EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA FUSSİLET SURESİ 44. VE 45. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
44- Eğer biz onu A’cemi (Arapça olmayan bir dilde) olan Kur’an kılsaydık, herhalde derlerdi ki: “Onun ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olana, A’cemi (Arapça olmayan bir dil) mi?” De ki: “O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur’an) , onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir.”(55)
45- Andolsun, biz Musa’ya kitabı verdik, fakat onda anlaşmazlığa düşüldü.(56) Eğer senin Rabbinden (daha önce) bir söz geçmiş (verilmiş) olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş) ti.(57) Gerçekten onlar, bundan yana kuşku verici bir tereddüt içindedirler.(58)
AÇIKLAMA
54. Bu, onların inatlarının başka bir örneğidir. Yani kafirler Hz. Peygamber’e (s.a) “Arapça senin ana dilin olduğuna göre, Arapça bir- takım sözler sarfetmen, bizlerin onu Allah’ın indirmiş olduğu bir vahiy şeklinde kabul edebileceğimiz kadar önemli bir marifet değildir. Fakat sen yabancı bir dilde fasih ve beliğ bir söz getirmiş olsaydın, işte o zaman bunun Allah’ın bir mucizesi olduğuna inanırdık. Yani sen durup dururken, Farsça, Yunanca veya Rumca olarak fasih bir kelam konuşmaya başlasaydın, o takdirde “Bu bir mucizedir” derdik. Buna karşın verilen cevapta şöyle deniliyor: “Onlara anlayabilmeleri için, kendi dillerinde bir kelam indirdik. Şayet yabancı bir dilde nazil etseydik, o zaman da “Ne tuhaf! Arap’a yol göstermek için yabancı bir kelam indirilmiş” diyeceklerdi.
Yani, itirazları şu şekilde olacaktır: “Bakın, Araplara bir peygamber gönderilmiş ve yabancı bir dilden konuşmaktadır. Oysa konuştuğu dili ne kendisi ne de kavmi anlamaktadır.”
55. Uzaktan yapılan bir çağrıyı, insan belki duyabilir ama o sesin ne dediğini anlayamaz. Bu emsalsiz benzetme ile, inatçı kafirlerin ruh hallerinin bir portresi çizilmiştir. Taassub içinde olan bir şahsın, karşısındaki kimseyi dinlememesi doğaldır. Üstelik konuşmacıya karşı bir inat ve nefret içindeyse, dediklerini duysa da onun ne demek istediğini anlamaz. Konuşmacı, söylediği sözlerin, muhatabının kulaklarından geri teptiğini, kalb ve zihnine ulaşmadığını hemen hisseder. İşte aynı husus, yukarıdaki benzetmeyle yapılmaktadır.
56. Yani, bazıları iman ederken, bazıları da inkar ettiler.
57. Bu, iki anlama da gelmektedir. Birincisi, “Şayet Allah, onlara mühlet vermek üzere, önceden karar vermemiş olsaydı, onlar çoktan helak olmuşlardı bile.” İkincisi, “Şayet Allah, son hükmü kıyamette vermek üzere karar vermemiş olsaydı, bu dünyada da kimin hak kimin batıl üzere bulunduğunu gösterirdi.”
58. Bu cümleyle, Mekkeli kafirlerin içinde bulunduğu rahatsızlığın tam teşhisi ortaya konulmuştur. Yani, “Onlar, Kur’an ve Rasulullah (s.a) hakkında duydukları şüpheler sonucunda, ıstırap ve bunalıma düşmüşlerdir.” Cümlenin diğer anlamı ise şöyledir: “Onlar kendilerinden emin bir görünüş ve inatla Hz. Muhammed’in (s.a) peygamberliğini reddedmekte ve Kur’an’ın, vahyin bir ürünü olduğunu kabul etmemektedirler. Fakat bu tavırlarında ilmi ve ahlâki hiçbir mesnede dayanmadıkları için şüphe içinde kıvranmaktadırlar. Dolayısıyla bu şüphe, onları bunalıma sürüklemiştir. Bir yanda kişisel çıkarları, nefsani arzuları ve cahilane taassupları varken, diğer yandaysa beyinlerinde “Kur’an bir şiir veya edebiyat eseri değildir. Aksine emsalsiz bir kelamdır. O, bir mecnunun sözleri olmadığı gibi, şeytanın sözleri de değildir. Çünkü bu kadar sahih bir mesajı şeytan vahyedemez ve zaten o insanları sadece Allah’a kulluk etmeye çağırmaz” gibi düşünceler nedeniyle, sürekli şek ve şüphe içinde bulunmaktadırlar. Bunun yanısıra Hz. Peygamber’i (s.a) yalancı olmakla suçladıkları zamanlarda dahi, kalbleri bu davranışı onaylamıyordu. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e (s.a) “Mecnun” dediklerinde, böylesine yüce bir zat gerçekten “Mecnun olabilir mi?” diye için için düşünüyorlardı. Ayrıca Rasulullah’a (s.a) “Kendi çıkarları için peygamberlik iddiasında bulunuyor,” dedikleri halde, vicdanları “Muhammed gibi temiz bir insan, zenginlik, iktidar hırsı ve şöhret peşinde nasıl koşabilir? O’nun şimdiye kadar geçen hayatı böyle bir ithamdan berîdir ve o, her zaman iyiliğe çağırmış, hiçbir zaman hevası doğrultusunda hareket etmemiştir.” diye kendilerini lanetlemekteydiler. İşte böylece Mekkeli müşrikler, her ne kadar kendilerinden emin görünüyorlarsa da için için şüphe içinde kıvranıyorlardı ve bu yüzden adeta bir hastalığa yakalanmış gibiydiler.