EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA CUMA SURESİ 1. VE 3. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
Rahman Rahim olan Allah(Celle Celaluhu)’ın adıyla
1- Göklerde ve yerde olanların tümü, Melik; Kuddüs; Aziz; Hakim olan Allah’ı tesbih etmektedir.(1)
2- O, ümmiler(2) içinde, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti(3) öğreten bir peygamberi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler.(4)
3- Ve onlardan henüz kendilerine ulaşıp-katılmamış bulunan(5) diğerlerine de (peygamber gönderilmiştir) ; O (Allah) , üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.(6)
AÇIKLAMA
1. İzah için bkz. Hadid an: 1-2, Haşr an: 36-37, 41. Daha sonraki konu ile bu ayetler arasında çok yakın bir ilgi vardır. Yahudiler, Hz. Peygamber’in (s.a.) şahsiyetini, davranışlarını ve Hz. Musa’nın (a.s) Tevrat’ta müjdeliyerek bildirdiği özellikleri -ki bu özellikler Hz. Peygamber’e (s.a.) tıpa tıp uyuyordu- bilmelerine rağmen Hz. Peygamber’e (s.a.) iman etmeyi reddediyorlardı. Ayrıca açıkça “Yahudi olmayan bir kimseye Allah’tan vahiy gelse dahi inanmayız” diyorlardı. İleride gelecek ayetlerde Yahudilerin bu tutumu açık bir şekilde kınanmış ve bu yüzden girişte şu cümle kullanılmıştır: “Yerde ve gökte (kainatta) olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” Yani kainattaki her zerre, Yahudilerin kendisine atfettiği her türlü noksanlıktan Allah’ın münezzeh olduğuna şahitlik etmektedir.
Yahudiler, kendilerinin Allah katında herkesten daha makbul kullar olduklarını ve Allah’ın kendilerine özel bir sevgi beslediğini sanmaktadırlar. Oysa Allah tüm mahlukatına aynı seviyede muamele eder. O’nun adalet, Rububiyet ve rahmeti herkes için müsavidir. O hiçbir kavim ve ırk, ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine nimetlerini lutfetmeye devam edecek şekilde öyle bir sevgi beslemez. Ayrıca hiçbir soy ve kavme, iyi özelliklere sahip oldukları halde dahi, onları lütfundan mahrum bırakacak derecede düşmanlık da beslemez. Daha sonra Allah’ın “Melik” olduğu buyurulmuştur. Yani dünyadaki hiçbir güç O’nun yetkilerini kısıtlayamaz. Sizler O’nun köle ve tebaasısınız. İstediğiniz bir kimseye peygamberlik verileceğine dair bir yetki size ne zaman verildi? O “Kuddûs”tür. Yani O, herşeyden münezzehtir ve O’nun kararlarında herhangi bir hata ve yanılgı ihtimali imkan haricidir. Bu vehimler, sizlerin kendi idrak eksikliğinizin bir sonucudur. Sonra Allah’ın, biri “Aziz” (Hiç kimse O’nu mağlup edemez) , diğeri “Hakim” (Tüm takdiri hikmete dayanır ve hiç kimse O’nun takdirine karşı koyamaz) olmak üzere iki sıfatı zikredilmiştir.
2.”Ümmî” ifadesi burada, Yahudi literatürüne göre kullanılmıştır ve bu kullanımda gizli bir alay sözkonusudur. Yani Yahudilere şöyle denilmektedir: “Sizler Araplara hakaret amacıyla “Ümmî” diyor ve güya kendinizle mukayese ederek onları hakir görüyorsunuz. Ancak Aziz ve Hakim olan Allah, onlar arasından bir peygamber çıkarmıştır. O peygamber kendiliğinden gelmemiş, bilakis kainatın sahibi Allah tarafından gönderilmiştir. O Allah ki Aziz’dir, Hakim’dir. O’na karşı koymaya çalışırsanız, kendinize zarar vermiş olur, O’na hiçbir şey yapamazsınız.”
Kur’an’da “Ümmî” kelimesi pekçok yerde geçer. Ancak her yerde aynı anlamda olmayıp muhtelif anlamlarda kullanılmıştır. Bazı yerlerde Ehl-i Kitab’ın zıddı mukabilinde, “Kitab sahibi olmayanlar”a atfen kullanılır. Örneğin, “Kendilerine Kitap verilenlere ve Ümmîlere de ki: Siz de İslâm oldunuz mu?” (Al-i İmran: 20) Burada bahsi geçen Ümmiler, Yahudi ve Hıristiyanlardan ayrı bir topluluktur. Bazı yerde ise kendilerine nazil olan Kitab’ı bilmeyen ve Kitap’tan cahil olanlar için kullanılır. “Onların (Yahudilerin) içinde bir de Ümmiler vardır ki, Kitab’ı bilmezler, bütün bildikleri birtakım kuruntulardır” (Bakara: 78) . Bazı yerlerde ise Yahudilerin bizzat kullandıkları anlamda, yani Yahudi olmayanlar için kullanılmıştır: “Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden onu sana ödemez.
“Ümmilere karşı bize bir sorumluluk yoktur” dedikleri için böyle yapıyorlar ve Allah’a karşı bile bile yalan söylüyorlar (Ali İmran: 75) . İşte bu anlam, sözkonusu ayetteki kullanımla, aynıdır. Bu anlam, İbranice’de “Goyim” kelimesinin müteradifidir. Kitab-ı Mukaddes’in İngilizce çevirilerinde bu kelime “centile” ile (İsrail’li olmayan) karşılanmaktadır.
Yahudilerin kullandıkları bu kavram ile ilgili yaptığımız açıklamalar yeterli değildir. Çünkü “Goyim” kelimesi İbranice’de “kavimler” anlamında da kullanılmıştır. Ancak Yahudiler bir süre sonra bu kelimeyi sadece kendileri dışındaki kavimler için kullanırlarken, zamanla bunu diğer kavimlere atfen gayri medenî, dinsiz, soysuz ve zelil anlamında sarfetmeye başlamışlardır. Öyle ki Yunanlıların kendileri dışındaki kavimler için kullandıkları, “Barbar” kelimesine yükledikleri nefret ve aşağılama manasından daha ağırını, Yahudiler “Goyim” kelimesine yüklemişlerdir. Yahudi literatüründe “Goyim” kelimesinin vasfettiği kitle, o derece nefret edilecek bir şeydir ki, Yahudiler onların insan yerine bile konmayacağı, onlarla yolculuk yapılmayacağı hatta Goyim’e mensup birinin boğulması durumunda, onun kurtarılmaya dahi değmeyeceği düşüncesindedirler. Ayrıca Yahudiler, gelmesi beklenen Mesih’in Goyim’e mensup herkesi helak edeceğine inanırlar (İzah için bkz. Al-i İmran an: 64)
3. Kur’an’da Hz. Peygamber’in (s.a) bu özelliği 4 yerde geçmektedir. Ve bu özelliğin vurgulandığı her mevkide maksat farklıdır.
a) Bakara: 129’da Araplara musibet ve felaket olarak değerlendirdikleri Hz. Peygamber’in (s.a) aslında kendileri için büyük bir nimet olduğu, nitekim Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in onun, zürriyetlerine gönderilmesi dileğinde bulundukları, bildirilmektedir.
b) Bakara: 131’de ise, Müslümanların, Allah’ın Hz. Peygamber’i göndermekle kendilerine ne kadar büyük bir lütufta bulunduğunu anlamaları ve böylece onun kıymetini bilip bu nimetten tam anlamıyla istifade etmeleri istenmiştir.
c) Al-i İmran: 164’de münafıklara ve zayıf imanlı kimselere, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği böylesine bir nimetin kadrini bilemedikleri için ne kadar akılsız oldukları hatırlatılmaktadır.
d) Aynı özellik 4. kez ve bu surede vurgulanarak Yahudilere şöyle seslenilmiştir: “Hz. Muhammed’in (s.a) davranışları bizzat ortaya koyduğu kadar, sizler de onun bir peygamber olduğunu açıkça görmektesiniz. O’nun size okuduğu ayetlerin uslûbu, keyfiyet ve lisanı apaçık olarak, okuduklarının Allah’ın ayetleri olduğuna delalet etmektedir. O başkalarının hayatını ıslah etmekte, ahlak, adet ve münasebetlerini temizlemekte ve onları yüksek bir ahlak ile donatmaktadır. Bu ameliyeyi daha önceki peygamberler de, kendi ümmetlerine yapmışlardır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) sizlere sadece o ayetleri okumakla kalmamakta yanısıra, Allah’ın Kitabı’nın bildirdiği ölçülere göre, hayatını düzenleyip bunu sizlerin önüne bir örnek olarak koymaktadır.
Sizlere öyle bir hikmete dayalı mesaj sunmaktadır ki, peygamberlerin dışında hiç kimse bu mesajı sunamaz. O’nun hayat tarzı, peygamberlere has bir özellik taşır ve insanlar peygamberleri bu özellikleri ile tanırlar. O halde bu ne inattır ki, hayatı apaçık gözler önünde olan bu peygamberi, Allah sizin kavminizden değil de, “Ümmi” dediğiniz bir kavimden seçtiği için reddediyorsunuz.
4. Bu, Yahudilerin gözleri önünde açıkça sergilenen, Hz. Peygamber’in (s.a.) risaletinin bir başka ispatıdır. Çünkü Yahudiler, asırlardır Arabistan topraklarında yaşıyorlar ve Araplar’ın dinî, ahlakî, sosyal ve kültürel hayatlarını yakından biliyorlardı. Yahudiler onların İslam’dan önceki hayatlarını çok iyi bildikleri gibi ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a) önderliğinde değişen bu toplumun çizdiği grafiği de açıkça müşahade ediyorlardı. Bu nedenden ötürü, onlara şöyle denilmektedir: “Araplar’ın İslâm öncesi hayatları size gizli değildir. Onların İslâm geldikten sonra nasıl bir hayat tarzı sürdüklerini gördüğünüz gibi, ayrıca aynı toplumda Müslüman olmayan kimseleri de görüyorsunuz. Böylesine büyük bir devrimi bir âmâ dahi fark edebilirken, bu devrimi ancak bir peygamberin yapabileceği gerçeği, sizleri inandırabilmek için yeterli değil midir? Üstelik bu devrim önceki peygamberlerin yaptıkları değişimlerden daha bariz iken…
5. Yani, Hz. Peygamber’in (s.a.) risalet görevi sadece Araplar ile sınırlanmış değildir. Bu, henüz İslâm’ı kabul etmemiş tüm toplum ve nesiller için geçerlidir. Ayette geçen “minhum” (onlardan) ifadesi iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi, Ümmilerden, yani Yahudi olmayanlardan. İkincisi, Hz. Peygamber’e (s.a.) inandıkları halde, henüz ona katılmamış, ama bir süre sonra katılacak olanlardan. Bu takdirde, ayetin anlamı, “Rasulullah’ın risaleti kıyamete değin sürecektir” şeklinde olur. Kur’an’ın diğer yerlerinde de, bu hususa açıklık getirilmiştir. Bkz. En’am: 19, A’raf: 158, Enbiya: 107, Furkan: 1, Sebe: 28 ve ayrıca Sebe an: 47.
6. Yani, böylesine yüce bir peygamberi, ümmi bir toplumdan göndermiş olması, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’ın bir lütfudur. Bu peygamberin büyük bir inkılabı hazırlayan öğretisi tüm insanlığı kapsamakta ve insanları birleştirip tek ümmet haline getirebilecek, ayrıca kıyamete değin geçerliliğini yitirmeyecek ebedî ilkelere dayanmaktadır. Yeryüzündeki hiçbir sahtekârın, böylesine bir inkılabı gerçekleştirebilecek seviyeye gelmesi mümkün değildir. Üstelik, değil ilkel Arap toplumu, gelişmiş ve medenî toplumlardaki dahiler bile, bir toplumu tümüyle değiştirip, umumî bir esas üzerinde onları toplayabilecek, tüm insanlığı tek ümmet haline getirebilecek bir ilkeyi ve kıyamete kadar geçerli evrensel bir medeniyetin üzerinde yükseleceği bir dini insanlara sunabilecek bir varlık gösteremezler. Bu ancak Allah’ın bir mucizesidir. O hikmeti mucibince dilediği kimseyi, dilediği ülke ve kavimden risalet vazifesi için seçer. Akılsızlar bu gerçeği kabul etseler de etmeseler de!…