sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 118. VE 120. AYETLER ARASI

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 118. VE 120. AYETLER ARASI
29.04.2020
655
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

118- (Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı) .(118) Öyleki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O’nun dışında (yine) Allah’tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.(119)
119- Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğru (sadık) olanlarla birlikte olun.
120- Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, peygamberden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz. Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, ‘dayanılmaz bir açlık’ (çekmeleri) , kâfirleri ‘kin ve öfkeyle ayaklandıracak’ bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez.

AÇIKLAMA

118. Geriye kalışlarının mazeretlerini Hz. Peygamber’e (s.a) arzetmek üzere gelenler arasında bu üç kişi de bulunuyordu. Onların seksenden fazlasını Hz. Peygamber’e yalan mazeret beyan eden münaafıklar teşkil ediyordu. Hz. Peygamber (s.a) söylediklerini kabul etti ve onları başından savdı. Daha sonra sıra, gerçek birer mü’min olan bu üç kişiye geldi. Bunlar suçlarını açıkça itiraf ettiler. Bundan dolayı, Hz. Peygamber, onların hakkındaki kararını tehir etti ve durumları konusunda Allah’tan herhangi bir karar gelinceye kadar onlarla her türlü sosyal münasebeti kesmelerini müslümanlara emretti. Onların durumları hakkında karar vermek için de bu ayeti kerime nazil olmuştur.
Bu konuda, sözkonusu üç kişinin halinin, 99. açıklama notunda geçen yedi insanın durumundan farklı olduğu hususu akılda bulundurulmalıdır. Onlar ise, hatalarından dolayı hesaba çekilmeden önce kendi kendilerini cezaya çarptırmışlardı.
119. Durumları, bu ayeti kerimede belirtilen üç kişi, Ka’b b. Malik, Hilal b. Umeyye ve Marare b. Ruba’i idi. Bunlar, daha önce de söylendiği gibi samimi birer mü’min idiler. Bu hadiseden önce samimiyetlerini ispat edecek birçok delil ortaya koymuşlardı. Son ikisi Bedir Harbine de katılmışlardı. Dolayısıyla imanları, her türlü şüpheden uzaktı. Ka’b ise, Bedir savaşına katılmamış olmasına rağmen Hz. Peygamber’in (s.a) diğer bütün seferlerine iştirak etmiş bulunuyordu. Fakat yaptıkları tüm bu hizmetlerine rağmen bütün sağlam müslümanların cihada gitmeleri emredildiği Tebûk Seferi gibi çok kritik bir zamanda göstermiş oldukları ihmalden dolayı şiddetle cezalandırıldılar.
Tebûk dönüşünde Hz. Peygamber (s.a) müslümanlara, sefere katılmayanlardan tüm alakalarını kesmelerini emretti. Hatta o kadar ki müslümanlar bunların selamını bile almayacaklardı. Bu şekilde devam eden sosyal boykot ve tecritten kırk gün sonra, ailelerine de, onlarla teşrik-i mesaide bulunmamaları emredildi. Velhasıl, onlar Medine’de bu ayette de anlatıldığı gibi, çok kötü bir duruma düştüler. Nihayet, elli günlük bir boykottan sonra sözkonusu üç kişinin affedildiklerini ilan eden bu ayet nazil oldu.
Yukarıda zikredilen boykot hikayesi, bu üç kişiden biri olan Ka’b b. Malik tarafından detaylı olarak anlatılmıştır. Yaşı ilerleyip gözleri de görmez bir hale geldiğinde, hikayesini kendisine her yerde eşlik eden oğlu Abdullah’a bizzat kendisi anlatmıştır. Bu hikaye, herkes için güzel bir ders olduğundan Ka’b b. Malik’in kendi ifadesi ile aynen aktarıyoruz:
Hz. Peygamber (s.a) her ne zaman müslümanları cihada hazırlanmaları için teşvik ettiyse ben de bu hususta hazırlıklar yapmaya karar verirdim. Fakat eve gittiğimde “Acelesi yok, hele bir zamanı gelsin, hazırlıklarımı kolayca yapar, yola koyulurum” diyerek ihmalkarlık yapardım. Bu ihmalcilik durmayıp devam etti. Bu şekilde, ordu sefere çıkacağı zamana kadar hazırlıkları yine ihmal ettim. Hiçbir hazırlık yapmadığım halde kendi kendime, “Adam sende, bir iki gün sonra ben de hazırlanır, onlara yolda yetişirim” dedim. Fakat ihmalkar oluşum niyetlerimi uygulamaya koymaktan beni yine alıkoydu. Sonunda orduya katılabilmem için hiçbir fırsat kalmadı. Bedbahtlığıma ilaveten, sefere katılmayıp Medine’de kalan diğer kimselerin de ya münafık ya da yaşlı veya cihada gitmeleri uygun olmayan insanlar olduğunu görünce hepten mahvoldum ve bu vicdanımı sürekli kemirdi durdu.
Her defasında olduğu gibi, Tebûk seferinden dönüşünde de Hz. Peygamber (s.a) , mescidde iki rekat namaz kıldı. Daha sonra, halkla görüşmek üzere orada oturdu. Önce sayıları, seksen küsur olan münafıklar huzuruna geldi, ciddi ciddi yeminlerle utanmadan aslı astarı olmayan uydurma mazeretlerini söylediler. Hz. Peygamber (s.a) , onlardan herbirinin uydurma hikayelerini dinledi, gösterdikleri görünüşteki mazeretlerini kabul etti ve kalblerinde gizlediklerini ise: “Allah sizi affetsin” diyerek Allah’a havale etti. Daha sonnra mazeret beyan etme sırası bana geldi. Rasulullah’a doğru yürüdüm ve selam verdim. Gülümseyerek, “Peki seni ne tuttu?” dedi. (Bir an durakladım) . Vallahi, şu dünyadan her kim olursa olsun, onu ikna etmek için bir veya birkaç mazeret uydurabilirdim. Çünkü konuşma ve ikna sanatında pek mahir biriydim. Fakat burada benden açıklama yapmamı isteyen Yüce Peygamber’di. İnanıyorum ki şayet ben onu, şu anda yalan mazeretler uydurarak kandırsam bile, Allah sözkonusu durum hakkında hakikatı ona bildirir ve tekrar onu öfkelendirirdim. Öte yandan, eğer doğruyu söylesem bir an için belki onu kızdırmış olmama rağmen umulur ki, Allah beni affedebilirdi. İşte bunun için, dedim ki “Hayır! Ya Rasulullah, vallahi benim sizden geri kalmama sebep olacak hiçbir özrüm yoktu. Ben, Tebûk seferine katılmak için her yönden her zamankinden daha çok hazırlanabilecek güçteydim.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) “Hakikaten bu şahıs doğru söyledi” dedi. Daha sonra bana döndü ve: “Ey Ka’b, haydi kalk, Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle” buyurdu.
Ben de kalktım ve kabilemin mensupları arasındaki yerime oturdum. Hiçbir mazeret ileri sürmediğim için etrafımdakiler hemen beni dürtmeye ve azarlamaya başladılar. Bu durumda şeytan bana “git ve yalan mazeretler uydur” diyordu. Fakat benden başka aynı şeyi söyleyen, Marare b. Rebi ve Hilal b. Ümeyye gibi daha iki iyi kimsenin de bulunduğunu öğrenince, söylediklerimden dolayı memnun oldum ve doğru ne ise onda sebat ettim.
Bu olaydan sonra, Hz. Peygamber (s.a) aynı durumda olan üçümüzle müslümanların konuşmasını yasaklayan bir emirname çıkardı. Diğer iki kişi evlerine kapandıkları halde ben evimden dışarı çıkar, namazları cemaatle kılar ve çarşı pazarda dolaşırdım. Benimle hiçbir kimse konuşmadığı için bana hiç tanıdığı olmayan yabancı bir şehirdeymişim gibi geliyordu. Mescide vardığımda, daha önceleri olduğu gibi selamımı verir ve Hz. Peygamber’in (s.a) selamımı almasını beyhude yere beklerdim. Sonra namazı Rasulullah’a (s.a) yakın kılardım ve gizlice onu gözetlerdim. Namazıma durduğum sıra, bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi. Bu durum böyle sürüp benim için dayanılmaz bir hal alınca, bir gün, amcamın oğlu olan ve çocukluktan beri arkadaşım yeğenim Ebu Katade’yi görmeye gittim. Bahçesinin duvarını tırmanarak aştım ve selam verdim, fakat vallahi o bile selamımı almadı. Bunun üzerine ben de:
-Ey Ebu Katade, Allah adına sana soruyorum, ben Allah’ı ve Rasulünü sevmiyor muyum? dedim. Fakat sustu, cevap vermedi. Tekrar Allah adına sordum. Yine sükut etti. Üçüncü bir daha Allah adına tekrar and verdim. Bu defa sadece:
-Allah ve Rasulü daha iyi bilir diye cevap verdi. Gözlerim yaşla doldu ve oradan da umutsuzca ayrıldım, geri döndüm.
O günlerde başka bir hadise daha olmuştu. Bir keresinde pazardan geçerken bir Suriyeli bana gelerek ipek içine sarılı bir mektup verdi. Bu mektup Gassan kralından geliyordu ve şöyle diyordu: “Haber aldığımıza göre senin liderin, bu günlerde sana eza ve cefa ediyormuş. Fakat sen, öyle değersiz alalade bir şahıs olmadığın için biz senin orada heba olmana rıza göstermeyiz. Binaenaleyh, bize gel, sana şanına layık bir hürmet ve ihsanda bulunuruz.” Mektubu okuyup bitirince kendi kendime “İşte bir imtihan daha” dedim ve derhal mektubu yanmakta olan ocağın içine attım.
Boykotun kırkıncı günü falandı, bir gün baktım birisi Hz. Peygamber’den, bundan böyle artık hanımdan da ayrı kalacağım haberini getirdi. “Onu boşayacak mıyım?” diye sordum. “Hayır” dedi. “Sadece ayrı duracaksın.” Bu haber üzerine hanıma: “Babanın evine git ve Allah’tan benim hakkımda bir hüküm gelinceye kadar bekle” dedim.
Nihayet boykotun ellinci günü sabah namazını kıldıktan sonra, son derece üzgün evimin damında otururken, tam o sırada “Ka’b ibn Malik, müjde” diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim. Hemen Allah’ın huzurunda secdeye kapandım. Çünkü affım için gerekli emrin gelmiş olduğunu anlamıştım. Az sonra, tevbemin kabulünden dolayı beni tebrik etmek için koşanlarla evimiz dolup taşmaya başladı. Kalktım ve doğruca mescide gittim. Mutluluktan Hz. Peygamber’in (s.a) yüzünün parıldadığını görüyordum. Selamımı aldı ve şöyle buyurdular: “Seni tebrik ederim, bugün hayatının en hayırlı günüdür.”
-“Ya Rasulullah (s.a) bu müjde sizden mi, yoksa Allah tarafından mı” diye sordum. O da, “Hayır Allah’tandır” diye cevap verdi. Daha sonra bu ayetleri (117 ve 118) okudu. “Ey Allah’ın Rasulü, tevbe için bütün malımı mülkümü sadaka olarak bağışlamam isteniyor mu?” diye sordum. Allah’ın Rasulü:
-“(Hayır) malının bir kısmını kendine alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Buna göre ben de:
-Şu Hayber’deki hissemi alıkorum, dedim. Geri kalan malımın tümünü sadaka olarak dağıttım ve daha sonra Allah’a şöyle yemin ettim: “Allah beni bu badireden ancak doğruluğumla kurtardı. Artık ben, bundan böyle yaşadığım sürece doğrudan başka hiçbir söz söylemeyeceğim. Şu ana kadar da gerçeğin aleyhinde kasten bir söz söylememiş olmam bundandır. İnşaallah, aynı şekilde gelecekte Allah’ın beni yalanlardan koruyacağını umarım.”
Bu kıssa ibret alınacak bir çok dersleri içermektedir. Her mü’minin bunları, kafasına ve kalbine nakşetmesi gerekir.
Bu derslerin ilki ve en önemlisi şudur: İslam ile küfür arasında süren çatışma son derece önemli ve hassastır. Bu hususta mümkün olduğu kadar uyanık ve dikkatli olmalıyız. Faal olarak “küfür” tarafına katılan kimsenin durumunu anlatmak gereksizdir, zira o açıktır. Eğer bir müslüman ömründe bir kere bile olsa, İslam’ın yanında yer almakta en ufak bir ihmal gösterse ve bunu da hiçbir art niyeti olmaksızın yapsa dahi, bütün hayatı boyunca yaptığı ibadetleri, amelleri ve İslam uğrunda bulunduğu fedakarlıkları tümüyle kaybetme ile karşı karşıya kalır. İşte Bedir, Uhud, Ahzab ve Huneyn savaşlarında büyük işler başarmış ve samimiyet ve imanları şüpheden bütünüyle uzak değerli kimselere bile böyle şiddetli bir tavır alınması bundandır.
Birincisi kadar önemli olan ikinci hususa gelince, kişi vazifesini yaparken en ufak bir ihmali bile kesinlikle düşünmeli. Çünkü bu tür bir ihmal kişiyi affedilmez suçlar arasında sayılan büyük bir günahı işlemeye götürür. Bir kimsenin herhangi bir art niyet olmadan bir suçu işlemesi gerçeği bile kişiyi cezalandırmadan kurtaramaz.
Son olarak bu olaydan alacağımız ders şudur: Bu kıssa bize, Hz. Peygamber’in (s.a) liderliğinde ortaya konan toplum modelinin gerçek özünü gösteriyor. Bir tarafta, haince işleri herkes tarafından çok iyi bilinen münafıklar vardı. Kendilerinden, sergiledikleri haince davranışlardan daha iyisi beklenmediği için ileri sürdükleri yalan mazeretleri hiç itiraz etmeden kabul edildi. Diğer tarafta, mü’min olduğu ispat edilmiş ve her tür şüpheden uzak fedakarlıkları olan o üç kişinin halini bir düşünelim. Onlar, kendilerini haklı çıkarmak üzere hiçbir yalan hikaye uydurmayıp aksine kabahatlerini açık ve net olarak itiraf ettiler. Fakat, münafıkların tersine, ağır bir cezaya çarptırıldılar. Bu ceza onlara, imanları hakkında bir şüphe bulunduğundan dolayı değil, fakat o kendileri gibi gerçek mü’minlerin, ancak bir münafığa yakışacak davranışa benzer bir davranış sergilediği için verildi. Böylece, bu ceza ile, hatırlatılmak istenen husus şu idi: “Siz dünyanın tadı tuzusunuz. Ama sizin gibi iyi insanlar da bozulursa, o zaman, bu dünyanın tadı tuzu nereden gelecek?”
Meselenin dikkate değer bir başka yönü de vardır. Bu olayda, liderin ve onun takipçisi müslüman toplumun ortaya koydukları tavır gerçekten eşsizdir. Azıcık dahi olsa herhangi bir kin ve öfke duygusu karıştırmamak şartıyla lider, şefkat duygusundan da ayrılmaksızın tebaasını -gerektiriyorsa- en şiddetli bir şekilde cezalandırabilir. Onun cezası, babanın oğluna verdiği cezaya benzer. Babalık şefkatinin ne olduğunu anlar anlamaz kişi, liderinin de, kendisine verdiği cezanın, hareketlerini ıslaha yönelik, dolayısıyla kendi hayrına olduğunu anlar. Böylece takipçi çok zor şartlar altında bile en mükemmel itaat örneğini sergiler. Ağır cezalandırmadan muzdarip olur ama bunu şahsi veya taassubi gurur meselesi yaparak liderine başkaldırmayı asla düşünmez. Hatta önderin sevgisine karşı kalbinde hiçbir nefret beslemez, aksine onu öncekinden daha çok sevmeye başlar. Hayatının bu en mutsuz süresi boyunca liderinden sadece şefkatli bir bakışın özlemini çeker. Böyle bir kimsenin durumu, umudu gökte gördüğü bir bulut parçasında olan kuraklık ve kıtlık içinde kıvranan çiftçiye benzer.
Şimdi de, hiçbir toplum tarafından gösterilemeyen en kuvvetli disiplin ve en yüksek ahlaki espiyi ortaya koyan İslam Toplumuna bir göz atalım. Liderin emretmesiyle bir toplum sözkonusu kişilere bütünüyle yabancı hale geliyor. Liderin boykot ilan etmesiyle genel olarak da, özel olarak da bütünüyle bir toplum o ferde yabancı oluyor. O kadar ki, en yakın akraba ve candan arkadaşları bile onunla konuşmamaktadır artık. Hatta hanımı bile onu kendi başına terketmektedir. Çevresindekilerden samimiyeti konusunda şüphe edip etmediklerini kendisine söylemeleri hususunda yeminle yalvarıyor. Fakat ömrünü beraber geçirdiği en samimi arkadaşları bile, gerekli şahitliği Allah ve Rasulünden istemesi gerektiğini söyleyerek geçiştiriyorlar.
Ama gösterilen bu sıkı disipline rağmen, toplumdaki ahlaki espiri, kimsenin kötülüğe başka kötülükleri ilave ederek bu düşkün kardeşinin durumundan avantajlar sağlamaya çalışmayacak kadar yüce ve temizdir. Aksine her fert, kardeşinin bu gözden düşmüş haline üzülüyor ve affedilir edilmez de onu kucaklayıp bağırlarına basmak için yarışıyorlar. Zaten ona müjdeyi vermek için evine aceleyle koşuşmaları da bundandır.
Kur’an’ın oluşturmak istediği dürüst toplum modeli işte yukarıda anlatıldığı gibidir.
Allah’ın, onları sadece affettiğini bildirmekle kalmayıp, aynı zamanda Tevvab (Tevbeleri kabul eden) ve Rahim (Merhamet eden) sıfatları da zikretmesinin nedenini, bu sebeb-i nüzul açıklar. Bu, elli günlük cezaları süresince gösterdikleri samimiyetlerinin bir sonucuydu. Böyle yapmayıp da şayet onlar; kabahati işledikten sonra küstahlık gösteren ve gururu rencide olan herhangi birinin yapacağı gibi öfkeyle ve uygunsuz hareketlerle karşılık verseydiler veya boykot süresince, adeta toplumla olan bağları koparmak pahasına bu karara asla boyun eğmeyecekleri gibi bir anlama gelen tavırda bulunsaydılar ya da bu boykot süresini, toplum içinde memnuniyetsizlikleri yaygınlaştırmak ve lidere karşı güçlü bir “muhalefet” oluşturmak için bütün hoşnutsuzları etraflarında toplamakla geçirmiş olsaydılar, işte o zaman toplumdan kesinlikle uzaklaştırılıp ihraç edilmiş olacaklardı. Ve adeta onlara şöyle denilecekti: “Artık gidiniz ve kendi benlik putunuza tapınız! Çünkü bundan böyle artık Allah’ın Kelimesi’ni yüceltmek için size hiçbir imkan verilmeyecektir.” Fakat bu üç kişi, kendilerine açık olmasına rağmen bu tip yolu benimsemediler. Aksine görüldüğü gibi farklı bir yol tuttular ve Allah’a kul olma özelliği sayesinde, kalblerinde bulunabilecek her türlü putu yok ettiklerini kendilerini Allah’ın yoluna tamamıyla vakfetmiş olduklarını, İslam toplumuna katılırken bir daha geri dönmemek için bütün gemilerini yaktıklarını, bu uğurda her türlü muameleye dayanacaklarını, fakat yine de İslam ümmeti içinde kalmak pahasına şiddetli aşağılanmalara göğüs gereceklerini ispat ettiler. Bundan dolayı da, evvelki haysiyet ve şerefleriyle yeniden cemaate kabul edildiler. İşte o affedilişin şefkatli kelimeleri: “Allah, onlara şefkati ile yöneldi, ki onlarda O’na tevbe etsinler.” Hadisenin gerçek çehresini, Kur’an-ı Kerim, bu veciz ifadelerle tasvir etmiştir. İlk önce Mevla ilgisini bu üç kulundan esirgemiş, fakat hala kendi Rahmet kapısını terketmemiş olduklarını ve buruk, perişan kalbleri ile orada beklediklerini görünce onların sadakatlarını takdir ederek tekrar cemaate dahil etmek için onlara yönelmiştir.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.