sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA NUR SURESİ 1. VE 2. AYETLER

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA NUR SURESİ 1. VE 2. AYETLER
06.05.2021
741
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla

1- (Bu,) İndirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir suredir; içinde umulur ki, öğüt alıp-düşünürsünüz diye apaçık ayetler(1) indirdik.
2- Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun.(2) Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız,(3) onlara Allah’ın dini(ni uygulama) konusunda sizi bir acıma tutmasın; onlara uygulanan cezaya mü’minlerden bir grup da şahit bulunsun.(4)

AÇIKLAMA

1. Tüm bu cümlelerde vurgunun “Biz” üzerinde olması, bunu indirenin başkası değil, ancak Allah olduğunu, bu nedenle bu hükümlerin sıradan bir tebliğcinin sözü gibi hafife alınmaması gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca, bütün bu hükümlerin insanların hayat ve kaderlerini elinde tutan ve ölümden sonra bile kendisinden kurtulunması mümkün olmayan biri tarafından gönderildiğine dikkat çekilmektedir.
İkinci cümle, bu surede indirilen hükümlerin kabul etmek ve etmemekte serbest kalınan öğütler cinsinden olmadığını özellikle ifade ediyor. Bunlar, kesinlikle itaat edilmesi gereken farzlardır. “Eğer gerçekten mümin ve müslümansanız bunları uygulamak zorundasınız” deniyor.
Üçüncü cümle, bu surede gelen talimatların herhangi bir kapalılıktan uzak olduğunu ve açık sözlerle ifade edildiğini belirtmektedir. Bu nedenle, “anlamadık” diyerek onları uygulamazlık yapamazsınız” denmektedir.
Bu ayet, kendisini belirli hükümlerin izleyeceği kutsal mesaja bir giriş niteliğindedir. Girişin tonu, Allah’ın Nur Suresi’nde indirdiği hükümlere verdiği önemin büyüklüğünü göstermektedir. Hükümler içeren başka hiçbir surenin girişi böylesine vurgulanmış ve yaptırımcı değildir.
2. Bu meselenin açıklanma gerektiren pek çok hukukî, ahlâkî ve tarihi yönleri vardır. Eğer bu yönler ayrıntılarıyla açıklanmazsa, günümüzün insanı buradaki ilâhî kanunu anlamakta güçlük çekecektir. Bu yüzden sorunu çeşitli yönleriyle tartışacağız:
1) Zina’nın herkeçe bilinen genel anlamı, “aralarında karı-koca ilişkisi olmayan erkekle kadın arasındaki cinsel ilişkidir.” İnsanlık tarihinin en eski günlerinden bugüne değin bu fiilin ahlâkî açıdan kötü, dini açıdan günah ve sosyal açıdan şerli ve kabul edilmez olduğu konusunda tüm sosyal sistemler görüş birliği halindedir ve akıl ve mantıklarını şehvetlerine uydurmuş veya yolsuz düşüncelerine “orijinal” yaklaşımlarında felsefî olma çabasında görünen sapmış bireylerin dışında hiçbir aykırı ses de çıkarmamıştır. Bu konudaki evrensel görüş birliği, insan fıtratının zinadan nefret etitği gerçeğine bağlıdır. Gerçekten, insan soyunun ve medeniyetin geleceği, karı-koca ilişkisinin, sosyal hayatta bütünüyle tanınmış olmakla kalmayıp, sosyal yapının da garanti ettiği kalıcı ve kırılmaz bir sadakat bağına dayanmasına bağlıdır. Bu olmadan insan türü varlığını sürdüremez. Çünkü, çocuk yaşaması ve gelişmesi için yıllarca sürecek bir bakıma ve şefkate muhtaçtır. Kadın, çocuğunun doğum nedeni olan erkeğin işbirliği olmadan bu yükü tek başına taşıyamaz. Aynı şekilde, insan medeniyeti de bir erkek ve bir kadının birlikte geçen hayatının, bir ev kurup, bir aile oluşturup, aileler arasında ilişkilere ve bağlantılara girmelerinin ürünüdür. Eğer erkekler ve kadınlar bu temel gerçeği, yani bir ev ve aile kurmayı gözardı ederler ve yalnızca zevk ve şehvetlerinin doyumu için serbestçe bir araya gelecek olurlarsa, insan toplumunun yapısı bütünüyle çöker. Böyle bir durumda, gerçekten insan medeniyeti ve kültürünün üzerine oturduğu temeller yıkılacak ve sosyal hayat kavramının tüm ana öğesi kaybolacaktır. İşte bu nedenlerledir ki, erkeklerle kadınların orada kabul edilmiş ve değişmez sadakat bağları olmadan serbestçe bir arada yaşamaları insan fıtratına bütünüyle iğrenç gelen bir şeydir ve yine bu nedenledir ki zina her çağda ahlâkî bir şer ve dini terminolojide ağır bir günah sayılmıştır. Dolayısıyla, her çağda sosyal sistemler evlilik kurumunu kabul etmiş ve benimsenen önlemlerin şekli ise farklı sosyal, kültürel ve dini sistemlere göre değişiklik göstermiştir. Bu farklılık, zinanın korkunç etkilerinin çeşitli derecelerde kavranmasının sonucudur; bazı toplumlar onu diğerlerinden daha iğrenç görürken, bazıları onu açıkça ele alıp düşünmüş, daha bazıları ise diğer sorunlarla karıştırmışlardır.
2) Her ne kadar zina her zaman çirkin bir şey olarak görülmüşse de, yasal açıdan ceza gerektirici bir suç olup olmadığı noktasında farklı farklı görüşler ortaya çıkmış ve İslâm bu açıdan diğer din ve hukuk sistemlerinden ayrılmıştır. İnsan fıtratına yakın olan sosyal sistemler erkekle kadın arasındaki gayri meşru ilişkiyi ciddi bir suç saymış ve karşılığında ağır cezalar öngörmüşlerdir. Fakat, ahlâkî ölçülerde bozulmalarla birlikte bu ahlâkîlik gittikçe zayıflamış ve bu suça karşı çok daha hoşgörülü bir tutum takınılmıştır.
Bu bağlamda ilk yaygın sapma, evli erkek ve kadınların, bekâr erkek ve kadınlar arasındaki yasa dışı ilişkinin birbirinden ayrılmasıdır. Ancak ilki ceza gerektirici bir suç olarak değerlendirilirken, ikincisi basit bir suç olarak ele alınmıştır.
Çeşitli hukuk sistemleri zinayı, “(ister evli ister bekâr olsun) bir erkekle herhangi bir kişinin karısı olmayan bir kadın arasındaki cinsel ilişkidir” şeklinde tanımlar. Bu tanım erkekten çok kadının durumunu dikkate alır. Eğer bir kadın kocasızsa, onunla yapılacak yasa dışı ilişki, erkek evli olsun olmasın zinanın kapsamına girer. Eski Mısır, Babil, Asur ve Hind yasaları bu suça çok hafif cezalar vermiş ve aynısı Yunanlılarla Romalılar tarafından benimsenerek, daha sonra da bu konudaki Yahudi görüşünü etkilemiştir. Kitab-ı Mukaddes’te bu suç karşılığında yalnızca para cezası öngörülür. Bu konudaki ilgili hüküm şöyledir:
“Ve eğer bir adam nişanlı olmayan bir kızı aldatır ve onunla yatarsa, kendi karısı olmak üzere mutlaka onun için ağırlık verecektir. Eğer babası, ona kızı hiç vermek istemezse bakirelere verilen ağırlığa göre para verilecektir.” (Çıkış, 22: 16-17) .
Aynı hüküm farklı kelimelerle Tesniye’de de tekrarlanır:
“Eğer bir adam kız olan nişanlanmamış genç bir kadın bulursa ve tutup onunla yatarsa ve onlar bulunurlarsa, o zaman onunla yatmış olan adam genç kadının babasına elli miskal gümüş verecektir ve kadın onun karısı olacaktır, çünkü onu alçaltmıştır.” (Tesniye, 22: 28-29) .
Yahudi hukukuna göre, eğer bir hahamın kızı ahlâksızlık yaparsa yakılarak cezalandırılır ve ahlâksızlığında kendisine ortak olduğu belirtilen erkek de boğulur. (Every man’s Talmud, sh: 319-320.)
Bu anlayışın Hindu anlayışıyla yakınlık derecesini görmek için, onu Manu yasalarıyla karşılaştırmaya değer, Manu’ya göre, “Kendi kastından evlenmemiş bir kızla ve kızın rızasıyla yasa dışı ilişkide bulunan herhangi bir kişi cezalandırılmaya hak etmiş değildir. Eğer kızın babası isterse ona belli bir karşılık vermek ve kızla evlenmek zorundadır. Fakat eğer kız daha üst bir kasta ve erkek de daha aşağı bir kasta mensupsa bu durumda kız babasının evinden çıkarılır ve erkeğin kolları ve bacakları kesilir.” (Adhasi, 8, Aşlok, 365-366) . Eğer kız bir Brahman’sa, erkeğe verilecek ceza diri diri yakmaya çevrilebilir. (Aşlok. 377.)
Bütün bu hukuk sistemlerinde ancak evli bir kadınla girişilecek yasa dışı ilişki büyük suçtu. Kadın ile erkeğin zina suçundaki yasa dışı ilişkiden çok, bir çocuğun, gerçek babası olmayan bir erkek tarafından yetiştirilmesinin doğuracağı alışılmamış durum olsa gerektir. Bu bakımdan, bunu bir suç ve erkekle kadını suçlu saymaktaki gerçek etken bizzat zina olayı değil, soyların karışması tehlikesi ve birinin çocuğunu başkası pahasına yetiştirme sorunuyla, bu çocuğun erkeğin malına mirasçı olma ihtimalidir.
Mısır hukukunda erkek sopayla şiddetle dövülür, kadınınsa burnu kesilirdi. Benzer cezalar Babil, Asur ve İran’da da vardı. Hindularda kadın parçalanmak üzere köpeklere atılır, erkek ise diri diri yanması için çevresinde ateş yanan kızgın bir demir yatağa konurdu. Yunan ve Roma hukukunda önceleri karısı zina eden erkeğe karısını öldürme hakkı tanınıyordu. Erkek ayrıca para da isteyebilirdi. İ.Ö. 1’inci yüzyılda Augustus Sezar, erkeğin malının yarısının elinden alınması ve kendisinin de sürgün edilmesi hükmünü getirdi. Kadının ise çeyizinin yarısı alınıyor, mallarının üçte biri istimlâk ediliyordu; ayrıca kadın, ülkenin uzak bir bölgesine gönderiliyordu. Konstantin bu konumu değiştirdi ve hem erkek, hem de kadın için ölüm cezası getirdi. Leo ve Marsion dönemlerinde bu ceza ömür boyu hapis cezasına dönüştürüldü. Jüstinyen, daha sonra kamçıyla dövülüp bir manastıra gönderilmesini, kocaya ise isterse onu iki yıl içinde manastırdan çıkarma hakkı tanınmasını, aksi halde kadının manastırda ölünceye dek kalmasını emretti.
Yahudi hukukunda, evli bir kadınla yasa dışı ilişkide bulunmanın hükümleri şu şekillerdeydi:
“Ve her kim bir kadına yaklaşırsa, ve o kadın cariye ise, bir kocaya nişanlı ise ve fidyesi verilmemiş, yahut azad edilmemişse cezalandırılacaklardır; öldürülmeyecekler, çünkü kadın azadlı değildi.” (Levililer: 19-20) .
“Ve başka birinin karısı ile zina eden komşusunun karısı ile zina eden adam, hem o, hem kadın mutlaka öldürülecektir.” (Levililer, 20: 10) .
“Eğer bir adam, başka bir adamın karısı olan bir kadınla yatarken bulunursa, o zaman kadınla yatan adam ve kadın onların ikisi de öleceklerdir ve kötülüğü İsrail’den kaldıracaksın.” (Tesniye, 22: 22) .
“Eğer kız olan bir genç kadın, bir adama nişanlı ise ve bir adam onu şehirde bulup onunla yatarsa, o zaman onların ikisini de o şehrin kapısına çıkarcaksınız ve onları şehirde olduğu halde bağırmadığı için kadını ve komşusunun karısını alçalttığı için erkeği taşla taşlayacaksınız ve ölecekler ve kötülüğü aranızdan kaldıracaksınız. Fakat adam nişanlı genç kadını kırda bulursa ve onu yakalayıp kendisiyle yatarsa, o zaman yalnız onunla yatmış olan adam ölecektir, fakat genç kadına bir şey yapmayacaksın, genç kadında ölüme müstehak suç yoktur, çünkü bir adam komşusuna karşı nasıl kalkar ve onu öldürürse, bu şey de öyledir.
Bununla birlikte Hz. İsa’nın gelişinden uzun zaman önce Yahudi hukukçu ve bilginleri, zenginler ve yoksullar bu kanunların uygulanmasını bırakmış durumdaydılar. Ahdi Atik’te yazılı da olsa, ilâhî bir hüküm olarak da görülse, kimse bunu uygulama eğilimi göstermemiştir. Tüm Yahudi tarihinde bu hükmün uygulandığını gösteren tek bir olay yoktu. Hz. İsa risalet görevine başlayıp da, halkı ölümsüz gerçeğe çağırmaya koyulunca, akıntıyı durdurmanın hiçbir yolu olmadığını gören Yahudi bilginleri, Hz. İsa’ya zina suçlusu bir kadını getirerek, durumu bir karara bağlamasını istediler. (Yuhanna, 8: 1-11) . Amaçları Hz. İsa’yı bir çıkmaza sokmak ve tahrik edip utandırmaktı. Eğer taşlamaktan başka bir ceza verme eğilimi gösterirse, “Dünyevi endişelerle ilâhî yasayı değiştiren tuhaf bir peygamber var burada” diyerek, Hz. İsa’yı yereceklerdi. Yok, taşlama cezası verecek olsa, bu kez de hem onu Roma hukukuyla doğrudan bir çatışmanın içine sokmuş olacaklar ve hem de bunu fırsat bilip, halka dönerek, “Bakın, bakın! Sizi Tevrat’ın tüm sertlikleriyle karşı karşıya bırakan bir peygambere inanacak mısınız?” diyeceklerdi. Fakat Hz. İsa, tek bir cümleyle tobloyu tersine çevirdi ve şöyle dedi: “İçinizde kimin günahı yoksa, kadına ilk taşı o atsın.” Bunun üzerine bilginler utanç içinde birer birer çekip gittiler ve Yahudi bilginlerinin ahlâkî çöküntüsü bütünüyle açığa çıktı. Kadın yalnız kalınca Hz. İsa kendisini uyardı ve tevbe ettirip serbest bıraktı. Hz. İsa’nın bu davranışının nedeni, kendisinin davayı karara bağlayacak herhangi bir mahkemenin yargıcı olmayışı, kadın aleyhinde herhangi bir delilin getirilmemiş olması ve İlâhî Kanunu uygulayacak bir hükümetin bulunmayışıdır.
Bu olayı ve Hz. İsa’nın değişik durumlar üzerine söylediği bir takım yoruma muhtaç sözlerini temel olan Hıristiyanlar, zina suçu hakkında bütünüyle yanlış bir anlayışa vardılar. Onlara göre, bekâr bir erkekle bekâr bir kadın arasındaki yasa dışı ilişki günah olmaya günahtır, ama ceza gerektirici bir suç değildir. Ama erkek veya kadından biri veya her ikisi de evliyse, o zaman zina suçu ortaya çıkar. Bu da yasa dışı ilişkinin kendinden çok mihrapta papazın önünde edilen sadakat yeminini bozmuş olmaktan dolayıdır. Bununla birlikte, kadına, zina etmiş olan kocasını mahkemeye verip, sadakat yeminini çiğnediğinden dolayı boşanma isteme hakkı tanımanın dışında bu suç için ön görülmüş bir ceza da yoktur. Öte yandan, zina eden kadının kocası da karısından boşanma istemiyle dava açabilir ve ayrıca karısıyla yasa dışı ilişkide bulunan adamdan tazminat isteyebilir. Hıristiyan hukukunun zinaya verdiği ceza budur. İşin daha tuhafı, bu cezanın iki uçlu bir kılıç oluşudur. Çünkü sadakatsizliğini kanıtlayarak kocasından boşanmaya hak kazanan ve böylece ondan kurtulan bir kadın Hıristiyan hukukuna göre bir daha evlenemez.
Aynı şekilde sadakatsizliğinden dolayı karısını mahkemeye vererek boşanan erkek de bir daha evlenemez. Bir Hıristiyan mahkemesinde birbirlerini sadakatsizlikle suçlayan erkek ve kadının her ikisi de, hayatlarının geri kalan kısmında yeniden evlenme hakkından yoksun bırakırlar.
Çeşitli ülkelerde müslümanlar tarafından benimsenen bu konudaki modern batı yasaları da bu anlayışın ürünüdür. Bu yasalara göre bir zina belki kötü bir şeydir, bir ahlâksızlıktır ve günahtır, fakat bir suç değildir. Yasa dışı ilişki ancak karşı tarafın rızası olmadan yapılırsa bir suç olur. Evli bir erkeğin zina etmesi durumunda, isterse karısı şikayetçi olur bunu kanıtlar ve boşanır. Aynı şekilde, zina eden bir kadının kocası da, karısından boşanmak için zina ettiği adamdan dava açabilir.
3) İslâm hukuku, tüm yukardaki anlayışların tersine zinayı ceza gerektirir bir suç olarak görür ve bunun evli bir kişi tarafından işlenmesi suçu daha da artırır. Bu ne erkekle kadın arasındaki sadakat yemininin çiğnenmesinden, ne de evlilik hak ve ödevlerini yerine getirmemektendir. Cinsel arzuları gidermede meşru yol varken, gayri meşru bir yola başvurulduğundan böyledir bu. İslâm hukuku, zinaya, serbest bırakıldığında hem insan soyunun, hem de insan medeniyetinin köküne balta vuracak bir eylem gözüyle bakar.
İnsan türünün korunması ve insan medeniyetinin istikrarının bozulmaması için erkek-kadın ilişkileri yalnızca meşru ve güvenilir araçlarla düzenlenmelidir. Ve cinslerin birbiriyle serbestçe karışımı için fırsat ve imkân verilirse, böyle bir ortamda cinsel arzularını serbestçe doyurma fırsatı bulacak bir kadın veya erkekten aile hayatının ağır sorumluluklarına katlanması beklenemeyeceğinden, bu ilişkiyi kayıt altına almak mümkün olmaz. Çünkü, bu durumda konacak kayıtlar, herkes biletsiz yolculuk yapabilirken, bir tren yolculuğu için bilet almak gibi anlamsızlaşacaktır. Ancak biletsiz yolculuk yapmak suç sayıldığı zaman bilet almak gerekli hale gelir. Bilet almaya mali imkânları elvermediği için biletsiz yolculuk yapan bir kimse bile bu durumda yine belli ölçüde suçludur. Ama, zengin birisi bu yola başvuracak olursa, onun suçu çok daha ağır olacaktır.
4) İslâm, zina belâsından insanlığı kurtarmak için yalnızca ceza kanunlarına güvenmez. Geniş düzeyde yapıcı, düzeltici ve önleyici tedbirler de alır. Cezaya ancak son çare olarak bakar. İslâm, kişiler zina etsin, ben de durmadan sopa atayım heveslisi değildir. Gerçek amacı, bu suçun hiç işlenmemesini ve karşılığındaki ağır cezaya kimsenin maruz kalmamasını sağlamaktır. Bu amaçla herşeyden önce kişiyi arıtır, temizler, kalbine herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah’ın korkusunu yerleştirir. Yaptıklarından ölümle bile kurtulamayıp, ahirette hesap vereceği duygusuyla donatır onu. Önce gerçek bir iman ve sonra da İlâhî Kanuna itaat zorunluluğunu iliklerine kadar yerleştirir. Sonra da, zina ve iffetsizliğin Allah’ın sert bir biçimde cezalandıracağı çirkin ve ağır suçlardan olduğunu tekrar tekrar ifade eder. Kur’an’ın çeşitli yerlerinde görürüz bunu.
(1) Mahrem yakınlar, baba, kız, amca, yeğen, hala ve teyze gibi İslâm hukukunda kendileriyle evlenebilmesi yasak olan kişilerdir. Mahrem olmayanlar ise, amca,dayı, hala, teyze çocukları gibi evlenilmesi yasak olmayan yakınlardır.
İslâm bunlarla da yetinmez, evlilik için tüm kolaylıkları sağlar. Tek bir kadınla yetinemeyenler için dört kadına kadar evlenme izni verir. Eğer karı ve koca güler yüz tatlı dille geçinemiyorlarsa, boşanma için gerekli kolaylık ve imkânlar (talak ve hula’) hazırlanmıştır. Eşler arasındaki anlaşmazlık durumunda, her iki taraftan aile mensuplarının araya girmesiyle uzlaşma, o da mümkün olmazsa boşanıp yeniden evlenme çareleri her zaman vardır. Bütün bunlar, Bakara, Nisa ve Talak Surelerinde açıklanmıştır. Bu surede de bekâr kalmak doğru görülmemiş ve bekârların evlendirilmesi, hatta köle ve cariyelerin bile bekâr bırakılmaması için açık bir hüküm konmuştur. Sonra İslâm, insanı zinaya götürecek tüm yolları kapamıştır. Zina cezasının konmasından bir yıl önce kadınlara örtünmeleri ve evlerinden dışarı çıktıklarında baş örtülerini indirmeleri emrolunmuştur. (Bkz. Ahzap Suresi) . Hz. Peygamber’in (s.a) her müslüman aile için model olan hanımlarına edep ve vakarlarıyla evlerinde kalmaları, güzellik ve süslerini sergilememeleri buyurulmuştur.
Bunun da ötesinde, erkeklerle konuşmaları gerektiğinde perde arkasından konuşmaları hükmü getirilmiştir. Cahiliyet çağının iffetsiz kadınlarını değil de, Hz. Peygamber’in (s.a) hanımlarını ve kızlarını fazilet örnekleri olarak gören tüm mümin kadınlar için modeldi bu. Aynı şekilde, zinanın cezası konmadan önce erkek ve kadınların serbestçe bir arada bulunmaları yerilmiş ve kadınların makyaj ve zinetleriyle dışarı çıkmaları yasaklanmıştı.
Ancak bütün bu tedbirlerden sonra zinanın ceza gerektirici bir suç olduğu ilan edilmiş ve iffetsizliği her ne şekilde olursa olsun yaymak da yasaklanmıştır. Yine, fuhuş da resmen yasaklar arasına girmiş ve gerek erkek, gerekse kadın herkesi zinayla suçlayıp, delilsiz bunu yaymak karşılığında sert bir ceza konmuştur. Sınırsız göz ziyafetlerinin şehvete ve yasadışı aşklara kapı açmaması için erkeklere bakışlarına hakim olmaları emredilmiştir. Aynı şekilde, kadınlara da mahrem olan ve olmayan yakınlar(1) arasında ayırım yapmaları emri getirilmiştir. Bütün bunlar, zina için öngörülen cezanın yalnızca bir parçasını oluşturduğu bütün bir yapının anlaşılması için yeterlidir sanırım. Bu ceza da, bireyi ve toplumu ıslah için getirilen bütün bu hükümlerden ve önlemlerden sonra, cinsel arzularını doyurmak için yasadışı yollara başvurmakta direten düzelmesi imkânsız kişiler içindir. Elbette böyleleri kırbaçlanmayı hak etmişlerdir. Kötü birine verilen ceza, aynı eğilimi taşıyanlar için psikolojik bir caydırıcı etkendir. Bu ceza, yalnızca suçluya verilen bir ceza değil, aynı zamanda, İslâm toplumunda sefahete yer olmadığının ve kimsenin sınırsız bir zevk ve sefa hayatı yaşayamayacağının açık bir ilanıdır da. İslâmî ıslah planını bu açıdan değerlendirebilen bir kişi, bu yasanın tek bir parçasından bile vazgeçilemeyeceğini kavrayacaktır. Ancak bu ilâhî kanunu anlayamayan bencil bir reformist onu değiştirmeyi düşünebilir veya Allah’ın öngördüğü sosyal düzenin hedefini bile bile değiştirmek isteyen fitneci ve şerli bir kimse onu kaldırmaya girişebilir.
5) Zinanın, H.3. yılda kötü bir hareket olduğu ilan edildi. Fakat o zaman daha henüz inzibat ve mahkemeler yasal işlemleri başlatacak düzeyde olmadıklarından kanunî, bir suç değildi, yalnızca aile kurumuna karşı işlenmiş sosyal bir suç olarak görülüyordu. Bu yüzden, aile üyeleri suçluyu cezalandırabiliyorlardı. O zamanki hüküm, eğer dört kişi bir erkekle kadını zina ederken görürlerse, her ikisinin de dövülmesi ve ayrıca kadının evde hapsedilmesi şeklindeydi. Fakat, bu hükmün ilerde verilecek emirlere kadar geçerli olacağı ve gerçek yasanın daha yeni konacağı da ima edilmişti. (Bkz. Nisa: 15) . Aradan iki veya üç yıl geçtikten sonra, bu suredeki hüküm inerek, önceki hükmün geçerliliğini kaldırdı ve zinanın ağır cezayı gerektirici bir suç olduğunu ilan etti. Bu ceza artık İslâm devleti tarafından uygulanabilecekti.
6) Bu ayette (2. ayet) öngörülen ceza bekârlar arasındaki cinsel ilişki içindir; İslâm hukukunda çok daha ağır bir suç olan evlilik sonrası yasa dışı ilişkileri kapsamaz. Bu durumda, yani buradaki cezanın bekârlar için olduğuna Nisa: 15 ve 25’te işaret edilmektedir:
“Kadınlarınızdan bir iffetsizlik (fuhuş) yapanlar üzerine içinizden dört şahit tutun. Eğer şahitlikte bulunurlarsa, o (kadın) ları ölüm kendilerini alıp götürünceye veya Allah kendileri için bir yol kılıncaya kadar evlerde tutun.” (Nisa: 15)
“İçinizden kimin mümine-muhsana (asil ve iffetli) kadınları nikahlamaya gücü yetmezse, elleriniz altında bulunan mümine cariyelerinizden (alsın) . Allah imanınızı daha iyi bilir. Kiminiz kimin(iz) dendir; o halde iffetlerini koruyan, fuhuşta bulunmayan ve gizli dostlar tutmayan namuslu kadınlar olmak üzere, sahiplerinin izniyle onları nikahlayın ve ma’ruf üzere ücretlerini verin. Böylece muhsana olduklarında eğer bir iffetsizlik yaparlarsa üzerlerine asil ve iffetli kadınlar için olan cezanın yarısı vardır.” (Nisa: 25) .
Ayet: 15, ortaya koyduğu hükme göre hapsedilmiş “zaniye” kadınlar için Allah’ın bir yol açacağı ümidini getiriyordu. İşte, bu surenin 2’nci ayeti Nisa 15’de verilen sözü yerine getirmiş oldu. Sonra, Nisa 25’te zina eden evli cariye hakkındaki hüküm açıklandı. Muhsanat kelimesi, aynı ayette aynı bağlamda iki kez kullanılmakta ve her iki yerde de ayrı anlamı ifade ettiği belli olmaktadır. Şimdi, cümleye yeniden bakalım. “İçinizden kimin muhsanat’ı nikahlamaya gücü yetmezse…” Açıktır ki, burada muhsanat’tan kasıt evli kadın değildir, asıl (hür) olan bekâr kadından söz edilmektedir burada. Sonra ayetin sonunda, bir cariye evlendikten sonra zina edecek olursa, hür bekâr kadına verilen cezanın yarısıyla cezalandırılması emredilmektedir. Bu cümlede kullanılan muhsanatın ilk cümlede kullanılanla aynı anlama geldiği, yani hür bir ailenin koruyuculuğu altındaki bekâr kadını ifade ettiği açıktır. Böylece, Nisa Suresi’ndeki bu iki ayetten, Nur Suresi 2’nci ayetindeki hükmün Nisa 15’te verilen sözü yerine getirdiği ve bunun da bekâr erkek ve bekâr kadın arasındaki cinsel ilişkinin cezasını ortaya koyduğu sonucu çıkmaktadır. (Ayrıca bkz. Nisa an: 46) .
7) Kur’an, evlilik sonrası zina cezasından söz etmez, bunu belirleyen sünnet olmuştur. Çok sayıda sahih hadislerden öğrendiğimize göre, Hz. Peygamber (s.a) bunun için “recm-taşlayarak öldürme” cezasını sadece ifade etmekle kalmamış, bir çok kereler bizzat kendisi uygulamıştır. Sonra, ardından gelen halifeleri de hilafetleri süresinde bunu uygulamakla kalmamışlar, cezanın bu şekilde olduğunu defalarca belirtmişlerdir. Sahabeler ve onları izleyen (Tabiun) bu noktada öylesine bir görüş birliği içindeydiler ki, bu dönemde bu yasanın sıhhatinden kuşku ifade eden tek bir ses çıkmamıştır. Bunu doğrulayan çok sayıda sağlam ve kesintisiz aktarılagelen deliller olduğu için, her çağda ve her ülkede tüm fakihler bu konuda sünnetin öngördüğü cezanın “recm” olduğu üzerinde birleşmişlerdir. Tüm İslâm tarihinde, bu cezanın Hz. Peygamber (s.a) tarafından konduğu konusunda genel delillerin zayıflığından değil de, bunu “Kur’an’a Karşı” saydıkları için reddeden Haricilerle bir kısım Mutezililer dışında kimse “recm”i inkâr yoluna gidememiştir. Haricilerle bir kısım Mutezilînin reddi de Kur’an’ı anlayışlarındaki eksiklikten kaynaklanıyordu. “” kelimelerini genel anlamda kullanmakla, Kur’an’ın zina cezası olarak yüz değnek vurulmasını öngördüğünü ileri sürüyorlardı. O halde, Kur’an’da öngörülen zina cezası yalnızca buydu. Onlara göre ve zina suçu işlemiş evli kişiler için farklı bir ceza koymak İlâhî Yasaya aykırı olurdu. Fakat, Kur’an ayetlerinin Hz. Peygamber (s.a) tarafından yapılan tefsirinin hukuk alanında,tefsirin Hz. Peygamber’den (s.a) geldiği kesin olduğu sürece Kur’an gibi aynı ağırlık ve yetkiye sahip olduğunu unutuyorlardı onlar.
Kur’an bir başka yerinde yine genel anlamda “” kelimelerini kullanır ve erkek olsun kadın olsun her hırsızın elinin kesilmesi cezasını öngörür. Şimdi, Hz. Peygamber’den (s.a) sahih olarak gelen sınırlamaları (takyid-tahsis) bir tarafa kor ve bu hükmü kelime anlamıyla değerlendirecek olursak, bu durumda iğne veya bir erik çalan kadın-erkek herkesin hırsız sayılması ve ellerinin omuzdan kesilmesi gerektiği sonucuna varırız. Öte yandan, bir milyon lira çalmış olan bir hırsız tutuklandığında düzeldiğini ve tevbe ettiğini söylerse, (hemen hırsızlığın cezasını ortaya koyan ve ayetten sonra gelen) “Kim zulmünden sonra tevbe eder ve kendini düzeltirse, muhakkak Allah tevbesini kabul eder” (Maide: 39) ayeti gereği serbest bırakılacaktır.
Yine, Kur’an yalnızca süt-anne ve süt-kızkardeşlerle evlenmeyi yasaklar. Bu durumda, bizim Haricî ve bir takım Mutezilîlere göre böyle bir yasak süt-kıza uygulanmayacaktır. Kur’an aynı zamanda ve bir arada iki kız kardeşi nikâh altında bulundurmayı yasaklar; öyleyse, bir kadınla hala veya teyzesini aynı anda nikâh altında tutmak Kur’an’ın hükmünü çiğnemek sayılmamalıdır. Yine, Kur’an yalnızca üvey-babasının evinde beslenip büyütülmüş üvey kızla evlenmeye izin vermez, bu durumda sözünü ettiğimiz akıl yürütmeye göre, her ne durumda olursa olsun üvey kızla evlenmeyi mutlak anlamda yasaklamak Kur’an’a aykırı olacaktır.
Aynı şekilde Kur’an, kişi yolculuktayken ve ödünç (borç) belgelerini hazırlayacak kimse yokken ipoteğe izin verir, buna göre, eğer kişi evindeyse ve yazacak kimse de varsa, o zaman ipotek Kur’an-dışı sayılacaktır. Sonra, Kur’an genel anlamda, “Her alışveriş yaptığınızda şahit bulundurun” diye emreder, bu durumda, Haricî ve Mu’tezilî düşünceye göre, pazar yerlerinde yapılan tüm şahitsiz alışverişler gayri meşru sayılacaktır.
Bu birkaç örnek, recm cezasını Kur’an’a aykırı bulanların akıl yürütmelerindeki yanlışlığı kanıtlamaya yeterlidir. Kimse, Hz. Peygamber’in (s.a) İslâm hukuk sistemindeki yetki ve rolünü inkâr edemez. İlâhî hükümlerin amaç ve hedefini, işleme biçimini ve hangi durumlarda uygulanıp, hangi durumlarda bir başka hükmün geçerli olacağını yalnızca o açıklayabilir. Hz. Peygamber’in (s.a) bu mevki ve yetkisini inkâr etmek, yalnızca İslâm’ın ilkelerine karşı olmakla kalmaz, aynı zamanda uygulamada da sayısız karışıklıklar doğurur.
8) Zina’nın yasal tanımıyla ilgili olarak fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre zina bir erkeğin karısı veya cariyesi olmayan bir kadınla, bu kadının karısı veya cariyesi olduğu şeklinde yanlış bir tanımada bulunduğuna dair geçerli bir neden bulunmaksızın önden yaptığı cinsel ilişkidir. Bu tanıma göre, bir kadınla arkadan yapılan ilişki, eşcinsel ilişkiler ve hayvanlarla doyuma ulaşma zina kapsamına girmemektedir. Burada zina yalnızca, ortada yasal bir hak ve şüphe olmaksızın bir kadınla önden yapılan ilişkinin adı olmaktadır. Şafiîlere göre zina, yasaklanmış olmakla birlikte, çok doğal bir eylem olarak erkeğin cinsel organının kadının cinsel yerine girmesidir. Malikîlere göre, ortada yasal bir hak ve yasallığı konusunda bir şüphe olmaksızın, erkeğin cinsel organının kadının ön cinsel organına girmesidir. Bir kadın veya erkekle arkadan cinsel ilişkide bulunma da zina kapsamının içindedir. Son iki tanıma göre, eşcinsellik de zina sayılmaktadır. Bu tanımların hepsinin de zinanın genel anlamından çıkarıldığı açıktır. Kur’an, kelimeleri her zaman genel anlamlarıyla ve bir kelimeyi kavramlaştırmadıkça her zamanki kullanımı içinde ele alır. Kelimeyi kavramlaştırdığında ise onun özel anlamı açıkça belirtilir. Zina kelimesinin geçtiği yerde, onun herhangi bir farklı anlamda kullanıldığına dair en küçük bir işaret yoktur.
Bu nedenle zina, bir kadınla tabi yoldan yapılan gayri meşru ilişkiyle sınırlı kalmakta ve diğer cinsel ilişki şekillerini kapsamına almamaktadır. Bunun yanısıra, Hz. Peygamber’in (s.a) ashabı arasında eşcinselliğin cezası konusunda görüş ayrılıkları bulunduğu da çok iyi bilinen bir vakıadır. İslâmî terminolojide eşcinsellik zina sayılsaydı, böyle bir görüş ayrılığı ortaya çıkmazdı.
9) Erkek cinsel organının sünnet mahallinin kadının cinsel organına girmesi zina cezası için yeter yasal delildir. Girmenin veya cinsel ilişkinin tam olması gerekli değildir. Öte yandan, erkek cinsel organının sünnet mahalli girmemişse, çiftlerin aynı yatakta yatması, veya birbirlerini okşamaları ya da bir arada çıplak bulunmaları onları zina suçuyla suçlu saymayı gerektirmez, o kadar ki, İslâm hukuku çiftleri zina yapıp yapmadıkları konusunda tıbbi bir muayeneden geçirme ve sonra da yasa gereği cezalandırma yoluna da gitmez. Zina dışındaki bu kötü durumlarda yakalananlar suçludurlar ve suçun niteliğine göre cezalandırılırlar. Cezanın niteliğini tesbit edecek olan yetkili makam ya bir mahkemedir, ya da İslâm devletinin yasama meclisidir. Eğer sopa cezası verilirse, şu hadis gereği on kamçıyı aşamaz: “Allah’ın had cezası koyduğu suçlar dışında suç işleyenlere on kamçıdan fazla vurulmaz.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud) . Bununla birlikte, suçu işlerken yakalanmayıp da, kendisi itirafta bulunan kimseye yalnızca tevbe etmesi için uyarıda bulunulur. Abdullah İbn Mes’ud’dan rivayet edilen bir hadise göre, bir adam Hz. Peygamber’e (s.a) gelerek, “Şehir dışında bir kadınla cinsel ilişkiden başka herşeyi yaptım. Şimdi bana uygun gördüğün cezayı verebilirsin” der. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Allah’ın gizlediğini sen de gizleseydin ya” karşılığında bulunur. Hz. Peygamber (s.a) bir şey söylemez ve adam çeker gider. Sonra onu geri çağırır ve kendisine şu ayeti okur: “Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl, muhakkak iyilikler kötülükleri giderir.” (Hud: 114) . Bunun üzerine bir adam sorar: “Bu hüküm yalnızca onunla mı ilgili?” Hz. Peygamber’in (s.a) cevabı şöyle olur: “Hayır, herkes için” (Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Neseî) .
Bu kadar da değil. İslâm hukuku, bir kişinin suçunun ne olduğunu belirtmeden itirafta bulunması durumunda, suçun ne olduğunu da araştırmaya izin vermez. Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a) gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü, ben had cezası hak ettim, bana cezayı uygula” dedi. Hz. Peygamber (s.a) ona hak ettiği cezanın ne olduğunu sormadı. Adam namazı kılıp, tekrar gelerek, “Ben suçluyum, lütfen beni cezalandır” dedi. Hz. Peygamber (s.a) “Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı?” diye sordu. Adam “evet” cevabını verince, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: “Öyleyse, Allah da günahını affetti.” (Buhari, Müslim, Ahmed.)
10) Bir kişinin yalnızca zina suçunu işlemiş olması, onu zina suçlusu saymak için yeterli değildir. Bu konuda yerine getirilmesi gereken bir takım şartlar vardır. Bu şartlar evli olmayan kişilerle evli olanlar için farklıdır. Evli olmayan kişilerin zina yapması durumunda, suçlunun zina yapacak çağda olması ve aklının yerinde bulunması zorunludur. Bir çocuk veya deli zina yaparsa, gerekli cezayı görmez. Evlilerin zina yapması durumunda da bir takım şartlar daha söz konusudur. Şöyle ki:
a. Suçlunun köle değil de hür olduğu hakkında görüş birliği bulunmalıdır. Bizzat Kur’an, zina suçlusu bir kölenin recmedilmeyeceğini belirtmiştir. Daha önce de açıklandığı gibi, bir cariye evlendikten sonra zina yaparsa, hür bekâr kadın için öngörülen cezanın yarısıyla cezalandırılır. Fakihler, köleye de aynı cezanın verileceğinde görüş birliği içindedirler.
b. Suçlu yasal yollarla evlenmiş olmalıdır. Bu şart üzerinde de tüm fakihler görüş birliği halindedirler. Buna göre, bir cariyeyle cinsel ilişkide bulunan veya yasal yollarla evlenmemiş bulunan bir erkek evli sayılmayacak ve recmedilmeyerek kırbaçlanma cezasıyla cezalandırılacaktır.
c. Böyle bir kişi yalnız yasal yollarla evlenmiş olmakla kalmayacak, ayrıca nikahtan sonra karısıyla cinsel ilişkide de bulunmuş olacaktır. Yalnızca nikâh veya evlenme töreni bir erkek veya kadının “muhsan” ya da “muhsana” sayılmasını ve zina etmesi halinde recmedilmesini gerektirmez. Fakihlerin çoğu bu görüştedir. Bununla birlikte, İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed buna bir şart daha eklemişlerdir ki, bir erkek ve kadın hür ve evlenecek yaşta oldukları ve ayrıca evlenme ve birleşme anında akıllı bulundukları takdirde evli sayılacaklardır. Bu ek şarta göre, eğer bir adam bir cariyeyle, veya ergenlik çağına gelmemiş, ya da deli bir kızla evlenir ve hatta onunla cinsel ilişkide bulunursa, zina yaptığında recmedilmeyecektir. Aynı kural, bir köle, bir deli veya çocuk yaştaki bir erkekle ilişkide bulunan kadın için de geçerlidir. İki derin görüşlü bilgin tarafından eklenen oldukça akla yatkın bir şarttır bu.
d. Suçlu müslüman olmalıdır. Fakat, İmam Şafiî, İmam Ebu Yusuf ve İmam Ahmed buna karşı çıkmışlardır. Onlara göre, İslâm devletinin tebaası bulunan ve gayrimüslim evli kişi de zina etse recmedilecektir. Ne var ki, İmam Ebu Hanife ve İmam Malik, recm cezasının yalnızca müslümanlar için sözkonusu olduğu görüşündedirler.
Bu bağlamda, ileri sürülen en güçlü delil, recm gibi ağır bir cezayla cezalandırılacak kişinin, ihsan durumundayken de zina yapmaktan çekinmeyecek biri olması gerektiğidir. Arapça ihsan kelimesi, “ahlâk kalesinde olma” anlamına gelir ve üç temel direk üzerinde oturur. Bunlardan biri, kişinin Allah’a ve ölümden sonra yaptıklarının hesabını vereceğine inanan ve ilâhî yasaya boyun eğmiş biri olması gereklidir.
İkincisi, çaresizliğinin kendisini ahlâk ve şerefini koruyacağı bir ailesi olmadığı zamanda günah işlemeye itecek ve arzularını meşru yollardan gidermesine engel olacak şekilde bir başkasının kölesi değil de, toplumun hür bir ferdi olması şartıdır.
Üçüncüsü, kişi evli ve cinsel arzularını meşru yoldan giderme aracına sahip olmalıdır. Bu üç şartın bulunduğu yerde ahlâk kalesi tamamlanmış olacağından, gayri meşru cinsel doyum uğruna bu üç direği yıkan biri recm cezasını gerçekten hak etmiş demektir. Fakat, en önemli olan ve en önde gelen Allah’a, ahirete ve İlâhî Hukuka inanma şartının bulunmaması durumunda kale tamamlanmayacağından, suçun ağırlığı da bu ağır cezayı gerektirecek dereceye çıkmayacaktır. Nitekim, İbn Ömer’den rivayet edilen ve Müsned’inde İshak İbn Rahaveyh’le Sünen’in de Darekutni’nin naklettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Kim şirk suçu işlese muhsan değildir.” Şu kadar ki, bu sözün gerçekten hadis mi olduğu, yoksa İbn Ömer’in kendi hükmü mü bulunduğu konusunda görüş ayrılığı vardır. Bu boşluğa rağmen sözkonusu ilke oldukça güçlü ve kendi teması içinde sağlamdır.
Sözkonusu bu ilkeye, Yahudilerin zina suçlusu olarak kendisine getirdikleri bir kişinin Hz. Peygamber’in (s.a) recmetmesi olayından kalkarak karşı çıkmak doğru olamayacaktır. Çünkü, tüm sahih rivayetlere göre, bu olayda uygulanan İslâm Hukukunun hükmü değil, bizzat Yahudi hukukunun hükmü olmuştur. Buhari ve Müslim’in naklettiği bir hadise göre, sorun Hz. Peygamber’e (s.a) getirildiğinde o, “Tevratınızda bu suçun cezası nedir?” diye sormuştur. Tevrat’ın recm cezasını öngördüğü kesinleşince de, “Ben de Tevrat’ta belirtilen hükmün aynısını veriyorum” diye buyurmuşlardır. Bir başka rivayette, hüküm anında Hz. Peygamber (s.a) “ey Allah’ım, onların (Yahudilerin) geçersiz kılıp uygulamadığı senin hükmünü ilk dirilten benim” diye dikkat çekmişlerdir. (Müslim, Ebu Davud, Ahmed) .
11) Bir kimseyi cezalandıracak şekilde zina suçlusu saymak için, o kişinin bunu kendi hür iradesiyle işlediği kesin olmalıdır. Eğer bir kimse bu işi yapmaya zorlanır ve bunu baskı altında yaparsa, ne suçlu sayılır, ne de cezalandırılır. Bu kural, yalnızca İslâm hukukunun baskı altında yaptıklarından kişiyi sorumlu tutmama ilkesine dayanmakla kalmamakta, ayrıca Kur’an’a da bütünüyle uygun düşmektedir. Bu surenin devam eden ayetlerinde Kur’an, fuhşa zorlanan kadınların affedileceğini açıklar. Aynı zamanda, çeşitli hadislerde de bir tecavüz olayında yalnızca erkeğin cezalandırılacağı ve kadının serbest bırakılacağı açıklanmaktadır. Tirmizi ve Ebu Davud’un naklettiği bir hadise göre, namaz için karanlıkta dışarı çıkan bir kadın yolda tecavüze uğrar ve ırzına geçilir. Kadının hemen bağırması üzerine saldırgan suçüstü yakalanır ve Hz. Peygamber’in (s.a) emriyle recmedilir, fakat kadın serbest bırakılır. Buhari’nin rivayet ettiği bir başka hadise göre, Hz. Ömer zamanında bir erkek bir kızı kirletir ve Hz. Ömer erkeğe kırbaç vurdurur, kızı ise serbest bırakır. Bütün bu olaylar, zorla kirletilen kadının durumuyla ilgili yasa hakkındaki görüş birliğini açıkça ortaya koymaktadır.
Yalnız, zorla ve baskıyla zinaya sürüklenen erkeğin durumu üzerinde görüş ayrılıkları vardır. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şafiî ve İmam Hasan, İbn Salih zorla zinaya sürüklenen erkeğin de affedileceği görüşündedirler. İmam Züfer, erkeğin cinsel organı tam olarak harekete geçmeden zinanın olamayacağını, dolayısıyla erkeğin kendi cinsel arzusunun da zina olayında etken olduğunu belirterek, affın mümkün olmadığını söyler. İmam Ebu Hanife, eğer olay hükümetin veya bir başka yetkilinin zorlamasıyla gerçekleşmişse, zorlamada bulunan bir makamın ceza veremeyeceğini belirterek, erkeğin cezalandırılmayacağı görüşündedir. Fakat, ona göre eğer herhangi bir kişi erkeği zorlarsa, şehvet zorlamayla uyanmayacağı için işe erkeğin kendi arzusu da karışmış olacağından zaninin cezalandırılması gerekir.
Bu üç görüşten, birincisi daha ikna edicidir. Çünkü, erkek cinsel ogranının reaksiyonu şehvete delil bile olsa, bu onun isteğiyle zina ettiği anlamına gelmez. Sözgelimi, bir despot, Allah’tan korkan herhangi bir adamı hapsetmiş, aynı odaya üryan güzel bir kızı da koymuş ve bu kızla zina etmedikçe adamı salmayacağını belirtmiş olsun, sonra da dört şahitle olayı mahkemeye getirsin, bu durumda şartları hiç hesaba katmadan adamcağızı recmetmek veya kamçılamak hiç de adaletli bir hüküm olmayacaktır. Kendisi hiç arzu etmese bile, cinsel arzunun erkeği etkisine alabileceği şartları yaratmak her zaman için mümkündür.
Bir adam hapsedilip de kendisine şaraptan başka bir içecek verilmezse istemeseydi boğazına tek bir damla şarap gitmezdi, diyerek şartların zorlamasıyla şaraptan içtiği için onu cezalandıracak mıyız? Suçun sabit olması için yalnızca niyet yeterli değildir; kişinin bunu iradesini serbestçe kullanarak yapıp yapmadığının da tespiti gerekir. Bu yüzden zorla suç işleyecek bir duruma sokulan kişi bazen gerçekten suçlu olmayabilir, bazen de suçu oldukça hafif olabilir.
12) İslâm Hukuku, hükümetten başka kimseye zinayla suçlanan erkek veya kadını yargılama yetkisi vermez ve İslâm mahkemesinden başka hiç bir kişi veya makamın da onları cezalandırma yetkisi yoktur. Sure’nin 2. ayetindeki “onlardan her birine yüz değnek vurun” emriyle halka değil, İslâm hükümetinin memur ve yargıçlarına seslenildiğinden tüm fakihler görüş birliği içindedirler. Yalnız, kölenin, sahibi tarafından cezalandırılıp cezalandırılamayacağında görüş ayrılığı vardır. Hanefî alimlerine göre cezalandırılamaz, Şafiîlere göre cezalandırılır. Malikîler, köle sahibinin hırsızlık durumunda kölesinin elini kesemeyeceği, ama zina, iftira ve içki içme durumlarında gerekli cezaları uygulayabileceği görüşündedirler.
13) İslâm hukukunda zina cezası, ülke yasasının bir parçasını oluşturur. Bu nedenle, müslüman olsun olmasın. İslâm devletinin tüm tebasına uygulanır. Herhalde İmam Malik’ten başka kimse bu konuda farklı bir görüşe sahip olmamıştır. İmam Ebu Hanife’nin zina suçlusu bir gayri müslimin recmedilemeyeceği görüşü, gayri müslimin recm cezasının şartları içinde yeralan tam bir muhsan olmamasından değil, bu şartın müslüman olmadıkça yerine gelemeyeceğinden kaynaklanmaktadır. İmam Malik ise, ilgili hükmün İslâm’da, kişi hukukunun bir parçası ve muhatapların da gayri müslimler değil de, müslümanlar olduğu görüşünden hareketle, gayri müslimin recmedilemeyeceğini söyler. Gerekli izinle İslâm ülkesine giren ve zina suçu işleyen bir yabancı ise, İmam Şafiî ve İmam Ebu Yusuf’a göre recmedilir: fakat, İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre böyle bir ceza ile cezalandırılamaz.
14) İslâm hukuku, kişinin zina suçunu itiraf etmesini, ya da bunu bilenlerin durumu yetkililere bildirmesini şart koşmaz. Fakat suç yetkililerce bilindiğinde artık af için hiç bir gerekçe yoktur. Bu konuda gelen bir hadiste şöyle buyurulur: “Eğer içinizden biri bir ahlâksızlık yaparsa, Allah’ın örtüsü altında gizli kalsın; ama onu bize açacak olursa kendisine Allah’ın kanununu mutlaka uygularız.”
Ebu Davut’un rivayet ettiği bir hadise göre, Maiz bin Malik Eslemi, zina ettiği zaman, Hazzal bin Nuaym’ın tavsiyesiyle Hz. Peygambere (s.a) gelerek itirafta bulunur. Hz. Peygamber (s.a) recmedilmesini emreder, ama aynı zamanda da şöyle der: “İşi gizli tutsaydın, bu senin için daha iyi olurdu.” Ebu Davut ve Nesaî’nin rivayet ettiği bir başka hadiste ise Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: “Öngörülen cezaları hak eden suçları kendiniz bağışlayın, çünkü bu tür cezalardan birini gerektirici bir suç benim önüme geldiğinde, cezayı vermek üzerime vacip olacaktır.”
15) İslâm hukukunda zina uzlaşılabilir bir suç değildir. Bu kural, hemen hemen tüm hadis kaynaklarında geçen şu rivayete dayanır: Bir evde işçi olarak çalışan bir delikanlı ev sahibinin karısıyla zina eder. Delikanlının babası kadının kocasına 100 keçi ve bir cariye verir ve böylece onunla anlaşır. Fakat, Hz. Peygamber (s.a) durumdan haberdar edilince şöyle buyurur: “Keçiler ve cariye senindir, geri sana verilir.” Sonra da, suçluların ikisine de gerekli zina cezasını uygular. Bu olay da gösteriyor ki, İslâm hukukunda zina suçu hiç bir zaman uzlaşmayla giderilemez; çiğnenmiş bir namus parayla telafi edilemez. Bu utanç verici telafi anlayışı yalnızca batı hukukunun bir parçasıdır.
16) İslâm hükümeti, tümüyle kanıtlanmadıkça zina yaptı diye kimseye karşı harekete geçmez. Suç kanıtlanmamışsa, yetkililer değişik kaynaklardan olay hakkında bilgi sahibi bile olsalar ceza verme yoluna gidemezler. Buhari ve İbn Mace’nin rivayet ettiği hadislere göre, Medine’de açıkça fuhuş yapan bir kadın vardı, fakat hakkında herhangi bir delil elde edilemediğinden kendisine hiç bir ceza verilmemişti: o kadar ki, bir gün Rasûlullah şöyle demek durumunda kalmıştı:
“Delilsiz herhangi bir kimseyi recmedecek olsam, bu kadını mutlaka recmederdim.”
17) Zinanın sabit olmasındaki ilk şart yeterli şahidin bulunmasıdır. Bu konudaki yasa hükümleri şöyledir:
a. Kur’an, suça görgü tanığı en az dört kişinin bulunmasını emreder. Bu hüküm Nisa Suresi 15. ayette belirtilmiş ve bu surede de iki kez (ayet 4 ve 13) tekrarlanmıştır. Hakim, çifti suçu işlerken bizzat görse bile, kendi bilgisine dayanarak karar vermeye yetkili değildir.
b. Şahitler, İslâm hukukunun ilgili hükümlerine göre güvenilir, yani daha önce hiç bir şekilde yalan şahitlikte bulunmadıkları sabit olmalıdır. İffetsiz olmamalı, doğru sözlü olmalı, daha önce hüküm giymemiş bulunmalı, sanığa karşı kişisel bir kini ve düşmanlığının bulunmadığı kesin olmalıdır vs. Kısaca güvenilmez delillere dayanarak kimse ne recmedilebilir, ne de kamçılanabilir.
c. Şahitler, erkekle kadını tam birleşme halinde, birleşmenin bir pistonun mil içinde, bir ipin kuyu içindeki hali gibi tamamlanmış bir fiil olarak görmelidirler.
d. Şahitler, zaman, yer ve suçu işleyenlerin kimliği üzerinde görüş birliği içinde olmalıdırlar. Bu noktadaki bir ayrılık şehadetlerini hükümsüzleştirecektir.
Bütün bu şartlar, İslâm hukukunun insanları cezalandırma heveslisi olmadığını yeterince göstermektedir. Ancak, kötülüğü düzeltme ve yoketme konusundaki tüm bu önlemlere rağmen, hala İslâm toplumu içinde dört kişi tarafından görülecek şekilde zina edebilecek utanmaz bir çift bulunursa, o zaman onlar da bu ağır cezayı hak etmişler demektir.
l8) Kocası olmadığı bilinen hür bir kadının veya efendisi olmadığı bilinen bir cariyenin gebeliğinin zina suçunun sabit olması için yeterli delil olup olamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hz. Ömer’e göre bu yeterli bir delildir ve Malikiler bu görüşü benimsemişlerdir. Fakat fakihlerin çoğunluğu (cumhur-u ulema) salt gebeliğin recm veya kırbaç cezası için yeterli delil olamayacağı görüşündedir. Böylesine ciddi bir ceza ya şahide, ya da suçlunun itirafına dayanmalıdır. İslâm hukukunun en önemli ilkelerinden biri şüphenin suçlu lehinde kullanılmasıdır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır: “Mümkün olduğunca hadleri kaldırın”. (İ. Mace) . Bir başka hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Müslümanları mümkün olduğunca cezalandırmaktan kaçının, eğer suçlananı cezadan kurtaracak bir yol olursa, kendisini serbest bırakın. Suçlananı salma, hükmünde yapılacak bir hata ile onu cezalandırmaktan daha iyidir.” (Tirmizi) . Bu ilke uyarınca gebelik ne kadar güçlü de olsa, zina için kesin delil olamaz. Çünkü, milyonda bir kez de karşılaşılsa, bir erkeğin ersuyu cinsel ilişki olmaksızın herhangi bir şekilde kadının rahmine yol bulup, onu gebe bırakabilir. Bu kadar ufak bir şüphe ihtimali bile, suçlanandan zina cezasının kaldırılması demektir.
19) Bir kişiyi suçlayan şahitlerin ifadelerinin farklı olması veya suçu isbat edememeleri durumunda, şahitlerin cezalandırılıp cezalandırılmayacağı konusunda da görüş ayrılığı vardır. Fakihlerin bir bölümüne göre, bu durumda şahitler iftiracı kabul edilerek, kendilerine iftira cezası olan seksen değnek vurulur. Diğerleri ise, şikayetçi değil, şahit olduklarından cezalandırılmamaları gerektiği görüşündedirler. Bunun da ötesinde şahitler bu şekilde cezalandırılacak olsa, kimse zina suçuna şahitlik etmez. Çünkü, bu durumda dört şahidin de aynı şehadette bulunmayacağından emin olunamayacağından, kimse cezayı göze alarak şahitlik yapmak istemeyecektir.
Şüphenin suçlu lehine olduğu gibi, şahit lehine de kullanılması gerektiğinden biz bu ikinci görüşü daha akla yatkın buluyoruz. Bu nedenle, şahitliklerinde ki eksiklik veya kayma suçlunun cezalandırılmasını önleyeceği gibi, şahitlere de iftiracı cezası vermemekle sonuçlanmalıdır, ancak, yalan şahitliği kesinleşirse başka. Bununla birlikte birinci görüş lehinde şu iki delil ileri sürülmektedir:
İlki, Kur’an’ın, delilsiz zina suçlamasını ceza gerektirici bir suç saymasıdır. Fakat, bunun bu konuda delil olması doğru değildir. Çünkü Kur’an iftiracıyla şahit arasında ayırım yapmaktadır. Mahkeme, şehadetini kesin delil kabul etmedi diye bir şahit iftiracılıkla damgalanamaz.
İkinci delil, Hz. Ömer’in, Ebu Bekre ve diğer iki görgü tanığını yalan şahitlik suçlamasıyla cezalandırdığı Muğire bin Şu’be olayından kaynaklanmaktadır. Olayın eleştirel bir incelemesi, bunun kanıtlanmayan bir şehadet için geçerli olamayacağını ortaya koyacaktır.
Basra valisi Muğire bin Şu’be’nin, evi aynı caddenin öbür yakasında kendi evine karşı olan Ebu Bekre ile arası iyi değildi. Bir gün her iki evin pencereleri kuvvetli bir rüzgarla açıldı. Ebu Bekre, pencereye çıktığında caddenin öte yakasındaki karşı pencereden Muğire’yi cinsel ilişki halinde gördü. Yanındaki üç arkadaşını (Nafi bin Kalâde, Ziyad ve Şibl bin Ma’bed) Muğire’nin yaptığına şahit olmaya çağırdı. Arkadaşları kadının kim olduğunu sordular. Ebu Bekre, “Ümmü Cemil” cevabını verdi. Ertesi gün Hz. Ömer’e bir şikayet gitti ve Muğire derhal görevinden alınarak yerine Ebu Musa el-Eş’arî atandı. Muğire şahitlerle beraber Medine’ye çağrıldı. Sorgu sırasında, Ebu Bekre, Muğire’yi Ümmü Cemil’le cinsel ilişkide bulunurken gördüklerini söyledi. Fakat Ziyad kadını seçemediğini ve kesinlikle Ümmü Cemil olup olmadığını söyleyemeyeceğini belirtti. Muğire ise, şahitlerin bulundukları yerden kadını seçmelerinin mümkün olmadığını kanıtladı. Karısıyla Ümmü Cemil arasında büyük bir benzerliğin bulunduğunu da ispat etti. Bunun yanısıra, Hz. Ömer’in halifeliği zamanındaki şartların, bir ilin valisinin karısı da yanındayken makamında böyle bir suçu işleyemeyeceğini gösterdi. Böylece Ebu Bekre ve arkadaşlarının Muğire’nin karısıyla değil, Ümmü Cemil’le cinsel ilişkide bulunduğu şikayetlerinin bir göz aldanması ve zandan kaynaklandığı belli oldu. Bu nedenle de Hz. Ömer suçluyu aklamakla kalmadı, Ebu Bekre, Nafi ve Şibl’e iftira cezası uyguladı. Bu eşine rastlanmayan kararın delilleriyle suçu kanıtlayamadıkları zaman şahitlerin cezalandırılması gerektiği ilkesinden değil de özel şartlardan kaynaklandığı açıktır. (Bu olayın ayrıntıları için bkz. “Ahkâm’ül-Kur’an” İbn’ül Arabi, cilt: II sh.: 88-89.)
20) Delilin yanısıra, zina suçunun sabit olmasının bir diğer nedeni bizzat suçlunun itirafıdır. Bu itiraf kesin ve açık sözlerle ifade edilmiş olmalı ve suçlu kendisine helâl olmayan bir kadınla zina ettiğini itiraf etmelidir. Zina eyleminin her bakımdan tamam olduğunu da kabul etmesi gerekir. Mahkeme, suçlunun suçunu herhangi bir dış baskı olmadan kendi isteğiyle itiraf ettiğine ve itiraf anında aklı başında bulunduğuna kani olmalıdır. Bir takım fakihler, bir itirafın yeterli olmayıp, suçlunun dört kez itirafta bulunması gerektiği fikrindedirler. İmam Ebu Hanife, İmam Ahmed, İbn Ebi Leyla, İshak bin Rahaveyh ve Hasan İbn Salih’in görüşü budur. Fakat, İmam Malik, İmam Şafii, Hasan Basri ve Osman’ül-Batti’ye göre bir itiraf yeterlidir. Kararın bir başka delil olmadan yalnızca suçlunun itirafına dayandığı durumlarda, uygulama anında suçlu itirafını geri alırsa cezanın uygulanmasından vazgeçilir. Bu geri alışın cezanın getirdiği acıdan kaynaklandığı kesin olsa da durum değişmez. Bu kural, çeşitli zina olaylarıyla ilgili rivayetlere dayanmaktadır.
Bu konuda gelen en önemli rivayet, Rasulullah’ın (s.a) çok sayıda sahabesinden gelen ve hemen hemen tüm hadis kaynaklarının ayrıntılarıyla aktardığı Maiz bin Malik Eslemî olayıdır. Maiz, Eslem kabilesinden Hazzal bin Nuaym’ın besleyip büyüttüğü bir yetimdi. Azatlı bir cariyeyle zina etmişti. Hazzal kendisine, “Hz. Peygamber’e (s.a) git ve günahını aktar, belki bağışlanman için dua eder” dedi. Maiz Mescid’de Hz. Peygamber’e gelerek, “Zina ettim, lütfen beni temizle” dedi. Hz. Peygamber (s.a) yüzünü ondan çevirerek, “Yazıklar olsun sana git ve Allah’tan bağışlanma dile” diye söyledi. Fakat, Maiz yeniden huzura gelerek aynı şeyi söyledi ve Rasûlullah da yine yüzünü çevirdi. Çocuk suçunu üçüncü kez itiraf ettiyse de Hz. Peygamber (s.a) yine yüzünü çevirdi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, suçunu dördüncü kez itiraf edecek olursa, Hz. Peygamber’in (s.a) kendisini recmedeceği uyarısında bulundu. Fakat Maiz itirafında ısrar ederek, aynı şeyleri söyledi. Nihayet Hz. Peygamber (s.a) kendisine dönerek, “Belki onu yalnızca öpmüş, kucaklamış veya okşamış olabilirsin, ya da şehvetle ona bakmışsındır da (bunun zina olduğunu sanıyorsundur) dedi. Maiz “hayır” diye cevap verdi. Hz. Peygamber, “Onunla aynı yatakta yattın mı?” diye sordu ve “evet” cevabını aldı. Hz. Peygamber (s.a) tekrar sordu: “Onunla cinsel ilişkide bulundun mu?” “Evet”, dedi yine genç. O zaman Hz. Peygamber (s.a) bu sefer sorusunu bu iş için kullanılan en açık ve net Arapça tabiriyle tekrarladı ki böylesine açık bir ifade ne daha önce, ne de daha sonra Hz. Peygamber’den (s.a) duyulmuş değildir.
Ortada bir kişinin hayatı sözkonusu olmamış olsaydı, Hz. Peygamber (s.a) asla bu tür bir söz söylemezdi. Bu açık ifade karşısında cevap yine evet oldu. Ardından Hz. Peygamber (s.a) tekrar sordu “Cinsel organın onun kadınlık organında kaybolacak şekilde yaptın mı bu işi?” Genç, “evet” dedi. Soru, eylemin bir sürmenin sürmedanlıkta, bir ipin kuyuda kaybolması biçiminde tamamlanıp tamamlanmadığı şeklinde bir kez daha soruldu. Cevap yine olumlu oldu. Bir soru daha yöneltildi Maiz’e: “Zinanın gerçekten ne anlama geldiğini biliyor musun?” “Evet” dedi çocuk. “Bir kocanın karısıyla meşru olarak yaptığı işi ben gayri meşru olarak yaptım.” Hz. Peygamber (s.a) bu kez “evli misin?” diye sordu ve “evet” cevabını aldı. İçkili olup olmadığını sordu, “hayır” cevabını aldı ve ashabdan biri Maiz’in ağzını kokladı ve “içmemiş” dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a) komşularına onda delilik bulunup bulunmadığını sordu. Hiçbir delilik işaretine rastlamadıklarını söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hazzal’a, “Eğer bunu gizleseydin, senin için daha iyi olurdu” buyurdular ve Maiz’in recmedilmesini emrettiler. Ceza şehir dışında uygulandı. Kendisine taşlar gelmeye başlayınca Maiz kurtulmaya çalışarak, “Ey ahali, beni geri peygambere götürün, kabilem Hz. Peygamber’in (s.a) beni ölümle cezalandırmayacağını söyleyerek beni aldattı” dedi. Fakat dinlemediler. Sonra durum kendisine aktarıldığında, Hz. Peygamber (s.a) “Niçin bırakmadınız onu? Eğer bana getirseydiniz belki tevbe ederdi ve Allah da tevbesini kabul ederdi” buyurdular.
İkinci olay, Cüheyne kabilesinin bir kolu olan Gamid boyundan Gamidiyye adlı bir kadınla ilgilidir. Bu kadın da zina ettiğini ve bunun sonucunda hamile bulunduğunu dört kez itiraf etti. İlk itirafında Hz. peygamber, (s.a) “Yazıklar olsun sana, git Allah’tan bağışlanma dile ve tevbe et” dedi. Fakat kadın, “Ey Allah’ın Rasûlü, beni de Maiz gibi terslemek mi istiyorsun. Ben zina sonucu gebeyim” diye karşılık verdi. İtirafın yanısıra hamilelik de sözkonusu olduğunda, Hz. Peygamber (s.a) Maiz olayındaki gibi ayrıntılı bir sorgulamada bulunmadı. “Pekala, madem tavsiyemi kabul etmiyorsun, o halde git çocuğun doğumundan sonra gel” dedi. Kadın doğumdan sonra çocukla birlikte gelerek, temizlenmesi ricasında bulundu. Hz. Peygamber (s.a) bu kez, “Git ve çocuğunu emzir, emzirme döneminin bitiminde tekrar gel” karşılığında bulundu. Kadın çocuğun memeden kesilmesinden sonra tekrar geldi, yanında bir parça da ekmek vardı. Hz. Peygamber’in (s.a) önünde bu ekmek parçasını çocuğa yedirerek, “Ey Allah’ın Rasulü, çocuk sütten kesildi ve artık ekmek yemeye başladı” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) çocuğu bakıp büyütmesi için bir adama emanet edip, kadının recmedilmesini emretti.
Her iki olayda da dört kez itiraf açıkça anılmaktadır. Ebu Davud’da Büreyde’den nakledilen bir rivayete göre, “Hz. Peygamber’in (s.a) ashabının dört kez itirafta bulunmasalardı Maiz ve Gamidiyye’nin recmedilmeyecekleri görüşünde olduğu belirtilmektedir. (Yukarıda 15. maddede anılan) aynı mahiyetteki üçüncü bir olayda kullanılan kelimeler, başka rivayetlerde de geçtiği üzere, “Gidin ve bunu karısından sorun, eğer suçunu itiraf ederse kendisini recmedin” şeklindeydi. Burada dört kez itiraf sözkonusu edilmediğinden, bazı fakihler tek itirafın yeterli olduğu sonucuna varmışlardır.
21) Yukarıda anılan üç olay da, günahını itiraf eden bir suçludan kendisiyle zina ettiği kişinin sorulmayacağını açıkça göstermektedir. Çünkü, bu durumda bir yerine iki kişi recmedilecektir. İslâm hukuku kişileri cezalandırma heveslisi değildir. fakat, suçlu ortağının da adını verecek olursa, bu durumda bu ikinci kişiden de durum sorulur ve eğer itirafta bulunursa o da cezalandırılır. Yok bu kişi suçu kabul etmezse, yalnızca itirafta bulunan kişi cezalandırılacaktır. Ne var ki, bu durumda itirafta bulunan kişiye zina suçu cezası mı, yoksa iftira cezası mı verileceği konusunda görüş ayrılığı vardır. İmam Malik ve İmam Şafiî’ye göre, böyle bir kişi yalnızca bu suçu itiraf ettiğinden zina cezasıyla cezalandırılır. İmam Ebu Hanife ve İmam Evzai’ye göre, karşıdaki kişinin inkârı suçu şüpheli hale getirdiği ve iftira olayı kanıtlanmış olacağı için, böyle bir kişiye iftira cezası verilir. İmam Muhammed ve İmam Şafiî’nin bir görüşüne göre, hem zina hem de iftira cezasıyla cezalandırılır. Çünkü, bizzat zina suçunu itiraf etmiş, fakat karşıdakinin suçunu ıspatlayamamıştır. Buna benzer bir olay Hz. Peygamber (s.a) zamanında meydana gelmiştir. Müsned-i Ahmed ve Ebu Davud’da Sehl bin Sa’d’dan gelen bu konudaki rivayet şöyledir: “Bir kişi Hz. Peygamber’e gelerek falanca kadınla zina ettiğini itiraf etti.” Hz. Peygamber (s.a) durumu kadına sordu, fakat kadının cevabı “hayır” oldu. Bunun üzerine erkeğe gerekli cezayı verip, kadını affetti. Fakat bu rivayet verilen cezanın ne olduğunu belirtmemektedir. Nesaî’de İbn Abbas’tan gelen bir diğer rivayette, adamın itirafı üzerine Hz. Peygamber’in (s.a) kendisine zina cezası verdiği ifade olunmaktadır. Fakat kadın inkârda bulununca, adam iftira suçunun cezası olarak kırbaçlanmıştır. Ne var ki, bu rivayet senedi yönüyle zayıftır. Çünkü ravilerinden Kasım bin Feyyaz çoğu hadis alimlerince güvenilir kabul edilmemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) önce adama zina cezası verip, sonra da durumu kadına sorması beklenemeyeceğinden bu rivayet akla da aykırı görünmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a) gözardı edemeyeceği sağduyu ve adalet, durum kadından sorulmadan hükmün verilmemesini gerektirir. Sehl bin Sa’d’dan gelen bir rivayet de bunu desteklemektedir. Bu nedenle, ikinci rivayeti güvenilir kabul etmek zordur.
22) Zina suçu işlediği kanıtlanmış kişilere nasıl bir ceza verileceği hakkında fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Bu konudaki çeşitli görüşler şu şekildedir:
Zina suçlusu evli kişilere verilecek ceza:
a. İmam Ahmed, Davud ez-Zahirî ve İshak bin Rahaveyh’e göre 100 kamçı vurulduktan sonra recmedilirler.
b. Tüm diğer fakihler yalnızca recmedilecekleri görüşünde ittifak halindedirler, recm ve celde-kamçılama aynı anda uygulanamaz.
Bekârlara verilecek ceza:
a. İmam Ahmed, İmam Şafii, Davud ez-Zahirî, Süfyan’üs-Sevrî, İbn Ebî Leyla ve Hasan bin Salih’e göre, ceza yüz kamçı ve hem erkek, hem de kadın için bir yıl süreli sürgündür.
b. İmam Malik ve İmam Evzai’ye göre, erkek yüz kamçı ve bir yıllık sürgünle cezalandırılırken, kadına yalnızca yüz kamçı vurulur. (Bu fakihlere göre, “sürgün”, kişinin kendi ikâmetgahından alınıp, en azından namazını kısıtlamak durumunda kalacağı kadar uzakta bir yere gönderilmesi anlamına gelirken, Zeyd bin Ali ve İmam Cafer es-Sadık’a göre hapis de aynı sürgün amacını görür.)
c. İmam Ebu Hanife ve talebeleri, -İmam Ebu Yusuf, İmam Züfer ve İmam Muhammed- böyle durumlarda zina haddinin erkek için de kadın için de 100 kaçmı olduğu görüşündedirler. Sürgün veya hapis gibi herhangi bir ek ceza hadde değil, tazire girer. Eğer hakim, suçlu erkeğin karakterinin düşük veya suçlular arasındaki gayri meşru ilişkinin çok içten olduğunu hissederse, ikisini de durumun gereğine göre sürgün veya hapsedebilir. Haddle ta’zir arasındaki fark şudur: Hadd, suç İslâm hukukunun koyduğu şartlar çerçevesinde sabit olduğunda mutlaka verilmesi gerekir bir ceza iken, ta’zir, niteliği ve ağırlığı açısından hukukun belirlemediği, fakat duruma ve şartlara göre mahkemenin tesbit ettiği cezadır.
Tüm bu farklı görüşler, Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadislere dayanmaktadır:
Müslim, Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi ve İmam Ahmed’in Ubade bin Samit’ten naklettiği bir rivayette Hz. Peygamber (s.a) şöyle demektedir: “Onu benden alın, onu benden alın. Allah zina suçlusu kadınlara nasıl davranılacağını belirlemiştir. Bekâr bir kadınla zina eden bekâr bir erkeğin cezası 100 kamçı ve bir yıllık sürgündür. Evli kadınla zina eden evli erkeğin cezası ise 100 kamçı ve recmedilmektir.” Bu hadis her ne kadar senedi itibarıyle teknik açıdan sahihse de, çok sayıda daha fazla sahih rivayetlerden ne Hz. Peygamber (s.a) zamanında, ne de Raşid Halifeler döneminde bu hadisle amel edilmediğini ve herhangi bir fakihin tam bu hadise göre hüküm vermediğini öğreniyoruz.
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesaî, İbn Mace ve Ahmed’in Ebu Hureyre ve Zeyd bin Halid el-Cüheni’den rivayet ettikleri bir hadise göre, Hz. Peygamber’e (s.a) iki bedevi tarafından bir dava getirilir. Onlardan biri şöyle der: “Bu adamın evinde işçi olarak çalışan oğlum onun karısıyla iş yapmış. Ben de bunu kendisine 100 keçi ve bir cariye vererek telafi ettim, fakat alimlerce bana bunun Allah’ın Kitabı’na aykırı olduğu söylendi. Lütfen aramızda Allah’ın Kitabı’na göre hükmet.” İkinci adam da aynı şeyi söyleyip, kararın Allah’ın Kitabı’na göre verilmesini istedi. Cevap olarak Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: “Allah’ın Kitabı’na göre hükmedeceğim. Sen keçilerini ve cariyeni geri alacaksın. Oğluna ise 100 kamçı ve bir yıllık sürgün var.”
Sonra Hz. Peygamber (s.a) Eslem kabilesinden bir adama şöyle dedi: “Ey Üneys, bu adamın karısına git ve durumu ondan soruştur. Eğer suçu itiraf ederse, kendisini recmet.” Kadın suçu itiraf etti ve recmedildi. Bu hadiste, evli kadınla zina eden bekâr erkeğin kamçı ve sürgünle cezalandırıldığı belirtilirken, evli kadına recmden önce kamçı vurulduğundan söz edilmemektedir.
Ayrıca, çeşitli hadis kitaplarında nakledilen Maiz ve Gamidiyye olaylarında da, Hz. Peygamber’in (s.a) suçluların recmden önce kamçılanmalarını emrettiğine dair herhangi bir şey anılmamaktadır.
Hadis kitaplarında, Hz. Peygamber’in (s.a) kamçıyla recmi birleştirdiği hakkında herhangi bir rivayet bulmak mümkün değildir. Evli kişilerin zina etmeleri halinde o her zaman yalnızca recm cezası uygulamıştır.
Buhari, Müslim,Tirmizi ve Nesaî’nin çeşitli ravilere dayanarak naklettikleri ünlü hutbesinde Hz. Ömer, üzerine basa basa evlilikten sonraki zina cezasının recm olduğunu belirtmektedir. İmam Ahmed de bu konuyla ilgili pek çok rivayet nakletmiş, fakat hiçbirinde recmden önce kamçı cezasını anmamıştır.
Raşid Halifeler’den yalnızca Hz. Ali bir olayda kamçıyla recmi birleştirmiştir. İmam Ahmed ve Buhari’nin Amir Şa’bî’den naklettikleri bu olayda, Şuraha adlı bir kadın gayri meşru ilişki sonucu gebe kaldığını itiraf etmiş, Hz. Ali onu perşembe günü kamçılayıp, cuma günü recmetmiş ve şöyle demiştir: “Onu Allah’ın Kitabı’na göre kamçıladık ve Peygamber’in sünnetine göre cezalandırdık.” Raşid Halifeler döneminde bu iki cezanın birleştirildiğine dair başka bir rivayet yoktur.
Ebu Davud ve Nesaî’nin Cabir bin Abdullah’tan naklettikleri bir hadiste, bir adam zina eder ve Hz. Peygamber (s.a) kendisini kamçıyla cezalandırır. Sonra, adamın evli olduğu anlaşılınca, recmedilmesini emreder. Bunun yanısıra, Hz. Peygamber’in (s.a) kamçı cezasını yalnızca zina suçlusu bekârlara uyguladığını gösteren pek çok hadise yer verdik. Sözgelimi, namaz için dışarı çıkan bir kadının ırzına geçen ve kadın itiraf etmediği halde, zina suçunu itiraf eden bir adama kamçı cezası verilmiştir.
Sürgün konusunda, yetki sahibi kendi akıl ve seçimini kullanır. Hz. Ömer (r.a) içki içtiği için Rabia bin Ümeyye bin Halef’i sürgün etti, Rabia ise kaçıp Romalılara katıldı. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) daha başka kötü durumlar çıkabileceği korkusuyla bundan böyle zina suçlularını sürgün etmeyeceğini söyledi.” (Ahkâm’ül Kur’an, el-Cessas, III, 315.)
Bu rivayet ve olayların ışığında, İmam Ebu Hanife ve talebelerinin görüşünün doğru olduğu anlaşılır, yani, zina suçlusu evli erkek ve kadın yalnızca recmedilirken, bekârların cezası yalnızca 100 kamçıdır. Kamçı ve recm, Hz. Osman’ın (r.a) halifeliği zamanına kadar hiçbir zaman birleştirilmemiştir. Kamçı ve sürgün ise bazı durumlarda birleştirilmiş, bazılarında birleştirilmemiştir. Bu da, İmam Ebu Hanife’nin yolunun doğruluğunu açıkça ortaya koyar.
23) Kamçılamanın niteliğiyle ilgili ilk değini, Kur’an’ın “feclidü” emrindedir. “Celd” deri anlamında “cild”den türemedir. Bu yüzden, tüm dilciler ve müfessirler buradan, kamçılamanın etkisinin deriyle sınırlı kalıp, alttaki ete geçmeyecek şekilde olması gerektiği anlamını çıkarmışlardır. Ette derin yaralar açan veya onu yırtıp parçalayan kamçılamalar Kur’an’a aykırıdır.
Kamçılama için kullanılan kamçı veya değnek her bakımdan orta yollu olmalıdır, ne kalın ve sert, ne de ince ve yumuşak olmalıdır. İmam Malik’in Muvatta’da naklettiği bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a) kamçılama için bir kamçı ister, fakat getirilen kamçının kullanıla kullanıla iyice eskimiş olduğunu görünce, “daha sert birini getirin” der. Bu kez, hiç kullanılmamış oldukça sert bir kamçı getirilir, o zaman da, “bu ikisi arasında birini getirin” buyurur. Bunun üzerine at veya deve için kullanılan yeni bir kamçı getirilir ve ceza onunla uygulanır. Ebu Osman en-Nehdî Hz. Ömer’in de her zaman orta yollu bir kamçı kullandığını bildirir. (Ahkâmü’l-Kur’an, el-Cessas, III: 322) . Düğümlü veya iki üç uçlu kamçıların kullanılması da yasaktır.
Kamçılama da orta şiddette olmalıdır. Hz. Ömer kamçıyı vurana, “Kamçılarken koltuk altın görünmeyecek şekilde vur” derdi. Yani, tam bir güçle vurmak için kol alabildiğine kaldırılmaz. (Ahkâmü’l-Kur’an, İbnü’l-Arabî, II: 84 ve Ahkâmü’l-Kur’an, el-Cessas, III: 322) .
Tüm fakihler şu noktalarda görüş birliği içindedirler:
a. Kamçı yara açacak şekilde olmayacaktır.
b. Vuruş tek bir noktaya olmayacak, tüm bedene dağılacaktır.
c. Yüz, mahrem yerler ve Hanefilere göre başa vurulmayacak, bunların dışında kalan tüm organlar vuruştan nasibini alacaktır. Bir defasında Hz. Ali kamçılayana şunu söylemişti “Yüz ve mahrem yerler dışında bedenin her azası gerekli payı alsın.” Bir başka rivayete göre ise şöyle demiştir: “Baş ve mahrem yerler dışında…” (Ahkâmü’l-Kur’an, el-Cessas, III, 321) . Hz. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmuşlardır: “İçinizden biri kamçıyı vururken, yüze vurmasın”. (Ebu Davud) .
Kamçılama anında erkek ayakta tutulur, kadınsa oturtulur. İmam Ebu Hanife zamanında Kûfe kadısı İbn Ebî Leyla bir kadını ayakta kamçılattı. İmam şiddetle itiraz ederek, bunun yanlış olduğunu açıkça ilan etti. Bu olay, İmam Ebu Hanife’nin mahkemeyi tahkir yasası hakkındaki tutumuna da ışık tutmaktadır. Kamçılama anında kadın bütünüyle örtülü olmalı; bedeninin hiçbir parçası açıkta kalmayacak şekilde elbisesi bağlanmalıdır. Yalnızca üzerindeki kalın elbiseler çıkarılabilir.
Bu konuda erkekle ilgili olarak görüş ayrılığı vardır. Bazı fakihlere göre, erkeğe yalnızca pijamaları içinde olma izni tanınır, bazılarına göre ise gömlek çıkarılmaz. Hz. Ebu Ubeyde İbn el-Cerrah zina suçlusu birine kamçı cezası verdiğinde adam, “Bu günahkâr beden sertçe kamçılanmalı” diyerek gömleğini çıkarmaya başlar, bunun üzerine Ube Ubeyde “gömleğini çıkarma” der. (Ahkâmü’l, Kur’an, el-Cessas, III: 322) . Hz. Ali zamanında bir adam bir çarşafa sarılarak kamçılanmıştı.
Çok soğuk ve sıcakta da kamçı vurulmaz. Kışın hava nisbeten sıcakken, yazın da serinken kamçı vurulmalıdır.
Kaçmaya çalışmadığı sürece kimse kamçılanırken bağlanmaz. Abdullah İbn Mes’ud’a göre, İslâm toplumunda herhangi bir kimseyi soyduktan sonra veya bir sehpaya bağladıktan sonra kamçılama izni yoktur.
Fakihler günde en az yirmi kamçı vurularak kamçılama cezasının uygulanabileceğini belirtmişlerse de, cezanın tümünü aynı zamanda uygulamak daha iyidir.
Kamçılamak işi kaba, kültürsüz uygulayıcılara verilmemeli, Hukukun gerekliliklerini karşılamak için bu işi yapabilecek derin anlayış sahibi kimselerce yerine getirilmelidir. İbn Kayyım, Za’dül-Mead’da Hz. Peygamber’in (s.a) bu amaçla Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Mikkad bin Amr, Hz. Muhammed bin Mesleme, Hz. Asım bin Sabit ve Hz. Dahhak bin Süfyan gibi takva sahibi ve saygıdeğer kişileri kullandığını belirtir.
Eğer suçlu hasta ise ve hastalıktan kurtulma ümidi yoksa ya da çok yaşlıysa, kendisine yüz küçük çubuğu olan bir dalla veya yüz dallı bir süpürgeyle vurmak yeterlidir. Hz. Peygamber (s.a) zamanında hasta ve yaşlı bir adam zina suçlusu bulununca, Hz. Peygamber (s.a) kendisine bu tür bir ceza uygulamıştır. (Ahmed, Ebu Davud, Nesaî, İbn Mace) . Eğer kadın hamileyse, kamçılama çocuğun doğumuna ve doğumun ardından kanın tümüyle akmasına değin tehir edilmelidir. Ama eğer recmedilecekse, bu durumda cezanın uygulanması çocuk sütten kesilinceye değin ertelenecektir.
Eğer zina şahitle sabit olursa, kamçılamaya şahitler başlar. Yok, ceza itirafa dayanıyorsa, bu kez hakim cezayı uygulamaya başlar. Şahitlere ve hakime meselenin ciddiyetini kavratmak içindir bu. Şuraha olayında Hz. Ali recme karar verince, “Bu suça herhangi bir şahit olsaydı ilk taşı o atacaktı, fakat itiraf üzere cezalandırıldığı için taşlamayı ben başlatacağım” demiştir. Hanefîler’e göre bu işlem vaciptir. Şafiîlere göre değilse de, tüm fakihlere göre tercih edilendir.
Bütün bu kamçılama yasası detaylarını inceledikten sonra, bu cezayı barbarca bulanların küstahlığı ortaya çıkmaz mı? Hele bu suçlamayı, zindanlarında daha sert ve acımasız cezalar uygulayanlar yapıyorsa, o zaman sadece gülünür. Mevcud yasalara göre, bırakın mahkemeyi, sıradan bir zindancı bile bir tutukluya itaatsızlık veya hakaret nedeniyle 30 kamçı vurabilmekte, hem de kamçılama işini bu konuda iyice uzmanlaşmış kişiler yerine getirmekte ve bıçak gibi bedende yaralar açsın diye kamçılar önceden iyice ıslatılmaktadır. Üstüne üstlük, mahkumun elbiseleri çıkarılıp, gizli yerlerini örtmesi için tendürtiyotlanmış bir bezden başka üzerinde bir şey bırakılmamaktadır. Sonra da, kamçılama anında kılımdamasın diye bir sehpaya bağlanmakta ve kamçılayan belli bir mesafeden koşarak gelip, bütün gücüyle vurmaktadır. Her defasında aynı yere (kabalara) vurulduğundan, deri, kıyma et haline gelmekte ve çok zaman kemikler dışarı çıkmaktadır. Yine, çok zaman öyle olmaktadır ki, en güçlü-kuvvetli bir adam bile otuz kamçıya dayanamayıp bayılmakta ve yaralarının iyileşmesi çok zaman almaktadır. Bu “medeni (!) ” cezayı bugün zindanlarda uygulayanların, İslâm’ın öngördüğü cezaya “barbarca” deme yüzsüzlüğünde bulunmaları ne kadar tuhaftır! Bir de, yalnızca suçu sabit olanlara değil, aynı zamanda şüphelilere, siyasi suç şüphelilerine polisin uyguladığı korkunç işkenceler de gözönüne alındığında!…
24) Suçlu recmedildikten sonra, kendisine bir başka müslüman gibi davranılır, cesedi yıkanıp kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve müslüman mezarlığına gerekli saygı ve ihtimamla gömülür. Bağışlanması için dua edilir ve hakkında kötü konuşulmaz. Buharî’nin Cabir bin Abdullah el-Ensarî’den rivayet ettiği bir hadise göre, Maiz bin Malik recmedildiğinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır: “Maiz bin Malik’in bağışlanması için dua edin, o öyle bir tevbe etti ki, eğer tüm topluma dağıtılacak olsa, tüm insanların bağışlanması için yeterdi.” Aynı hadiste, recm sonucu Gamidiyye de öldüğü zaman, Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında güzel sözler söylemiş ve bizzat kendisi cenaze namazını kıldırmıştır. Halid bin Velid onun hakkında kötü sözler söylediği zaman Hz. Peygamber (s.a) “Halid, dilini tut, hayatımı elinde tutuna yemin ederim ki, onun tevbesini zalim bir vergi toplayıcısı yapmış olsaydı affedilirdi” buyurmuşlardır. Ebu Davud’un Ebu Hureyre’den rivayetine göre, Maiz’in recmedilmesinden sonra bir gün Hz. Peygamber (s.a) yolda yürürken, iki kişinin Maiz hakkında ileri geri konuştuklarını duyar ve birkaç adım daha attıktan sonra bir merkep leşi görür, yanında durup o iki adama şunları söyler: “Gelin ve şundan yiyin”, “Ey Allah’ın Peygamberi, ölü bir merkebi kim yiyebilir?” dediklerinde, Rasul-i Ekrem şöyle buyururlar: “Kendi kardeşiniz hakkında ileri geri konuşmanız merkep leşi yemekten daha kötüdür.”
Müslim’in İmran bin Husayn’dan naklettiği bir hadise göre, Gamidiyye’nin cenaze namazı kılınacakken Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e (s.a) “Bu zaniyenin cenaze namazını mı kılacağız?” der. Hz. Peygamber (s.a) buna şöyle cevap verir: “O öylesine tevbe etti ki, eğer tüm Medine halkına dağıtılacak olsa, affedilmeleri için yeter.” Buhari’nin Ebu Hureyre’den naklettiği bir başka hadise göre, bir adam içki içme suçuyla cezalandırıldığında, bir başkası “Allah onu alçaltsın” der. Hz. Peygamber (s.a) buna “Böyle sözler söyleyip de, ona karşı şeytana yardımcı olma” karşılığını verir. Ebu Davud’un rivayetinde, Rasûl-i Ekrem’in (s.a) ek olarak şunu da söylediği belirtilir: “Şöyle dua et, “Allah’ım, onu bağışla ve ona merhametini göster.”
İslâm’da cezalandırmanın ruhu işte budur. İslâm, en büyük bir suça bile öç almak için değil, yalnızca ıslah için ceza verir. Bu nedenle de, cezanın uygulanmasından sonra suçluya karşı şefkat ve merhamet gösterilir. Bunun tersine modern medeniyet, devletin askeri veya polisi tarafından öldürülen ve ölümü adlî soruşturmadan geçenlere karşı son derece bayağı bir tutum takınmaktadır. Birisinin onun cesedini mezarlığa taşımasına ve hakkında iyi söz etmesine bile katlanılamıyor. Böyleyken, dünyaya hoşgörü dersi verme “cesareti” gösterecek (edebsizliğe perde) bir ahlâk sergileyebiliyorlar.
25) Evlenilmesi yasak (mahrem) yakınlarla zina etmenin cezası için Nisa an: 33’e ve eşcinselliğin cezası için A’raf, an: 64-68’e bakınız. Bu iğrenç işi hayvanlarla yapma konusunda bazı fakihler zina karşısındaki tutumlarını takınarak, suçlunun zina için öngörülen cezaya çarptırılacağı görüşünü savunmuşlardır. Fakat, İmam Ebu Hanife, İmam Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer, İmam Malik ve İmam Şafiî bunun zina olmadığı, dolayısıyla, suçluya “hadd” değil “tazir” uygulanacağı görüşündedirler. Tazirin şeklini tesbit işinin hakime bırakıldığını veya gerekirse devletin yasama organının bu suç için uygun bir ceza koyabileceğini evvelce belirtmiştik.
3. Bu ayette dikkatimizi çeken ilk olay, ceza yasası için “Allah’ın dini” yalnızca, Namaz, Oruç, Hacc ve Zekat’tan oluşmamakta, yasalar da “Allah’ın Dini”nin bir bölümünü teşkil etmektedir. Dinin uygulanması yalnızca namazın kılınmasına bağlı olmayıp, ilâhî Kanun’un ve buna dayalı küllî sistemin uygulanmasını da gerektirmektedir. Eğer bunlar uygulanmaz ve yalnızca namazla yetinilirse, bu durumda “Din” kısmen uygulanmış olacaktır. Öte yandan, uygulamamak bir yana, bir de İslâm dışı bir sistem benimsenip uygulamaya konacak olursa, bu, dinin tümden reddi anlamına gelecektir.
Dikkatimizi çeken ikinci nokta, merhamet ve acıma duygularının suçluya gerekli cezanın uygulanmasına engel olmaması hakkında ilâhî uyarıdır. Aynı şey bu hadislerde Hz. Peygamber (s.a) tarafından daha geniş olarak açıklanmıştır:
“Hüküm günü bir davada cezaî bir kamçı indiren bir hakim hesap vermeye çağrılacak ve kendisine “Neden böyle yaptın?” diye sorulacaktır. O: “halkına olan acımamdan” diye cevap verecek, buna karşılık Allah (c.c) “Yani sen bu insanlara karşı benden daha merhametliymişsin” (!) diyecektir. Sonrada “Götürün onu cehenneme” emri verilecektir. Bu kez cezaî bir kamçı arttıran bir hakim getirilecek ve kendisine: “Neden böyle yaptın?” diye sorulacaktır. O, “Başkaları için caydırıcı olsun diye” cevabını verecek, bunun üzerine Allah, “Yani sen onlar karşısında benden daha çok hikmet sahibiymişsin (!) ” diyecek ve “Götürün onu cehenneme” emri verilecektir.” (et-Tefsiru’l-Kebir, C. VI, sh. 225) .
Yukarıdaki hadis, merhamet veya bir başka faktör nedeniyle cezadan yapılan indirim ve artırmanın karşılığını ifade etmektedir. Ya cezanın miktarı suçlunun statüsüne göre değiştirilecek olursa, bu en kötü türde suçu oluşturacaktır. Hz. Aişe’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a) hutbede şöyle demiştir: “Ey nas! Sizden önceki ümmetler şu yüzden helâk olmuşlardır. Aralarından zenginler hırsızlık yaparlarsa affedilir fakat, ne zaman halktan biri hırsızlık yapsa gerekli cezayla cezalandırılırdı.” (Buhari, Müslim) Bir başka hadiste ise şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın haddlerinden birinin uygulanması, bir topluluk için kırk gün yağmur yağmasından daha hayırlıdır.” (Nesaî, İbn Mace) .
Bazı müfessirler bu ayeti (2. ayet) , “Suçu sabit olduktan sonra suçlu ne affedilmeli, ne de cezasında indirim yapılmalıdır” şeklinde anlamışlardır. Bunlara göre, suçluya 100 kamçı vurulmalıdır. Daha başkaları ise ayetten kamçılamanın suçlunun etkisini duymayacak kadar hafif olmaması gerektiği anlamını çıkarmışlardır. Ayet bu her iki anlamı da içermekte olup, anlamların ikisi de doğru ve uygundur. Ayrıca, ayetten zina eden bekâra bir başka cezanın değil, mutlaka Allah’ın öngördüğü cezanın verilmesi gerektiği anlamı da çıkar. Acıma veya merhamet uğruna kamçılanmadan başka bir ceza vermek günahtır. Hele, kamçı cezasını barbarca bulup, bir başka ceza vermeye kalkmak, gerçek müminin bir an için bile katlanamayacağı küfre girer. Allah’a iman edip, sonra da O’na barbar demek, ancak münafıkların en alçağına uygun düşer.
4. Bir yandan suçlu utansın, öte yandan başkaları için caydırıcı olsun diye ceza açıkta uygulanmalıdır. Bu, İslâm’da ceza kavramına da ışık tutmaktadır. Hırsızlık cezasıyla ilgili Maide Suresi 38’inci ayette şöyle buyurulmuştu:
“… yaptıklarına karşılık ve Allah’tan caydırıcı örnek bir ceza olsun diye”.
Ve burada da zina edene cezanın açıkta uygulanması emrolunmaktadır. Bu İslâm hukukunda cezanın şu üç amaca yönelik olduğunu gösterir:
a) Bir başka kişi veya topluma karşı yaptığı aşırılıktan dolayı suçluya acı vermek,
b) Tekrar suç işlemekten alıkoymak,
c) Toplumda kötü eğilimleri olanlar vazgeçsinler ve böylesi suçları işlemeye kalkışmasınlar diye, başkaları için caydırıcılık görevi yapmak.
Cezayı açıkta uygulamanın bir diğer yararı da, cezayı uygulayanların arzularına göre cezada eksiltme ve artırma yapmamalarıdır.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.