimisin.”(48)
46- Dedi ki: “Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş(49) (yapmıştır) . Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.”(50)
AÇIKLAMA
46. Kur’an’a göre gemi, Doğu Anadolu’da (eskiden) Cezire-i İbni Ömer olarak anılan bölgenin Kuzey-doğusunda bulunan Cudi Dağı’nın üzerine oturmuştur. <SÖZ (Y.) bilinmektedir. olarak ?Cudi? beri zamanlardan kadim olup içinde sınırları ilçesi Mardin-Cizre dağ konusu>Fakat Kitab-ı Mukaddes’e göre geminin oturduğu yer Ararat (Ağrı) dağıdır. Kadim tarihler de geminin oturduğu yerin Cudi Dağı olduğunu teyid etmektedirler. Sözgelimi M.Ö. 250 yıllarında yaşamış olan Babil kentinin dini lideri Berasus Keldanilerle ilgili tarihinde Hz. Nuh’un gemisinin Cudi Dağı üzerine oturduğunu söylemektedir. Aristo’nun öğrencisi Abydenus ise aynı rivayeti te’yid etmekle kalmaz, aynı zamanda kendi çağındaki birçok Iraklının geminin parçalarına sahip olduklarını, bu parçaları batırdıkları suları da hastalara şifalı su olarak içirdiklerini yazar.
Şimdi meseleyi yeniden mütalaa edelim: Burada zikredilen tufan tüm yeryüzünü kapladı mı yoksa yalnızca Hz. Nuh’un (a.s) bölgesini mi içine aldı? Bu, şimdiye dek halledilmemiş bir sorudur. Kitab-ı Mukaddes’e ve İsrailiyata bakarsanız tufan arz çapında olmuştu. (Tekvin 7: 18-24) Fakat Kur’an bu konuda sükut etmektedir. Gerçi tufandan arta kalanları tüm insanlığın selefleri olarak zikretmektedir ama bu illa da tufanın dünya çapında olduğunu düşünmemizi gerektirmez. Bu meseleye şöyle bir açıklama getirilebilir: Tarihin o döneminde yeryüzünün yerleşim bölgesi yalnızca Hz. Nuh’un (a.s) yaşadığı bölgeydi ve tufandan arta kalan kuşaklar tedrici olarak yeryüzünün diğer bölgelerine yayıldılar. Bu teoriyi iki şey desteklemektedir. Birinci olarak, Dicle ve Fırat bölgesinde büyük bir tufanın meydana geldiği yolunda tarihsel geleneklerin, arkeolojik buluntuların ve jeolojik kanıtların te’yid ettiği kesin deliller söz konusudur. Buna karşılık yeryüzünün diğer bölgelerinde tufanın dünya çapında olduğunu kanıtlayacak herhangi bir delil sözkonusu değildir. İkinci olarak, Amerika ve Avustralya gibi birbirinden çok uzak yerlerdekiler dahil hemen tüm yeryüzü sakinlerinin geleneklerinde bir zamanlar yeryüzünde büyük bir tufanın koptuğu yolunda rivayetler vardır. Bunlardan çıkarılacak sonuç, insanlığın atalarının bir zamanlar yeryüzünün belli bir yöresinde yaşıyor olduklarıdır. Demek ki, bu olaydan sonra yeryüzünün çeşitli yerlerine dağılmışlar ve tufana dair rivayetlerini de beraberlerinde götürmüşlerdir. (Bkz. A’raf. an: 47)
47. Yani, “Ey Rabbim, Sen ailemin tüm üyelerini bu felaketten kurtaracağına söz verdin, öyleyse oğlumu da kurtar, çünkü o da benim ailemin bir üyesidir.”
48. Yani, “Sen hakimlerin en büyüğüsün, bu yüzden senin kararın (hükmün) son karardır ve ona karşı çıkacak kimse yoktur.” Ve “Sen hükmedenlerin en iyisisin, bu yüzden senin kararların (hükümlerin) tam bir bilgi ve mutlak adalet üzeredir.”
49. Allah, Hz. Nuh’un (a.s) inkarcı oğlunu “salih olmayan bir iş” (hedefini bulmamış bir eylem) olarak isimlendirmiştir. Çünkü çocuklar, kendilerini büyütebilsin, birer “salih kişi” olarak eğitebilsin ve Allah’ın insanı yaratmadaki gayesine ulaştırabilsinler diye yaratıcı tarafından ailelerinin himayesine tevdi edilmiştir. Eğer bir baba bu yetiştirme “süreci”nde elinden geleni yapar, çocuğu salih bir kişi olmaya yöneltir, fakat bu çabaları boşa çıkarsa, babanın ellerinde bir hammadde mesabesinde olan çocuk o zaman “gayesine ulaşmamış bir iş”e (Kur’an’daki tabiriyle amel-i gayr-i salih) benzemiş olacaktır. Apaçıktır ki Hz. Nuh’un münkir oğlu bir “amel-i gayr-i salih”ti, çünkü babasının onda görmek istediği “salih amel”lerden hiçbiri kendisinde bulunmamaktaydı. Dolayısıyla bu anlamda o, Hz. Nuh’un (a.s) ailesinden değildi. O Nuh ki, önce kendi kanından ve canından olanları gelmek üzere tüm kavmini “salih ameller”in potasına dökmek üzere yaratıcı tarafından gönderilmişti. Bu yüzden bu inatçı ve münkir oğul, Hz. Nuh’la (a.s) kan bağından gelen tüm haklarını kaybetmişti ve iş “tufan” azabına kalmıştı artık.
Şimdi diğer bir soruyu mütalaa edelim: Hz. Nuh (a.s) kendi canından, kanından olan çocuğuna niye şefaat edemiyordu? Cevap şudur: Eğer insan vücudunun bir parçası çürümüş kangren olmuşsa cerrah, vücudun kalan kısmının selameti uğruna o parçayı kesme kararı vermek durumundadır
Muhatabı kesmemesi için ricada bulunuyor diye, kesmemezlik edemez; aksine şunu söyler: “Bu organ artık senin vücuduna ait değil, çünkü çürümüş.” Tabii bu söz, çürümüş organ fiilen o vücuda ait değil anlamına gelmez, ancak şunu içerir. “Bu organ vücudun bir parçası olarak artık fonksiyonunu icra edemiyor. Görevlerini yerine getiren sağlıklı organlara bakarak, çürümüş organın artık bu vücuda ait olduğu söylenemez.” İşte aynı şekilde Hz. Nuh’a (a.s) “O senin ehlinden değil” dendiğinde, oğlunun kendi öz sulbünden olmadığı söylenmek istenmemiştir. “Bozuk ahlak ve muamelatı yüzünden artık senin salih ehlinden sayılamaz.” Küfür ve iman çatışmasında kafirlerin safında yer alanları cezalandırmak üzere tufan geldiğinde, senin oğlun müminlerle beraber kurtulmayı reddetti. Bu, senin zürriyetinle kafirler arasında bir çatışma olsaydı durum farklı olurdu fakat bu salihlerle salih olmayanlar arasındaki bir çatışmadır ve tufandan salihler kurtulacaktır. İşte kastedilen şey budur.
“Amel-i gayr-i salih” ibaresinin Nuh’un oğlu için özellikle kullanılmış olması çok manidardır. Bu kullanış, ailelerin çocuklarını yetiştirirken gözönünde bulundurmaları gereken hedeflere atıfta bulunmaktadır. Meseleye yalnızca yüzeyinden bakan aileler çocuklarını, salih bir insan olarak yetişip yetişmediklerine bakmaksızın sırf kendi zürriyet ve rahminden oldukları için büyütmektedirler. Fakat, ayette geçen ibare, müminlerden çocuklarına “bir iş”, “bir amel” gözüyle bakmalarını istemektedir.
Çocuklar ailelerine, Allah’ın insan için öngördüğü gayeye ulaşacak şekilde potaya dökülsünler, bu gayeye hazırlansınlar diye hazır bir fıtratla emanet edilmişlerdir. Bu yüzden bir aile çocuklarını, Allah’ın insan için öngördüğü hedefler doğrultusunda yetiştirmek için verdiği tüm çaba boşa gider de, çocuk daha sonra Allah’ın değil, şeytanın kulu-kölesi olursa, ebeveyn tüm bu çabalarına “boşa çıkmış gayretler” (Kur’an’daki tabiriyle “amel-i gayr-i salih”) gözüyle bakmak durumundadır artık. Bu durumda ebeveynin “boşa gitmiş emekler” üzerinde daha fazla durmaması gerekir.
Yukarıda vardığımız sonuca bakarak aynı kuralı bir müminin diğer ilişkilerine de uygulayabiliriz. Bir mümin belli akidelere inanan ve belli amellerle yükümlü bulanan bir kişi olduğuna göre, başkalarıyla olan tüm ilişkilerini bu inanç ve amel manzumesine göre belirleyecektir. Eğer müminin kan hısımları, bir müminin taşıması gereken niteliklere sahipse kurulan ilişki çift kat güçlü olacaktır. Fakat onlar bir müminin niteliklerini taşımıyorlarsa, mümin onlarla ilişkilerini yalnızca kan hısımlığı düzeyinde sürdürecek ve onlarla hiçbir manevi ilişkiye girmeyecektir. Ve eğer sonuçta bu ilişki iman ve küfür savaşında karşı karşıya gelecek biçimde tezahür ederse, mümin onlarla tıpkı diğer kafirlerle savaştığı gibi savaşmak zorundadır.
50. Rabbin’den gelen bu uyarı Hz. Nuh’un (a.s) bir iman zaafına düçar olduğu yahut da Hz. Nuh’un (as) cahili inançlara sahip olduğu anlamına gelmez. Zaten kendisinin bu uyarıya verdiği karşılık onun yüksek manevi seviyesinin bir göstergesidir. Hz. Nuh da tıpkı diğer peygamberler gibi bir insan olarak, çocuk sevgisi gibi insani hassasiyetlere sahipti. Nitekim, tufandan kurtulması için Rabbi’ne yalvarmıştı. Allah da kendisine “sen yüksek seviyeli bir peygambersin; kendi kanın ve canın için bile olsa böyle isteklerde bulunma”, şeklinde bir tavsiyede bulundu. İşte kendisine uyarı gelir gelmez peygamberliğin yüce makamında, sırf insan psikolojisinin kritik durumu yüzünden, yalnızca sıradan bir baba pozisyonuna düştüğünü anlamasının nedeni budur. Nitekim uyarıdan hemen sonra bu zaafından dolayı tevbe etmiş ve tufandan boğulan sanki oğlu değilmiş gibi davranmıştı. Dolayısıyla sergilediği karakter onun gerçek bir peygamber olduğunun açık göstergesidir. Çünkü aynı yüksek seviyeye yeniden dönmüş ve büyük bir yumuşaklıkla Rabbi’nden, Hakk’ı reddedip, batılı seçen oğluna meylettiği için kendisini bağışlamasını istemişti.