EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ANKEBUT SURESİ 1. ve 4. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1- Elif, Lâm, Mîm.
2- İnsanlar, (yalnızca) “İman ettik” diyerek, sınanmadan bırakılıverecekerini mi sandılar?(1)
3- Andolsun, onlardan öncekileri sınamadan geçirdik,(2) Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir.(3)
4- Yoksa kötülükleri yapanlar,(4) bizi (aşıp) geçeceklerini mi sandılar?(5) Ne kötü hükmediyorlar?
AÇIKLAMA
1. Bu söz söylendiğinde Mekke’de hüküm süren şartlar çok ağır ve yıpratıcıydı. İslâm’ı kabul eden herkes zulüm, hakaret ve işkence hedefi oluyordu. Eğer İslâm’ı kabul eden kimse fakir veya köle ise dövülüyor ve dayanılmaz işkencelere maruz bırakılıyor; eğer tacir ve zenaatkâr ise ekonomik kısıtlamalara hedef oluyor ve neredeyse aç kalıyor; eğer ileri gelen ailelerden birine mensupsa kendi akrabaları çeşitli şekillerde rahatsız edip eziyet veriyorlar ve hayatı çekilmez hale getiriyorlardı. Bu durum Mekke’de bir korku ve tedirginlik havası yaratmıştı ve bu nedenle kalpleriyle peygamberin hak olduğunu kabul eden birçok kişi açıktan ona iman etmeye korkuyorlardı, iman eden bazıları da sonraları cesaretlerini yitiriyor ve çok ağır işkencelerle karşılaştıklarında kafirlere boyun eğip taviz veriyorlardı. Gerçi bu yıpratıcı şartlar sağlam imanlı sahabîlerin kararlılığını sarsamıyordu ama bazen onlar da beşeri zaaflar dolayısıyla yoğun bir tedirginlik ve ümitsizlik duygusuna kapılıyorlardı. Buhari, Ebu Davud ve Nesei de zikredilen Habbab bin Eret hadisi, bu durumu gösteren bir örnektir.
Habbab şöyle der: “Artık müşriklerin bize işkence yapmasından yıldığımız bir sırada, bir gün Nebi’yi (s.a) Kabe’nin gölgesinde otururken gördüm. Yanına gittim ve “Ey Allah’ın Rasûlü bizim için dua etmeyecek misin?” dedim. Bunu duyunca yüzü kıpkırmızı oldu ve şöyle dedi: “Sizden önce geçen müminler bundan da büyük işkencelere maruz kaldılar. Bazıları hendeklere atıldı, bazıları baştan ayağa iki parçaya biçildi. Bazıları ise imanlarından döndürülmek için demir taraklarla tarandılar. Vallahi, bu din tamamlanacak ve bir kimse hiç endişe etmeksizin San’a dan Hadramut’a kadar seyahat edebilecek, bu arada Allah’tan başka korkacağı hiç kimse olmayacaktır.”
Bu ümitsizlik bezginlik halini sabra dönüştürmek için Allah müminlere şöyle der: “Hiç kimse sadece sözle iman ettiğini söyleyerek va’dettiğimiz dünya ve ahiret nimetlerine layık olamaz. Bilakis iman ettiğini söyleyen herkes, söylediğinin doğruluğunu ispatlaması için bir dizi deney sınavdan geçirilir. Va’dettiğimiz cennet bu kadar ucuz değil, dünyada va’dettiğimiz nimetler de söz ile iman ettiğini söyleyen herkese ihsan edilecek kadar değersiz değil. İmtihan bunların ön-şartıdır. Bizim uğurumuzda zorluklara katlanmalı, mal ve can kaybı yaşanmalı, tehlikelere, engellere ve felaketlere göğüs germelisiniz; siz hem korku hem de (dünyaya karşı gösterdiğiniz) aç gözlülükle imtihan olunacaksınız. Sizin için değerli olan her şeyi bizim rızamız için feda etmeli, bizim yolumuz için bütün zorluklara katlanmalısınız. İşte ancak o zaman gerçekten iman edip etmediğiniz açığa çıkar.” Kur’an’da, müslümanların zorluklar ve güçlüklerle karşı karşıya kaldıkları, korku ve dehşete kapıldıkları her durumda hemen hemen aynı şeyler tekrarlanır. Hicretten sonra, Medine’deki ilk dönemde müslümanların ekonomik zorluklar, dış tehlikeler ve içte yahudilerin ihaneti gibi büyük meselelerle karşı karşıya bulundukları bir sırada Allah onlara şöyle seslenmiştir:
“Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuş, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: “Allah’ın yardımı ne zaman?” demişlerdi.” (Daha sonra onlara şu müjde verilmişti.) “İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara: 214)
Aynı şekilde Uhud’dan sonra da müslümanlar bir keder ve üzüntü dönemi ile karşı karşıya kaldıklarında onlara şöyle denmiştir:
“Yoksa siz hiçbir denemeye tabi tutulmadan cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Allah henüz içinizden hayatlarını O’nun yoluna verecekleri ve O’nun yolunda sabredecekleri seçip ayırmadı.” (Al-i İmran: 142)
Al-i İmran- 179, Tevbe-16 ve Muhammed-31’de de hemen hemen aynı şeyler söylenmektedir. Allah bu ayetlerde müslümanlara, imtihanın, temiz ile pisin ayrıldığı bir ateş ocağı, mihenk taşı olduğunu söylemektedir. Pis olan, Allah tarafından bir kenara bırakılacak, temiz olan ise seçilecek ve Allah onu sadece samimi müminlerin hakettiği nimetlerle şereflendirecektir.
2. Yani, “Bu sadece sizin tecrübe ettiğiniz yeni bir şey değildir. Aynı şey daha önceden de hep vaki oluyordu. Kim iman ettiğini söylemişse, imtihan ve zorluklardan geçmek zorunda bırakılmıştır. Diğerlerine imtihansız hiçbir şey verilmediğine göre, siz de sadece iman ettiğinizi söyleyerek mükafatlandırılıp nimeta kavuşturulacak özel bir topluluk değilsiniz.”
3. “Elbette Allah doğruları bilecek, yalancıları da bilecektir.” Bu durumda şöyle bir soru yöneltilebilir: “Allah doğru söyleyenin doğruluğunu, yalancının da yalanını bildiği halde neden insanları bunu anlamak için imtihan etme gereğini duyuyor?” Bu sorunun cevabı şudur: Bir kimse potansiyel olarak varolan yetilerini pratikte kullanmadıkça, adalet gereği o kimse ne ceza ne de mükafat hakedemez. Mesela bir adam güvenilirlik, diğeri ise güvenilir olmama yeteneklerine sahiptir. İkisi de denenmedikçe ve biri güvenilirliğini diğeri ise bunun yokluğunu pratikte göstermedikçe, Allah’ın sadece gaybî bilgisine dayanarak, birisinin güvenilirliği, diğerinin ise bu özelliğin yokluğu nedeniyle mükafatlandırılması veya cezalandırıması Allah’ın adaletine yakışmaz. O halde Allah’ın insanların yetenekleri ve gelecekteki davranışları ile ilgili bilgisi, insanlar sahip oldukları bu yetileri pratikte uygulamadıkça adaletin gereklerinin yerine getirilmesi için yeterli olmaz. Allah katında adalet bir adamın hırsızlık yapma veya çalma eğilimi olduğu konusundaki bilgiye değil, o adamın gerçekten bir hırsızlık yapıp yapmadığı konusundaki bilgiye dayanır. Aynı şekilde Allah, bir insanın samimi bir mümin ve kendi yolunda büyük bir savaşçı olma potansiyel ve yeteneği konusundaki ilmi nedeniyle nimet ve mükafatlar ihsan etmez. Bu nimet ve mükafatlar ancak o kimse bir mümin ve Allah yolunda cesur bir savaşçı olduğunu amel ve davranışlarıyla ispat ederse söz konusu olur. İşte bu nedenle ayetteki kelimeleri: “Allah muhakkak bilecek” diye tercüme ettik.
4. Bu ifade, Allah’a isyan eden herkesi kastedebilir. Fakat burada özellikle İslâm’a düşmanlıkta ve müslüman olanlara işkence yapmakta başı çeken Velid bin Muğire, Ebu Cehil, Utbe bin Şeybe, Ukbe bin Ebi Muayt ve Hanzala bin Vâil gibi Kureyş’in ileri gelenleri kastedilmektedir. Konunun akışı da, müslümanları imtihan ve denemelere sabırla karşı koymaya teşvikten sonra, müminlere işkence eden bu kafirlerin de azarlanıp uyarılmasını gerektirmektedir.
5. Bu ” … Bizim yakalamamızdan kurtulacaklarını mı sandılar?” anlamına da gelebilir. Ayetteki “Yesbugûna” kelimesi şu iki anlama da gelebilir: 1) “Bizim dileğimiz (yani Rasûlümüzün görevini başarıyla sonuçlandırması) boşa çıkacak ve onların dilediği şey (yani Rasûlümüzün görevinin engellenmesi) başarıyla sonuçlanacak.” 2) “Biz onları aşırılıklarından dolayı cezalandırmak istediğimizde, onlar bizden kaçıp kurtulabilirler.”