EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA KEHF SURESİ 94. VE 98. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
94- Dediler ki: “Ey Zu’l-Karneyn, gerçekten Ye’cuc ve Me’cuc,(69) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaktalar, bizimle onlar arasında bir sed inşa etmen için sana vergi verelim mi?”
95- Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkân) , daha hayırlıdır. Madem öyle, siz bana (insani) güçle yardım edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel kılayım.”(70)
96- “Bana demir kütleleri getirin,” iki dağın arası eşit düzeye gelince, “Körükleyin” dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: “Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim.”
97- Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne de onu delmeye güç yetirebildiler.
98- Dedi ki: “Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va’di geldiği zaman, O, bunu dümdüz(71) eder; Rabbimin va’di haktır.”(72)
AÇIKLAMA
69. Daha önce açıklama notu 62’de de değindiğimiz gibi, Ye’cuc ve Me’cuc eskiden beri Asya ve Avrupa’daki yerleşik imparatorluklara saldırılar düzenleyen kuzey doğu Asya’nın vahşi kabileleriydi. Tekvin’e göre (10. bölüm) bunlar Nuh’un oğlu Yafes’in soyundan gelmektedirler, müslüman tarihçiler de bu görüşü kabul etmişlerdir. Hezekiel’e göre (38. ve 39. bölümler) onlar Meşek (Moskova) ve Tubal (Tubalsek) ‘i ele geçirmişlerdi. İsrailli tarihçi Josephus’a göre, Ye’cuc ve Me’cuc, İskitlerdi ve ülkeleri Kara Deniz’in kuzey ve doğusuna dek yayılmıştı. Jerome’ye göre Me’cuc ülkesi Hazar Denizi’nin yakınında Kafkasya’nın kuzeyindeki toprakları kapsıyordu.
70. Yani “Bir yönetici olarak düşmanlarımızın saldırılarından sizi korumak benim görevimdir. Bu nedenle sizden bu amaçla fazla bir vergi almam doğru olmaz. Allah’ın bana verdiği hazineler buna yeter. Fakat siz bana iş gücü olarak yardım etmelisiniz.”
71. Yani, “Gerçi ben elimden geldiğince sağlam bir demir duvar yaptım, ama bu sonsuza dek sürecek değildir. Çünkü bu duvar ancak Allah’ın dilediği kadar sağlam kalacaktır ve Rabbimin va’di geldiğinde paramparça olacaktır. O zaman dünyadaki hiçbir güç onu koruyup, muhafaza edemeyecektir.
Allah’ın va’di ile iki şey kastedilmiştir: 1) Bu duvarın yıkılacağı an anlamına gelebilir, 2) Aynı şekilde Allah tarafından herşeyin yok edilip, helak edileceği an olan kıyamet saati kastedilmiş de olabilir.
Bazıları burada Zü’l-Karneyn’e isnad edilen duvarın Çin Seddi olduğu gibi yanlış bir izlenime kapılmışlardır. Oysa bu duvar Dağıstan ve Kara Denizle Hazar Denizi arasında yer alan Kafkasya’nın iki şehri olan Derbent ve Daryal arasına inşa edilmiştir. Kara Deniz ve Daryal arasında, aralarını büyük bir ordunun geçemeyeceği derin vadilerin ayırdığı yüksek dağlar vardır. Fakat Derbent ile Daryal arasında bu tür dağlar yoktur ve geçitler geniştir ve geçit veren cinstendir. Eski çağlarda kuzeyden gelen vahşi ve göçebe kabileler güneydeki toprakları bu geçitlerden yararlanarak istila ederlerdi. Bu akınlardan tedirgin olan Pers kralları korunmak için elli mil uzunluğunda 29 fit yüksekliği 10 fit genişliği olan bir duvar yapmak zorunda kaldılar. Bu duvarın kalıntıları bugün bile görülebilir. Bu duvarı ilk önce kimin yaptırdığı tarihi olarak tespit edilememiştir, fakat müslüman tarihçiler ve coğrafyacılar bu duvarı Zü’l-Karneyn’e isnad ederler. Çünkü bu duvarın kalıntıları Kur’an’da anlatılanlara benzemektedir.
İbn Cerir et-Taberi ve İbn Kesir aşağıdaki olayı kaydetmişler, Yakût ise Mu’cemü’l-Buldan adlı eserinde bu olaya değinmiştir: Azerbaycan’ın fethinden sonra Hz. Ömer H. 22 yılında Surâka bin Amr’ı Derbent’e bir sefer düzenlemekle görevlendirdiğinde Surâka, Abdurrahman bin Rabia’yı öncü koluna kumandan tayin etti. Abdurrahman Ermenistan’a girdiğinde, ülkenin yöneticisi Şehrbrâz karşı koymaksızın teslim oldu.
Daha sonra Abdurrahman Derbent’e doğru ilerlemek istediğinde, Şehrbrâz ona Zü’l-Karneyn tarafından inşa edilen bu duvar hakkında bütün ayrıntıları bilen bir adamdan bilgi topladığını haber verdi. Sonra o adam Abdurrahman’ın huzuruna getirildi. (Taberi, cilt. 3 sh. 235-239: el-Bidaye ven-Nihaye, cilt. 7, sh. 122-125; Mu’cemü’l-Buldan da Babül-Ebvab başlığı altında Derbent.)
İki yüz yıl sonra Abbasi Halifesi Vasık (H. 227-233) , Selâmü’l-Tercüman’ın başkanlığında elli kişilik bir heyeti Zü’l-Karneyn’in yaptığı duvarı incelemekle görevlendirdi. Bu heyetin gözlemlerine Yakût, Mu’cemü’l-Buldan’ın da İbni Kesir de Nihaye’sinde geniş yer vermiştir. Onlar bu yolculuğun Sâmarra’ya oradan Tiflis’e uzandığını, daha sonra es-Serir ve el-Lân üzerinden Filânşâh’a ulaştığını ve oradan da Hazar ülkesine vardığını söylerler. Bundan sonra Derbent’e girmişler ve orada duvarı görmüşlerdir. (el-Bidaye, c. 2, sh. 111, c.7 sh. 122-125; Mu’cemü’l-Buldan: Babul-Ebvab başlığı) Bu, hicretin 3. yy’na kadar müslüman bilginlerin Kafkas duvarını Zü’l-Karneyn’in yaptığı duvar olarak kabul ettiklerini göstermektedir.
Yakût, Mucemü’l-Buldan’ında aynı görüşü birkaç yerde vurgulamıştır. Mesela Hazar başlığı altında şunları yazar:
“Bu ülke Türklere aittir ve sınır Derbent denilen Babül-Ebvab’ın hemen arkasındaki Zü’l-Karneyn duvarına bitişiktir. “Aynı bağlamda Yakût, Halife Muktedirbillah’ın büyükelçisi Ahmed bin Fadlân’dan da bir söz rivayet eder. Ahmed, Hazar ülkesini ayrıntılarıyla tasvir etmiş ve Hazar’ın içinden Rusya’dan ve Bulgaristan’dan gelip Hazar Denizi’ne dökülen İdil nehri geçen ve başkenti İdil olan ülkenin adı olduğunu söylemiştir.
Babül-Ebvab’la ilgili olarak Yakût, şehrin hem Elbab, hem de Derbent olarak anıldığını söylemiş ve bu şehrin sınırları içinde kuzeyden güneye giden insanların yolculuğunu güçleştiren dar geçitler olduğuna değinmiştir. Bir zamanlar bu ülke Enûşirvan krallığı içindeydi ve İranlı yöneticiler o yöndeki sınırlarını kuvvetlendirmeye çok özen gösterirlerdi.
72. Zü’l-Karneyn kıssası burada son buluyor. Gerçi bu kıssa da “Mağarada Uyuyanlar” ve “Musa ile Hızır” kıssaları gibi, Mekke’li müşriklerin Peygamber’i (s.a) sınamak için sordukları sorulara bir cevap olarak anlatılmıştır; ama Kur’an bu kıssayı kendi amaç ve gayesi doğrultusunda kullanmış ve şöyle demek istemiştir: “Ehl-i Kitap’tan şöhretini işittiğiniz Zü’l-Karneyn sadece bir fatih değildi, o aynı zamanda tevhide, öldükten sonra dirilmeye inanan bir mümindi; adalet ve cömertlik ilkeleriyle hareket ediyordu. O, sizin gibi geçici mallara aldanan ve kendini üstün gören cimri bir insan değildi.”