EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA HAŞR SURESİ 1. VE 2. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1- Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.(1)
2- Kitap Ehlinden küfredenleri ilk sürgünde (2) yurtlarından çıkaran(3) O’dur. Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı.(4) Böylece Allah(‘ın azabı) da, onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi, (5) yüreklerine korku salıverdi; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle tahrip ediyorlardı.(6) Artık ey basiret sahibleri ibret alın.(7)
AÇIKLAMA
1. Açıklama için bkz. Hadid an: 1-2. Benu Nadir’in yurtlarından sürülmeleri hakkında bir yorum yapılmadan önce, böyle bir girişle Müslümanların Yahudileri kendi güç ve yetenekleriyle yenmedikleri, bilakis bu zaferin Allah’ın kudretinin bir sonucu olduğu vurgulanmaktadır.
2. “Haşr” dağılmış insanların bir araya toplanması veya dağılmış insanların bir araya toplanarak, ortaya çıkarılması demektir. Ve “lievvel’il-Haşr” ifadesi de, a) Haşr öncesi ya da b) Haşr zamanı anlamına gelir. Bu ifadenin birinci anlamı hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Bu gruba göre, bu ifade Benu Nadir’in Medine’den çıkarılmasına işaret etmektedir. Bu müfessirlerin Benu Nadir olayını birinci Haşr olarak nitelemeleri, Hz. Ömer’in (r.a) Yahudi ve Hıristiyanları Arap yarımadasından çıkarmasına ikinci Haşr denilmesi nedeniyledir. Son Haşr ise kıyamet günü vuku bulacaktır. Bir başka gruba göre, bu ifade, Benu Nadir’e karşı savaşmaları için Müslümanların bir araya gelerek toplanmalarına işaret etmektedir. Yani Müslümanlar bir araya toplandıktan sonra, savaşa gerek olmaksızın Benu Nadir Allah’ın kudretiyle Medine’den çıkarılmıştır. Diğer ifadeyle bu,. “İlk Taarruz” anlamına gelmektedir. Şah Veliyullah Dihlevî, kendi Farsça tercümesinde bu ifadeyi “İlk çatışma” olarak Urduca’ya tercüme etmiştir. Bize göre Şah Abdulkadir’in tercümesi daha isabetlidir.
3. Benu Nadir’in Medine’den sürülmesi olayı, sonradan zihinlerde boşluklar olmaması için başlangıçta iyice anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber (s.a) Benu Nadir ile yazılı bir antlaşma yapmıştır. Yahudiler, bu antlaşmanın geçersiz olduğunu açıkça söylememelerine rağmen, antlaşmayı bozacak birçok davranış ve girişimlerde bulunmuşlardır. Fakat en sonunda antlaşmaya açıkça aykırı olan bir davranışta bulunduklarından Hz. Peygamber (s.a) onlara savaş ilan etmiştir. Bunun nedeni, kendileriyle Medine Devleti’nin başkanı sıfatıyla anlaşma yapan Hz. Peygamber’i (s.a) öldürmeye teşebbüs etmeleridir. Bu planı önceden haber alan Hz. Peygamber, bu gerçeği Yahudilere açıkladığında, onlar bunu inkar edememişler ve bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a) 10 gün içerisinde, Medine’yi terketmedikleri takdirde kendilerine savaş açılacağını bildirmiştir. Bu ültimatom, Enfal: 58’de vaz edilen Allah’ın şu hükmüne uygundur:
“Bir topluluğun hainlik yapmasından korkarsan, sen de aynı şekilde antlaşmayı feshet! Çünkü Allah hainleri sevmez.”
Bu bakımdan, Benu Nadir’i Medine’den çıkaran aslında Allah Teâlâ idi; zira bu davranış O’nun yasaları doğrultusunda ifa edilmişti. Üstelik ilerideki ayetlerde Allah Teâlâ, onların Medine’den çıkarılmaları hadisesini kendi fiili olarak nitelemiştir.
4. Bu ifadenin hakkıyla anlaşılabilmesi için, Benu Nadir’in asırlarca emniyet ve güven içinde yaşamış olduklarının bilinmesi gerekir. Onlar, Medine’nin dışına tüm kabile olarak yerleşmişlerdi ve aralarında başka kimse yoktu. Yerleşim merkezleri bir kale gibiydi. Ayrıca evleri bile dış görünüş itibariyle birer kale gibi sapasağlam yapılmıştı.
Çünkü bölgede hüküm süren anarşi nedeniyle böylesine sağlam evlere gerek duyulmuştu. Onların nüfusu Müslümanlarınkinden az olmadığı gibi, ayrıca Medine’deki münafıklar da onları destekliyorlardı. Bu şartlar muvacehesinde Müslümanlar, onların savaş olmaksızın sırf kuşatma nedeniyle yurtlarını terkedeceklerini ummuyorlardı. Buna karşın Benu Nadir de hiç bir gücün 6 gün içinde kendilerini yurtlarından çıkarabileceğini hayal bile etmiyordu. Daha önce sürgün edilen Benu Kaynuka’nın cesaret iddiaları her ne kadar bir işe yaramamış ise de, onlar Medine’de yaşıyorlardı ve kale gibi savunması yoktu (!) Bu yüzden Benu Nadir, Müslümanlara karşı koyacak, direnecek güçlerinin olmadığından dolayı Benu Kaynuka’nın yenildiğini sanıyorlardı. Oysa kendileri emin ve çok sağlam kalelerden müteşekkil bir yerleşim bölgesinde oturduklarından hiç kimsenin onları oradan çıkaramayacağını zannediyorlardı ve bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) kendilerine 10 günlük bir süre tanıdığını bildirince, “Ne yaparsan yap” diye cevap verdiler.
Bu noktada, niçin “Onlar kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı” diye bir ifade kullanıldığı düşünülebilir. Çünkü Benu Nadir gerçekte Abdullah oğlu Muhammed’e değil de Allah’a karşı savaşacağını biliyor muydu? Eğer biliyorlarsa bu kalelerin kendilerini Allah’tan kurtaracağını mı sanmışlardı? Bu tür soruların, Yahudilerin içtimaî ruhunu bilmeyen herkesin hayal gücünü zorlaması doğaldır. Çünkü her hangi bir insanın, Allah’a karşı mücadele edeceği ve silahlarının ve kalelerinin kendisini Allah’tan kurtaracağını zannedeceği düşünülemez. Fakat Benu Nadir Yahudileri, bu sağlam kalelerine güvenerek kendilerini Hz. Peygamber’in (s.a.) elinden kurtarabileceklerini zannetmişlerdi. Oysa gerçekte karşılarında Allah vardı ve bu kaleler onları kurtaramadı. Yahudilerin bile bile Allah’a karşı koymayı düşünecek kadar acaip bir toplum olduğu bir gerçektir. Nitekim onlar, Allah’ın Peygamberlerini öldürdük” demişlerdir. Bu toplumun tarihi şöyledir: Güya onların en büyük atası Allah ile güreşmiş ve tüm gece güreşmelerine rağmen Allah onu yenememiş. Daha sonra sabah olduğunda, Allah ona, “Beni bırak” deyince o da, “Bana bereket nasip etmen şartıyla seni bırakırım, yoksa bırakmam” demiş. Allah, senin adın nedir? diye sormuş, o “Yakup” deyince Allah da “Senin bundan sonra adın Yakup değil, İsrail’dir. Çünkü sen Allah ve insanlarla güreştin ve galip geldin” demiştir. (Bkz. Kitab’ı-Mukaddes, Tekvin, 32:25-29) . Hıristiyanlar, Kitab-ı Mukaddes çevirilerinde, İsrail kelimesini dipnotlarda, “Allah ile güreşen” anlamıyla vermişlerdir. Yine Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi’nde Hıristiyan bilginler “israil” kelimesinin manasını aynı şekilde “Allah ile güreşen” anlamında vermişlerdir.
Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, İsrailoğulları’nın torunları da akideleri gereğince Allah ile güreşmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Benu Nadir’in, bile bile Allah’a karşı direneceklerini sanmalarında hayret verici bir yan bulunmamaktadır. Yahudiler Allah’ın peygamberlerini öldürdüklerini söylemekten çekinmemişler ve Hz. İsa’yı çarmıha gönderdikten sonra, “Biz Allah’ın elçisi Meryem’in oğlunu öldürdük” demişlerdir. Bu bakımdan, Hz. Muhammed’in (s.a) Allah’ın gerçek peygamberi olduğunu bile bile O’nunla savaşmaları tarihi geleneklerine uygun düşmektedir. Gerçi halkın bilmediği kabul edilse de, Yahudi bilginlerinin Hz. Muhammed’in (s.a) Allah Rasulü olduğunu bildikleri bir gerçektir. Nitekim bunun birçok örneğini Kur’an vermektedir. Bkz. Bakara an: 79-95, Nisa an: 190-191, Saffat an: 70-73.
5. “Featahumullahu (…) ” (Allah…. geldi) ifadesinin anlamı, -haşa- Allah bir yerde bulunuyordu da oradan geldi, demek değildir. Bu, mecazi bir kullanımdır. Kastedilen şudur: Onlar Allah’a karşı koymakla, bir ordunun kendilerine hücum edeceğini sanmışlardı ve bu yüzden de gelecek olan orduya karşı koymak için kendi kalelerine güveniyorlardı. Fakat Allah onlara hiç beklemedikleri bir yönden geldi. Öyle ki onların kalplerine korku saldı ve dolayısıyla onların silah ve kaleleri hiçbir işlerine yaramadı. Sadece korkularından teslim oldular.
6. Bu tahribat şu iki şekilde oldu. Önce Müslümanlar, onları abluka altına alarak kalelerini yıkmaya başlayınca, onlar da Müslümanlara mani olabilmek için kendi evlerindeki taş ve tuğlaları kırmaya başladılar. Daha sonra yurtlarını terkedeceklerini anlayınca, zevkle yaptıkları evlerinin Müslümanların ellerine geçmemesi için kendi elleriyle kendi evlerini yıktılar. Sonunda da Hz. Peygamber (s.a) ile, silahları dışındakileri yanlarına alarak bu yurdu terketmeleri şartıyla anlaşınca, evlerin kapılarını, pencerelerini, çatılarını hatta çivilerini bile söküp, develere yüklediler ve çekip gittiler.
7. Bu ibret verici hadisenin dikkat edilmesi gereken birçok yönü vardır ve onlara burada kısa bir cümleyle değinilmiştir: Yahudiler, önceki peygamberlerin ümmetindendiler. Allah’a, önceki peygamberlere, indirilenlere ve Ahiret’e inanıyorlardı. Bu bakımdan aslında onlar da Müslümandılar ama ahlâk ve dinlerini bir kenara iterek, nefisleri ve dünyevi menfaatleri dolayısıyla hakka düşman olup, ahidlerine ihanet ettikten sonra, Allah’ın mükafatından mahrum olmuşlardı. Yoksa Allah’ın onlara özel bir düşmanlığı yoktur. Binaenaleyh Müslümanlar da, kendilerini Allah’ın seçkin kulları zanneden Yahudiler gibi, Allah’ın son Nebisi’nin ümmeti olduklarına güvenerek Din’in ve ahlâkın gereklerini yerine getirmekten kaçındıkları halde, Allah’ın kendilerine yardım edeceği şeklinde bir zaaf içerisinde olmamalıdırlar.
Ayrıca bu, güç ve yeteneklerine güvenerek Allah’a karşı gelen herkes için de ibrettir. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçkimse Alah’ın elinden kurtulamaz. Ayrıca Medine’deki Yahudiler, Hz. Muhammed’in (s.a) bir kabile mücadelesi vermediğini, O’nun bir dava adamı olup, tüm insanlara seslendiğini biliyorlardı. Onun davetini kabul eden herkesin aynı ümmetin bir bireyi olduğunu, bizzat kendi gözleriyle görmekteydiler. Habeşli Bilal, Rumlu Süheyl, İranlı Selman bu Müslüman ümmetin içinde sınıf ve itibar bakımından diğerleriyle, hatta Hz. Peygamber’in (s.a.) ailesiyle aynı seviyedeydiler. Dolayısıyla Yahudiler İslâm’ı kabul ettikleri takdirde, Kureyş, Evs ve Hazreç kabilelerinin kendi üzerlerinde egemen olmaları gibi bir tehlikenin bulunmadığını gayet iyi biliyorlardı. Bunun yanısıra onlar, Hz. Peygamber’in (s.a.) davetinin, önceki peygamberlerin davetiyle aynı olduğunu da biliyorlardı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) yeni bir din getirdiği iddiasında değildi. Yine O, Yahudilere dinlerini bırakıp, kendi getirdiği dini kabul etmeleri gibi bir teklifte de bulunmamıştı. Aksine Hz. Peygamber, getirdiği dinin insanlığın yaratılışından bu yana Allah’ın tüm peygamberleriyle gönderdiği dinin aynısı olduğunu söylüyordu. Üstelik onlar, Hz. Peygamber’in (s.a.) getirdiği dinin diğerleriyle aynı olduğu şeklindeki iddiasını, Tevrat’tan dahi tetkik edebilirlerdi. Bu din ile önceki peygamberlerin getirdiği din arasında esas itibariyle bir fark yoktur. Bu yüzden Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
“Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğum Kur’an’a iman edin ve onu inkar edenlerin ilki olmayın” (bakara: 41)
Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a) hayatı güzel bir örnek olarak gözlerinin önündeydi ve onun davetini kabul edenlerin hayatlarında vuku bulan devrimi de müşahede ediyorlardı. Medine’deki Müslümanlar (Evs-Hazreç) onların uzun bir süredir komşularıydı. Dolayısıyla İslâm’dan önceki hayatlarını bildikleri gibi İslâm’ı kabul ettikten sonra da hayatlarında nasıl bir değişim olduğunu görmüşlerdi. Kısaca daveti, davetçiyi ve davet edilenleri bizzat görmelerine rağmen milli gururları ve dünyevi çıkarları nedeniyle Hak olduğunu bildikleri halde bu davete tüm güçleriyle karşı koydular ve yine Hakka karşı çıktıklarını bilmelerine rağmen de, kalelerinin kendilerini koruyacağını sandılar. Oysa insanlığın tüm tarihi, Allah’a karşı koyanları hiçbir silahın koruyamadığına şahittir.