EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA İNSAN SURESİ 1 VE 4. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hîn) gelip-geçti.(1)
2- Hiç şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık.(2) Onu denemekteyiz.(3) Bundan dolayı onu işiten ve gören(4) yaptık.
3- Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.(5)
4- Doğrusu biz kafirlere zincirler, demir halkalar (tomruklar) ve çılgınca yanan bir ateş hazırladık.
AÇIKLAMA
1. Birinci cümlede geçen “hel eta alel insan”daki “hel” soru edatını birçok müfessir ve mütercim “kad” manasında çevirmişlerdir. Yani “şüphesiz, muhakkak insan üzerine böyle bir vakit gelmiştir,” demek olur. Yalnız şu var ki, Arapça’da “hel” soru edatıdır. Değişik şekillerde soru olarak kullanılır. Mesela, “Bazen şu hâdise oldu mu?” gibi bir soruyla gerçekten o hadisenin vuku bulup bulmadığını öğrenmek değil, bilakis öyle olduğunu muhataba teyid ettirmek amacı güdülür. Bazen de “Falanca işi başka kimse yapabilir mi?” diye sorularak o işi başka kimsenin yapamayacağı vurgulanmak istenir. Başka bir örnekte mesela “Ben sana bu parayı ödemedim mi?” denildiğinde de aynı şey kastedilir. Bazı zamanlar da bu, sadece ikrar ettirmek için değil aynı zamanda muhatabı düşünmeye davet etmek için bu şekilde sorulur. Mesela “Ben sana hiç kötülük yaptım mı?” denildiğinde bundan kasıt o kişiye benim kötülükte bulunduğumu tasdik ettirmek değildir.
Aksine onu düşünmeye sevketmek amaçlanmaktadır. Yani ona kötülük yapılmadığı halde nasıl olur da kendisi kötülük yapabilir? İşte, yukarıda sözkonusu edilen ayetteki soruda bu son kategoriye girmektedir. Bundan maksat gerçekten insan üzerinde böyle bir vaktin geçtiğini ikrar ettirmek ve onu çok hakir bir başlangıçtan bir insan olarak dünyaya getirmiş olan Allah’ın niye sonunda tekrar onu meydana getirmekten aciz olacağı iddiası üzerinde biraz düşünmesi istenilmektedir.
İkinci cümlede geçen “hinun mineddehr” de geçen “ed-dehr”den kasıt insanın başını ve sonunu bilemeyeceği sonsuz bir zamandır. “Hin”den murad ise o sonsuz zaman içerisinde belirli bir zamandır. Yani, bu sonsuz zaman içerisinde insan cinsinin mevcut olmadığı uzun bir zaman bölümü geçmişti. Daha sonra bir zaman gelmiştir ki bu, insan cinsinin başlangıcı oldu. Ve bu zaman içerisinde de her bir birey için yoktan var olmaya başlama vakti geldi.
Üçüncü cümlede geçen “lem yekün şey’en mezkura”nın anlamı o zaman hiç de önemli olmayan bir vakitti demektir. İnsanın bir kısmı babasının nutfesinde bir sperm taneciği şeklinde, diğer bir kısmı da annesinin nutfesinde bir yumurta şeklindeydi. Uzun bir süre insanın işte bu sperm ile yumurtanın ihtilatından meydana geldiği bilinmezdi. Şimdi ise güçlü mikroskoplar ile bu olay gözlenebilmektedir. Hamilelik vukubulduğunda da bu iki sperm ve yumurta bir araya gelerek bir hücre meydana gelir ve bu hücre dahi o kadar küçüktür ki ancak çok güçlü bir mikroskop ile görülebilir. Bu haliyle de kimse bundan koskoca bir insanın oluşacağını söyleyemez. Bu hakir halden oluşacak olan insanın da nasıl olacağı, bedeni, şekli ve sureti, özellikleri ve şahsiyetinin nasıl olacağını da söylemek mümkün değildir. İşte burada aynı hususa dikkat çekilmesi için, onun insan olarak başlangıcında hiçbir özelliği olmamasına rağmen hayatının başladığı vurgulanmıştır.
2. “Karışık bir nutfe”den kasıt insanın, hem erkek ve hem de dişi nutfelerden müstakil değil de bu ikisinin bir araya gelmesinden sonra oluşan bir terkipten vücuda gelmesidir.
3. Bu dünyada insanın değeri budur. Yani bir imtihan gayesiyle burada bulunmaktadır. O, oluş gayeleri bu dünyada tamamlanan ve sonunda da yok olan bitkiler ve hayvanlar gibi değildir. Ayrıca kimi rahiplerin zannettiği gibi insan için bir azab yeri de değildir. Öte yandan, yaptıklarının hemen karşılığını göreceği, tenasühçülerin inandığı gibi bir ceza yeri de değildir. Ne maddecilerin inandığı gibi bir eğlence yeri, ve ne de Marksçı ve Darwinci düşüncelerde ileri sürüldüğü gibi bir harp meydanıdır. Aslında bu dünya insan için bir imtihan yeridir.
Ömür dediğimiz şey de bu imtihanın süresidir. Dünyadaki insana çeşitli güçler ve yeteneklerin yanında ayrıca bazı şeyler de tasarrufuna verilmiştir. Bunları kullanmak ve diğer insanlarla ilişkide bulunmak hep bir imtihanın bölümleridir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldıkları sonuçlar değerlendirilerek belirlenecek ve başarılı mı olmuş yoksa başarısız mı olmuş ilan edilecektir. Bu imtihanı kazanmak veya kaybetmek bu dünyada kendini ne zannettiği ve nasıl çalıştığı ve hangi imtihanda ne yaptığına bağlıdır. Eğer kendisini yaratıcısız ya da bir sürü tanrının kölesi zannetmiş ve karşı karşıya olduğu bütün imtihanlarda da, onu yaratana karşı, yapmış olduklarından ahirette bir hesap vermeyecekmiş gibi bir tavır almışsa bu durumda onun bütün imtihanlarda yaptıkları da yanlış olacaktır. Eğer tek bir Allah’ın kulu olduğuna inanmış ve her işini Allah’ın rızasına göre yapmış ve ahirette hesap vereceği inancı içerisinde çalışmışsa o zaman o imtihanını kazanmış demektir. (Bu konu Kur’an-ı Kerim’de o kadar detaylı zikredilmiştir ki onları burada saymak zordur. Kur’an’ın dışında dünyada hiçbir kitap yoktur ki onda bu gerçek hakkında o kadar teferruatlı açıklama bulunsun.
4. Metinde geçen “biz onu işitir ve görür kıldık”dan doğru olarak kastedilen “biz onu aklı başında biri yaptık”dır. Ama biz mealde asla sadık kalarak “semi”yi dinleyen, “basir”i gören anlamında, lafzî tercümelerini verdik. Fakat Arapça bilen herkes anlar ki hayvan için bu iki sıfat kullanılamaz. Halbuki onlar da duymakta ve görmektedirler. O halde burada kullanılan duyma ve görme fiili işte bu salt hayvansal düzeyde olan değildir. Bilakis bundan maksat, insanın bilgi elde etme ve bilgiden sonuç çıkarabilme yeteneğidir. Ne var ki “görme” ve “işitme” insanın bilgiyi elde etme vasıtalarındandır. Belki de insan için en büyük vasıta bu ikisidir. Dolayısıyla burada yalnızca bunlar anılmakla yetinilmiştir. Asıl maksat, insanın sahib olduğu ve onlar vasıtasıyla bilgi elde ettiği bütün melekelerdir. Üstelik insanın sahib olduğu hisler ile hayvanlar aleminin sahip olduğu hisler mahiyet itibariyle ayrıdır. Çünkü insanın her hissi arkasında bu elde ettiği malumatı düzene koyup onlardan bir çıkarım elde eden ve sonra buna göre bir kavramlaştırmaya giden, düşünen bir beyni vardır. İnsan buna göre hayatında bir davranış ortaya koyar. Bu yüzden burada insanın imtihan için yaratıldığı anıldıktan hemen sonra onun “gören” ve “işiten” yapıldığı vurgulanmaktadır. Yani Allah (c.c) onlara ilim ve akıl vermiş ki onları imtihana tabi tutabilsin.
Açıktır ki eğer buradaki gaye bu olmayıp “gören” ve “işiten” yapmanın anlamı sadece bu duyular olsaydı, o zaman kör ve sağır bir kimse bilgi-akıldan mutlak olarak mahrum olmasa da bu imtihandan istisna tutulacaktır.
5. Yani, biz onlara sadece bilgi ve akıl vermekle kalmayıp aynı zamanda kendilerine doğru yolu, şükretmenin ve küfretmenin yollarını, bunlardan hangisini dilerse o yolu izlemesi için açık açık gösterdik. Sorumluluğu kendilerine aittir. Beled Suresi’nde “Biz ona eğri ve doğru iki yolu da açıklamadık mı?” denilerek aynı konuya değinilmektedir. (Şems Suresi’nde ise, “O zata yemin olsun ki bütün zahirî ve batınî kuvvetler onun üzerine kaimdir ve kötülük ve iyilik yollarının ikisini de bildirmiştir.) Bu izahlar ve Allah (c.c) ‘ın insanın hidayeti için ne gibi vasıtalarla insanı yarattığının izah edildiği diğer Kur’an ayetlerinin tefsirleri de göz önünde tutularak üzerinde düşünüldüğünde bu ayette geçen “yol göstermek”ten kastın, belirli bir tek şekil olmadığı, sayısız hidayet vasıtalarının hepsinin kastedildiği anlaşılacaktır. Bunların sayısını verebilmek mümkün değildir. Bazı misaller aşağıda verilmektedir.
a- Her insana akıl ve bilginin yanısıra ahlâkî duygu da verilmiştir. onun vasıtasıyla iyiyi ve kötüyü ayırabilecektir. Bazı ameller ve sıfatlar kötü sayılmıştır. Hatta, insanlar bilfiil bu amellere ve sıfatlara sahip olsa da. Ve hatta kimileri heveslerini meşrulaştırmak için çeşitli felsefî metodlara başvursa da (eğer aynı kötülüğü başkası onlara yapsa kıyamet koparırlar, o zaman bu yapmakta oldukları işin gerçekten kötü olduğunu anlarlar) bu iş ve özellikler kötüdür. Yani, salih amel ve özellikleri, kendi cehalet ve ahmaklıkları yüzünden gericilik sayarlarsa da, eğer bir insanın salih bir ameli vasıtasıyla kendilerine bir fayda dokunacak olsa o zaman bunlara fikrî olarak hürmet etmeye mecbur kalırlar.
b- Her insanın içinde, Allah (c.c) tarafından verilen vicdan (nefs-i levvame) denilen bir şey vardır. Her hal ve konumda kötülük yaptığı zaman onu ikaz eder. İşte bu vidanı, insan ne kadar susturmaya ve yok etmeye çalışırsa çalışsın gene de onu tam manasıyla yok etmeye gücü yetmez. Bu dünyada utanmadan kendisinin vicdansız olduğunu ispat edebilir deliller ileri sürerek başkalarını da ikna edebilir ve kendi kendisini kandırmak için sayısız bahaneler de ileri sürebilir, ama bütün bunlara rağmen Allah (c.c) ‘ın onun fıtratında görevlendirdiği “hesap sorucu” o kadar güçlüdür ki insan ne kadar kötü olursa olsun bu hakikati kendi nefsinden gizleyemez. Aynı ifade Kıyamet Suresi 15. ayette şöyle beyan edilmektedir: “Ne kadar mazeret ileri sürerse sürsün, insan kendi nefsini çok iyi bilir.”
c- Gerek insanın kendi vücudu ve gerekse etrafında, yerlerde ve göklerde bulunan sayısız alametlerden bütün bunların bir yaratıcı olmadan mümkün olamayacağı anlaşılır. Ayrıca birden fazla bir sürü tanrının da bu muhteşem nizamı ayakta tutması mümkün değildir. Aynı zamanda objektif (afakî) ve subjektif (enfüsî) bir çok deliller de kıyamet ve ahiretin vuku bulacağının işaretidir. Eğer insan gözü kapalı bir şekilde, aklını kullanmadan bu gerçeğe işaret eden alametleri kabul etmekten kaçınırsa bu onun kendi kusurudur. Çünkü Allah (c.c) , hakikate vasıl olmak için her türlü işaretleri ve alametleri gözler önüne sermiştir.
d- İnsanoğlunun kendi yaşadığı günlük ve geçmiş tarihi tecrübelerden hasıl olan ve olmaya devam eden birçok hadiseler bütün kainatın üstünde bir kudret sahibinin var olduğunu, O’nun önünde bütün kainatın aciz olduğunu, O’nun takdirinin her şeyin üzerinde galib ve onların O’na muhtaç olduğunu açıkça ispatlamaktadır. Bu gerçekten haberler veren deney ve gözlem gibi dıştaki alametlerin yanında insanın fıtratında da o zatın varlığına deliller mevcuttur. Öyle ki en katı ateist bile zor bir durumda kaldığında ancak Allah’a dua için elini açar, en katı müşrik bile böyle bir durumda o sahte tanrıları bırakarak yalnızca Allah’a nida eder.
e- İnsan aklı ve fıtratı, bir suçun cezasının ve iyi bir işin de mükafatının olmasını gerekli görür. Buna dayanarak dünyadaki her toplumda bir adalet sistemi mevcuttur. İyi bir işe karşılık muhtelif mükafatlar verilir. Bütün bunlar şunu açıkça göstermektedir ki ahlâk ile hukuksal mükafat arasında hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir bağlantı vardır. Şu da bir gerçek ki dünyadaki sayısız suçların cezası değil tam olarak, kısmen dahi ifa edilememektedir. Hatta bu cezadan bile paçayı kurtarabilmek çeşitli yollarla mümkündür. Ayrıca, bu dünyada doğru ve güzel amellerin de karşılığı alınamaz. Onun için ahiretin adaletini kabul etmekten başka çare yoktur. Ancak bir ahmak ve inatçı kişi adalet fikrinin zerresinin bile olmadığı bir dünyada doğmuş bulunduğunu düşünür. O zaman ona insanlarda bulunan adalet düşüncesinin nereden gelmiş olabileceğini sormak lazımdır.
f- Bütün bu vasıtalar insanın hidayeti bulmasına yardım etmesi için Allah tarafından yaratılmıştır. Ayrıca Allah-u Teâlâ, onlara apaçık doğru yolu göstermek için peygamberler ve kitaplar göndermiş ve açık açık şükretmenin ve küfür ve dalaletin yolunu ve bu iki yoldan birini takip edenlerin neticelerinin ne olacağını bildirmiştir. Peygamberlerin ve kitapların getirdiği talimatlar açık ve dolaylı bir şekilde sayısız biçimde dünyada her tarafa yayılmıştır. Yani hiçbir topluluk Allah ve ahiret düşüncesinden veya iyi ile kötü arasındaki ayrımdan ve onun ileri sürdüğü ahlâki yöntemler ve kanunî emirlerden habersiz değildir. İnsanlar bilse de bilmese de, bu bilgilerin kaynağı peygamberler ve onların getirdiği kitaplardır. Bugün bile, peygamberlerden bihaber olanlar, aslında onların talimatlarına uymaktadırlar.