EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 107. VE 111. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
107- Zarar vermek, küfrü (pekiştirmek) , mü’minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve Resulüne karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: “Biz iyilikten başka bir şey istemedik” diye yemin edenler (varya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir.
108- Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç bir zaman durma. Daha ilk gününden takva temelli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.(102)
109- Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına(103) kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulme sapan bir topluluğa hidayet vermez.(104)
110- Onların kalbleri parçalanmadıkça, (105) kurdukları bina kalblerinde bir şüphe olarak sürüp-gidecektir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.
111- Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden-karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere – canlarını ve mallarını satın almıştır.(106) Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir.(107) Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.
AÇIKLAMA
102. “…Allah ve Rasulü ile savaşmış olan…” Medine’de Hazreç kabilesine mensup Ebu Amir’dir. O Hz. Peygamber’in (s.a) hicretinden önce “cahiliye” döneminde Hıristiyan bir rahip olmuştu. Kutsal metinler hakkındaki bilgisinden dolayı meşhur bir alim ve dindar bir rahip olarak çok saygı görüyordu. Fakat alim olması ve zahitliği onu gerçeğe götüreceği yerde bilakis buna engel olmaktaydı. Bundan dolayı, İslam’ı sadece inkar etmekle kalmayıp aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a) ve O’nun davetinin amansız düşmanı idiydi de. Zira o, Hz. Peygamber’i (s.a) papazlığın “mukaddes vazifesi”ne rakip olarak görüyordu. Kureyş’in gücünün Hz. Peygamber (s.a) ve davetini ezip yok etmeye kafi geleceği ümidi ile Ebu Amir önceleri Hz. Peygamber’i önemsemedi. Fakat Kureyş ordusunun Bedir harbinde tam bir hezimete uğradığını gördüğü zaman artık daha fazla bu hareketi görmezlikten gelemezdi. Bundan dolayı da İslami harekete karşı şiddetli bir fesat kampanyası başlattı.
Böylece Medine’den ayrılarak, İslam’a karşı teşvik ve tahriklerde bulunmak üzere çeşitli kabileleri ziyaret etti. Uhud savaşının meydana gelmesine sebep olan kişilerden birisi de bu Ebu Amir’dir.Uhud savaşının yapıldığı yerde bazı çukurlar kazdırdığı ve Hz. Peygamber’in (s.a) bu çukurlardan birinin içine düşüp yaralandığı da rivayet edilir. Daha sonra Ahzap savaşında Medine’yi işgal etmeye gelen orduların teşkilatlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca, bu Hıristiyan rahip Huneyn harbine kadar meydana gelen bütün savaşlarda, İslam’a karşı müşriklere destek sağlamada aktif olarak faaliyette bulunmuştu. En sonunda Arabistan’da, İslam’ın hamlesini durdurulabilecek hiçbir güç kalmadığını anlayınca Arabistan yarımadasını terketti ve Medine’den yükselmekte olan “tehlike” konusunda Roma Kayser’ini uyarmaya gitti. Roma Kayser’inin, Hz. Peygamber’in (s.a) Tebûk seferine mukabil Arabistan’ı istila etmek için hazırlıklara başlaması, Ebu Amir’in gösterdiği çabaların bir sonucudur.
Şimdi, Hakk Davet’e zarar vermek üzere inşa edilmiş olan “caminin” yapılmasının gerisinde yatan gerçeği bir düşünelim: Medine’de bulunan münafıkların bir bölümü İslam’a karşı çirkin faaliyetlerin hepsinde Ebu Amir’le yakından işbirliği yapmışlardı. Ayrıca, Roma Kayser’i ve diğer Kuzey Arabistan Hıristiyan devletlerinden askeri yardım koparılması için “manevi” nüfuzunu kullanması hususunda da onunla anlaşmışlardı. Binaenaleyh Ebu Amir, Arabistan’a saldırması konusunda Kayser’i ikna etmeye gitmeye hazırlandığı sırada, onlarda kendilerini ayrı bir hizip olarak örgütleyebilmeleri için emin bir toplanma yeri olarak işlev görecek bir “cami” yapma planı tasarladılar. Çünkü bu sayede, din maskesi altında şeytanca faaliyetler yürüttüklerini kimse farketmeyecekti. Ayrıca, bu mescid Ebu Amir’in ajanlarının yolcu ve dilenci gibi gözükerek hiçbir şüphe uyandırmadan kalabilecekleri bir karargah olarak da hizmet görecekti.
Aslında, biri Kuba’daki Kuba Mescidi ve diğeri Mescid’i Nebevi olmak üzere Medine’de halen iki cami zaten bulunmaktaydı. Şehirde üçüncü bir camiye ihtiyaç olmadığı gün gibi aşikardı. Bunu münafıkların kendileri de biliyorlardı, bundan dolayı üçüncü bir camiye ihtiyaç olduğunu göstermek üzere bir takım “nedenler” uydurmaya başladılar. Bu maksada binaen, Hz. Peygamber’e (s.a) gittiler ve “Bu bölgenin halkı ve bilhassa yaşlı, hasta, sakat olanlarımız için, kış mevsimi ve yağmurlu havalarda bu iki mescidden birisine, günde beş defa gidip gelmelerinin çok zor olduğu için bir başka mescide ihtiyacımız vardır. Bundan dolayı, Kuba Mescidi ve Mescid’i Nebevi’den uzak bir mahallede oturan ve namazlarını cemaatle kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescid yapmayı arzu ediyoruz” dediler.
Böylece bu fitne-fesat odakları, güya temiz niyetlerinden kaynaklanan sözkonusu istekleri neticesinde yeni bir cami yaptılar. Daha sonra Hz. Peygamber’e (s.a) gelerek “Efendimiz, yeni mescidimize gelmenizi ve açılış merasimi olarak ilk cemaatle namazı sizin kıldırmanızı rica ediyoruz” dediler. Fakat Rasulullah (s.a) “Şu an, Tebûk’e yapılacak sefer hazırlıklarıyla meşgulüm. Konuyu sefer dönüşünde düşünürüm” diyerek teklifin yerine getirilmesini bir süre erteletti. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) Tebûk’e sefere çıkınca bu münafıklar da, haince seri faaliyetlerine başladılar. Bu yeni mescidle kendilerini teşkilatlandırmaya ve İslam’a karşı komplolar düzenlemeye devam ettiler. Hararetle bekledikleri müslümanların yenildiği ve Romalıların onları bütünüyle imha ettikleri haberini alır-almaz Abdullah b. Ubey’i kendilerine kral yapmayı kararlaştırdılar. Fakat Tebûk’te olanlar ise bunların bütün umutlarını boşa çıkarmıştı. Daha sonra seferden dönüş esnasında, Medine’ye yakın Zi-Evan denilen yerde bu ayetin inmesiyle Hazreti Peygamber (s.a) şehire girmeden önce bu “mescidi” yerle bir etmek üzere birkaç kişiyi bulunduğu mahalle gönderdi.
103. Bu teşbihin anlamını bütünüyle kavrayabilmek için önce, Arapça ” ” kelimesinin anlamı üzerinde bir düşünmemiz gerekir. Bu kelime dere kenarında suyun, yanlarının dibini aşındırıp altını oyarak üst yüzünü desteksiz bırakması olayıdır. Öyle ki bu toprak parçası her an çöküp yıkılmaya hazır vaziyettedir. Bu çok manalı teşbihte, müşrikçe bir temele oturtulan hayat tarzı da işte böyle dibi oyulmuş, her türlü dayanaktan yoksun bir toprak parçası üzerine inşa edilen binaya benzetilmiştir. “Normal, sıradan bir toprak parçası işte” diyerek böyle bir yere bina yapmaya kalkan cahil kimsenin, binasını kaybetmekle kalmayıp, canını da kaybedeceği açıktır. Zira, üzerine ev inşa ettiği arazi her türlü sağlam temel ve destekten mahrum olduğu için bina kaçınılmaz olarak dereye çökecektir. Tıpkı bunun gibi, hayat sisteminin binasını, insan hayatının yegane sağlam temeli olan Allah korkusu ve rızası gözönünde bulundurmaksızın geçici dünyalıklar üstüne oturtan kimse, dibini suyun oyduğu, her an yıkılmaya hazır toprak parçası üzerinde evini yapan adama benzer. Zira böyle bir insan, işlediği yanlış yoldaki fiilleriyle hayat binasının temelini bizzat kendisi oymaktadır. Allah korkusu ve rızası gibi sağlam granit bir zeminden yoksun olacağı için, bina kaçınılmaz olarak yıkılacaktır. Böylece, hayatını inşa ettiği zemin günün birinde, hayatı boyunca kazandıklarıyle birlikte Cehennem çukuruna kayıp yuvarlanacaktır.
104. “Doğru Yol” (Sıratu’l-Mustakim) ancak gerçek felaha götürür.
105. Yani, tebliğini yaymak için adına mescidler yapılan hakiki İslam’a zarar vermek niyetiyle bir “mescid” inşa ederek, en iğrenç günahı işlemekle bu münafıklar, kalblerini imanı algılayıp kabul edebilme şansından mahrum ettiler. Bu suç, onların kalblerine, inançsızlık tohumlarını öyle derin yerleştirmiştir ki, yaşadıkları sürece orada kalacak ve sadece ölüm anında, o kalblerin artık atmadığı zamanda onlardan kopacaktır. Bu gibi insanların, açıkça puthaneler inşa eden ve Allah’a karşı açıkça savaş hazırlığı yapan kafirlerden daha farklı olduğu malumdur. Çünkü mert, samimi ve bir bakıma cesur olması nedeniyle böyle birisinin hidayeti kabul etmesi imkan dahilindedir. Üstelik, onun açık ve net muarızlığı gösteriyor ki, birşeye ikna olabilme, inanabilme cüretkarlığına sahip olan bu kimse, eğer gerçeği kavrayabilirse İslam’ı da kabul edebilir. Fakat küfre hizmet etmek için “cami” inşa eden, Allah’ın dinine karşı savaşında, Allah’a ibadet maskesi altında gizlenen korkak, yalancı, hilekar ve riyakar insan içinse hiçbir ümit yoktur. İşte bu, bu gibi davranışların insanın içinde yatan asil duyguları öldürmesi ve onu İslam’ı anlayamaz ve tabii ki kabul etmez kılmasından ötürüdür.
106. Bu ayette, Allah ile kulları arasındaki ilişkinin doğasını belirleyen İslam inancı görüşü, bunu bir “mukavele” olarak tanımlamaktadır. Bu keyfiyet, inancın, sadece metafizik bir kavram olmayıp, aslında, hayatlarını ve mallarını Allah’a satmak karşılığında, ölüm sonrası hayatta da Allah’ın kendisine Cennet vereceği vaadini kabul etmek suretiyle kul tarafından yapılan bir mukaveledir. Bu “mukavele” nin tazammun ettiği muhtevayı tam olarak anlayabilmek için, ilk önce bu mukavelenin doğasını kavramaya çalışalım.
Herşeyden önce, şu hususa dikkat etmeliyiz ki, kulun hayatını ve sahip olduğu herşeyi, gerçekten Allah’a satması diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü insanın hayatının ve sahip olduğu herşeyin gerçek malik’i zaten Allah’tır. Bunlara sahip olma hakkı, insanın sahip olduğu ve kullandığı herşeyin yaratıcısı olan sadece Allah’ındır. Binaenaleyh dünyevi anlamda birşeyin satımı ya da alımı, katiyyetle sözkonusu değildir, zira insanın satabileceği kendisinin hiçbir mülkü yoktur ve herşey zaten evvelemirde O’na ait olması hasebiyle Allah’ın da satın alacağı hiç birşey yoktur. Bununla birlikte Allah’ın insana kullanma yetkisi verdiği bir irade ve seçme, hürriyeti (free will and freedom of choıce) vardır ve sözkonusu mukavele de buna dairdir.
Elbette kuldaki bu hürriyet, insanın kendi hayatı ve mallarına mutlak sahiplik hakkı konusundaki gerçek konumunda herhangi bir değişiklik getirmez. Onlar Allah’ındır. Onlara ise, sadece kendinden herhangi bir zorlama ve cebir olmadan, bunları istediği yönde iyiye ya da kötüye kullanma selahiyeti vermiştir. Bu da insana, hayatı ve elinin altında bulunan herşeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu itiraf etmesi ya da etmemesi hürriyetinin tanındığını ifade eder. 111. ayette geçen “mukavele” (alışveriş) bu hürriyeti gönüllü olarak, Allah’ın iradesine bırakmak, ona havale etmekle ilgilidir. Başka türlü ifade etmek gerekirse, Allah insanı ona verilen bu özgürlüğüne karşılık, hayatı ve sahip oldukları üzerinde Malik-ul-Mülk olarak Allah’ı tanıyor ve kendisini de bunları sadece bir emanetçisi olarak mı görüyor, yoksa sanki bunların sahibi o imiş gibi mi davranıyor diye imtihan etmek ister.
Bu vechile, Allah’ın indinde bu mukavelenin (alışveriş) şartları şunlardır: “Eğer siz gönüllü olarak (ve herhangi bir baskı altında kalmadan) hayatınızın, sahip olduklarınızın ve bu dünyadaki herşeyin aslında benim, bana ait ve kendinizi de sadece onların emanetçisi olduğunu kabul etmeye ve böyle görmeye razı olursanız, ben de bunun karşılığında size sonsuz ahiret hayatında cennetler vereceğim.”Allah’la böyle bir pazarlık yapan kimse bir mü’mindir. Dolayısıyla iman, aslında bu alışverişin başka bir adıdır. Öte yandan bu pazarlığı yapmayı reddeden veya yaptıktan sonra sanki böyle bir taahhüde girmemiş insanın tavrını takınan kişi ise “kafir”dir. Çünkü teknik olarak “küfür” kelimesi, böyle bir pazarlığa reddedişe uygulanan bir terimdir.
Bu mukaveleyi yapmanın sonuçları şunlardır:
1) Allah bu konuda insanı iki zor imtihana tabi tutmuştur: Birincisi, insanın kendisine verilen seçme hürriyetine rağmen, hakiki el-Malik’i sahib olarak tanıyor mu? Yoksa, bunu reddederek nankör, hain ve asi mi oluyor? İkincisi ise, Allah’a tam olarak güveniyor mu, güvenmiyor mu? Cüz-i iradesini, O’nun iradesine teslim ediyor mu, etmiyor mu? İki alemin kıyası, “eldeki bir kuş, çalılıktaki iki kuştan değerlidir” halk deyişine teşbih edilirse de öteki alemde sonsuz bir saadet ve cennetler müjdesine karşılık, halihazırdaki bu dünyada arzularını, emellerini ve tutkularını feda edebiliyor mu, edemiyor mu bunun imtihanıdır.
2) Bu mesele, İslam hukuku ile, Cenabı Allah’ın ahirette, bir kimseyi ona göre yargılayacağı daha yüce ve manevi inanç telakkisi arasında net bir sınır çizgisi çizilmesine yardım eder.
İmanın yasal (şer’i) tanımına göre, imanın esaslarını yalnızca söz ile ikrar etmesi bir kimsenin yasal olarak müslüman olmasına yeter sebeptir. Bundan sonra, bu kişinin ikrarının sahte olduğunu gösteren kesin ve açık bir delil olmadıkça bu şahsın kafir olduğu ve İslam toplumu dışına atılması gerektiği hususunda karar vermeye hiç bir üst merci yetkili değildir. Fakat Allah katında durum böyle değildir: Allah ancak öyle kimsenin imanını doğru olarak kabul eder ki, bu kimse Allah’la pazarlığı yaparak fikir ve hareket hürriyetini O’na hibe eder ve en tabii mülkiyet hakkı iddiasını bütünüyle O’nun keremine terk eder. Yani bir insan iman esaslarını ikrar edebilir ve tayin edilen farzları yerine getirebilir, fakat eğer kendisini hala kendinin, cesedinin, ruhunun, kalbinin, beyninin ve diğer yeteneklerinin, mülkiyetinin, servetinin ve diğer sahip olduğu şeylerin biricik efendisi ve maliki olarak görür ve bunları dilediği şekilde kullanma hakkını da kendine tahsis ederse, bu kimse, bu dünya gözüyle bir mü’min olarak görüldüyse de Allah katında bir kafir olarak anılacaktır. Çünkü böyle bir insan Allah’la, Kur’an’a göre imanın özü olan bu alışverişi yapmamıştır. Bu demektir ki, canını ve malını Allah’ın istediği yolda harcamayan veya O’nun razı olmadığı şekilde harcayan kimse dil ve ikrar suretiyle iman sahibi olduğunu iddia etse dahi gerçekte bunları (kendisine verilen şeyleri) ya Allah’a satmadığını ya da böyle bir pazarlık yaptıktan sonra kendisini hala bu nimetlerin efendisi ve sahibi olarak gördüğünü göstermektedir.
3) Yukarıda anlatıldığı şekliyle gerçek İslami anlayış, müslümanın hayata karşı tutumu ile kafirinkini birbirinden ayıran net bir çizgi çekmektedir. Müslüman, samimiyetle Allah’a inanan, kendisini Allah’ın iradesine teslim eden ve tutumunda tamamıyla bağımsız olduğunu (yaptığı pazarlığın şartlarını bir anlık unuttuğu durumlar hariç) gösterecek herhangi bir şey yapmayan kişidir. Aynı şekilde, hiçbir müslüman toplumu da politik, kültürel, ekonomik, toplumsal ve devletler arası herhangi bir meselede Allah’ın kanunlarından bağımsız bir tavır takınır ve hala müslüman kalamazlar. Şayet, eğer ast olduğunu, üste bağlı olduğunu ve gönüllü olarak özgürlüğünü teslim ettiğini bir süre için unutacak olsa, hatasını fark eder etmez derhal kendi başına buyruk tavrını terk edecek ve yeniden teslimiyet tavrını takınacaktır. Bunun tersine, eğer bir kimse Allah’a karşı bağımsızca bir tavır takınırsa ve kendi istekleri, hevesleri, tutkularına göre hayat işlerinde bir takım kararlar alırsa o kimsenin müslüman mı gayrı müslim mi olduğuna bakılmaksızın küfür tutum ve davranışını benimsediğine hükmedilir.
4) Ayrıca iyi anlaşılmalıdır ki, insanın kendisini teslim etmesi istenilen Allah’ın iradesi, bizzat Allah’ın kendisinin belirttiği ve bildirdiği iradesidir, yoksa insanın kendisinin uydurduğu Tanrı iradesi değil. Bu durumda o kişi Allah’ın iradesine değil, bilakis kendi iradesine uymaktadır ki, bu da tamamıyla mukavelenin şartlarına aykırıdır. Sadece, O’nun Kitabı’nın ve peygamberinin öğretilerine uygun tutum ve tavır benimseyen kimse ya da topluluk, mukavelenin şartlarını yerine getirmiş sayılacaktır.
Yukarıdaki mukavelenin açıklamalarından, Allah’ın şartlarının yerine getirilmesini, niçin bu dünya hayatının son bulmasından sonraki öteki aleme bıraktığı hususu da açıklık kazanmaktadır. Aşikardır ki, cennet sadece satıcının canını ve malını Allah’a satması işinin karşılığı değil, “aksine bu şeylerin ve tasarruflarının, Allah’ın bir vekili” olarak O’nun iradesine teslim etmesi”nin karşılığı olacaktır. Şu halde, bu mukavele, ancak satıcının hayatı son bulduktan ve pazarlığı yaptıktan sonra son nefesine kadar anlaşmanın şartlarını yerine getirdiği de ispatlandıktan sonra ikmal edilmiş olacaktır. İşte sadece bu andan itibaren, mukavelenin şartlarına mutabık olarak o, mükafatlandırılmaya layık görülecektir.
Ayrıca bu hususun içinde yer aldığı siyak ve sibakı da anlamamız çok iyi olacaktır. Bir önceki bölümde, iman konusundaki imtihanı kaybeden ve iş güçlerine rağmen, cahillikleri yüzünden veya samimiyetsiz oluşlarından veyahut da tamamıyla nifaklarından dolayı, Allah ve dini için, zamanlarından, pazarlarından, hayatlarından ve arzularından hiçbir fedakarlıkta bulunmayan insanların zikri geçmiştir. Bu yüzden, değişik kişi ve kesimlerin tutum ve tavırları tenkit edildikten sonra, kabul ettikleri imanın nelere delalet ettiği açık bir ifade ile anlatılmakta: “Bu, Allah’ın var olduğu, tek olduğu hususunu salt dil ile ikrar etmek değil, fakat O’nun sizin nefsinizin ve sahip olduklarınızın Malik’i ve Efendisi olduğu gerçeğini kabul etmenizdir. O halde, eğer bunları Allah’ın emrine uygun olarak sarfetmeye hazır ya da istekli değilseniz ve üstelik bunları ve diğer bütün enerji kaynaklarınızı Allah’ın iradesinin hilafına harcıyorsanız, imanı ikrarda sahtekar olduğunuzun açık bir delilidir. Gerçekten samimi olarak inananlara gelince, onlar gerçekten kendilerini ve servetlerini Allah’a satanlar, O’nu sahibleri ve efendileri olarak görenler ve hiçbir ayırma-kayırma olmadan bütün enerjilerini ve mallarını, O nereye harcanmasını emrediyorsa, oraya harcayan, nereye harcanmasını yasaklıyorsa oraya sarfetmeyenlerdir.”
107. Bazı münekkitler ayette geçen “… bu vaad, Tevrat’ta ve İncil’de muhtevidir…” ifadesinin adı geçen bu kitaplarca doğrulanmadığını söylerler. İncil’le ilgili itirazları, bugünkü mevcut İncillere göre bile açıkça ters düşmektedir. Hz. İsa’nın, bu niyeti tasdikleyen sözleri vardır. Örneğin:
“Ne mutlu, doğruluk ve salah uğruna eziyet edilenlere, çünkü cennet onlarındır.” (Matta, 5: 10)
“Hayatını bulan onu kaybedecektir ve benim uğruma hayatını kaybeden de onu bulacaktır.” (Matta, 10, 39)
“Ve, benim adım uğruna evlerini veya kardeşlerini veya kızkardeşlerini veya babalarını veya analarını veya çocuklarını veyahut topraklarını terk eden herkes yüz mislini ve ebedi hayatı miras alacaktır.” (Matta, 19:29)
Mamafih, eldeki mevcud Tevrat’ın bütünlüğü içerisinde bu mukavele meselesini tasdik bir durum görülmediği doğrudur. Fakat, örneğin, pazarlığın ilk kısmı, şöyle ya da böyle bazı yerlerde zikredilmektedir:
“…Seni satın alan babanız o değil mi? Seni yaratan, pekiştiren o değil mi?…” (Tesniye, 32: 6)
“Dinle, ey İsrail! Tanrımız olan Rab, bir olan Rabdir. Tanrın olan Rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin.” (Tesniye, 6: 4-5)
Fakat “pazarlığın” diğer bölümüne gelince, yani “cennetler vaadi”ni Filistin topraklarına hamletmişlerdir.
“Dinle, ey İsrail! Ve onu yapmaya özen göster, ta ki sana iyilik olsun ve atalarının Tanrısı Rabbin sana vadettiği gibi, süt ve bal akan diyarda ziyadesiyle çoğalasınız.” (Tesniye, 6: 3)
Çünkü bu, ahiret ve hesap gününe iman Hak yolun ayrılmaz bir parçası olmasını rağmen Tevrat’ın, ölümden sonraki hayat, hesap günü, mükafat ve cezalar konusunda herhangi bir esas zikretmemesinden dolayıdır. Fakat yine de, orjinalinde Tevrat’ın böyle bir inancı ihtiva etmediği anlamına gelmez. Hakikat şu ki, dejenerasyon dönemlerinde yahudiler, o kadar maddeci olmuşlardı ki, bu dünyadaki refah ve servetten başka Allah’tan herhangi bir mükafatın gelebileceğini düşünemez hale gelmişlerdi. İşte bu yüzden, ibadeti ve itaatine karşılık olarak Allah’ın insanoğluna vermeyi taahhüt ettiği sözlerin hepsini aslından saptırmışlar ve bunları Filistin topraklarına hamletmişlerdir.
Bu çerçevede ayrıca unutulmamalıdır ki, orijinal Tevrat nüshasının birçok şekilde değişikliklere uğramış olması, yukarıda bahsedilen tahriflerin mümkün olduğunu göstermektedir. Ondan bazı bölümler çıkartılmış ve aslında olmayan bazı bölümlerde ona ilave edilmiştir. Böylece, şimdiki bu haliyle Tevrat, safi olarak Allah’ın kelamı olmayıp, bazı Yahudi alimlerinin karıştırdıkları birçok yorumlar vs.’de ihtiva etmektedir. O kadar ki, bazı yerlerde Yahudilerin rivayetlerini, ırkçı önyargılarını, hurafelerini, arzu ve isteklerini, hukuksal yorumlamalarını, vs. Allah’ın sözüne karıştırdıkları ne varsa bunları Allah’ın sözünden ayırdedebilmek tümüyle imkansız hale gelir. (Daha fazla izah için lütfen bkz. Al-i İmran an: 2)