EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA KAF SURESİ 1. VE 5. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1- Kâf. ‘Şerefli üstün’ Kur’an’a(1) andolsun.
2- Hayır, onlara kendilerinden (2) bir uyarıcı-korkutucunun gelmesine şaştılar da, o kâfirler: “Bu şaşılacak bir şey” dediler.
3- “Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (yeniden diriltilecekmişiz) ? Bu uzak bir dönüş (iddiasıdır) .”(3)
4- Doğrusu biz, yerin onlardan ne eksilttiğini bilmişizdir. Katımızda (bütün bunları) saklayıp-koruyan(4) bir kitap vardır.
5- Hayır, hak kendilerine gelince yalanladılar. Şimdi onlar, derin bir sarsıntı içinde bulunuyorlar.(5)
AÇIKLAMA
1. “Mecid” Kelimesi Arapça’da iki manada kullanılmaktadır. 1) Yüksek mertebeli, azametli, şerefli, izzet sahibi. 2) Kerem sahibi, çok veren, çok faydalı ve menfaatli olan.
Kur’an-ı Kerim’de bu kelime bu iki manada da kullanılmıştır. Dünyada hiç bir kitap bu Kur’an-ı Kerim’le karşılaştırılamayacağı için, Kur’an en büyük bir kitaptır. Dili ve edebî yönü ile de o bir mucizedir. O nazil olduğu zamanda da insanlar onun benzeri bir kelamı söylemekten aciz kalmışlar, bugün de acizdirler. Hiç bir sözünün hiçbir devirde yanlış ve asılsız olduğu ispat edilememiştir, ispat edilemez de. Batıl onun karşısına geçip karşı koyamaz, ne de arkadan saldırıp onu yenemez. Bu bakımdan O Kur’an-ı Kerim’dir. Yani insan ne kadar onu kendisine önder yapmaya çalışırsa o kadar fazla dünya ve ahiret iyilikleri elde eder. O’nun fayda ve menfaatlerinin bir sınırı yoktur, insanın artık O Kur’an’a ihtiyaç duymayacağı veya ulaştığı takdirde faydalılığının son bulacağı bir son çizgi de yoktur.
2. Bu ifade belağatin en güzel bir örneğidir. Burada çok geniş bir konu, birkaç kelime içerisinde ifadenin en yüksek derecesine ulaştırılmıştır. Neden dolayı Kur’an’a yemin edildiği açıklanmamış, bunun yerine ortada hoş bir boşluk bırakılarak gelecek söz “belki” kelimesi ile başlatılmıştır. İnsan biraz dikkat eder ve bu sözün buyurduğu manzarayı da göz önüne alırsa, “yemin” ile “belki” kelimeleri arasında bırakılan boşluğun ve konusunun ne demek olduğunu anlar. Yemin aslında burada, şundan dolayı yapılmıştır: Mekkeliler Hz. Muhammed’in (s.a) peygamberliğini akla yatkın bir yolla inkar etmediler, bilakis baştan başa akıl ve mantık dışı yollarla inkar ettiler. Onların en çok hayret ettikleri: Kendilerinden bir insanın, kendi kavimlerinden bir ferdin, hatta daha kısa deyimle insanlardan bir insanın Allah tarafından haberci olarak gelmesi idi. Halbuki hayret edilmesi gereken bir şey varsa, o da: Allah Teala’nın kullarının iyilik ve kötülüklerine değer vermeyip onlara bir haberci göndermemesi veya insanlara haberci olarak insanlardan olmayan birini göndermesi veya Araplara haberci olarak bir Çinliyi göndermesi idi. Bu bakımdan inkarcıların inkarlarının bu dayanağı kesin olarak akıl dışıdır ve akl-ı selim sahibi olan biri, Allah tarafından kullarına bir habercinin gönderilmesi gerektiğine ve haberci olarak gönderilenin kendilerine gönderilenlerden biri olması gerektiğine kesin olarak inanır.
Allah’ın Hz. Muhammed’i (s.a) bu iş için gönderdiğine gelince: Buna karar vermek için şu yüce ve kerim olan Kur’an’ın ortaya koyduğu şahitlikten başkasına ihtiyaç yoktur. Bu konunun ispatına o tamamen yeterlidir. Bu izahlardan artık anlaşılmaktadır ki, bu ayette Kur’an-ı Kerim’in yemini Hz. Muhammed’in (s.a.) Allah’ın gerçek olarak Rasulü olduğunadır. Kafirlerin onun peygamberliğine hayret etmeleri yersizdir. Ve Kur’an’ın “Mecid olduğu” bu davanın isbatında takdim olunmuştur.
3. Bu, o şahısların ikinci hayreti, şaşkınlıkları idi. Birinci ve asıl hayretleri öldükten sonraki hayata ait değildir. Tam tersine, kendi cins ve kavimlerinden bir kişinin ortaya çıkıp “Ben Allah tarafından size haberci olarak gönderildim.” davasını ortaya koymasına idi. Bundan sonraki daha büyük hayretleri de; o kişinin bütün insanların öldükten sonra yeniden diriltileceklerini, daha sonra da bir araya toplanarak Allah’ın adaletinin karşısına çıkarılacaklarını ve amellerinin hesabını verdikten sonra ceza ve mükafata kavuşacaklarını haber vermesine idi.
4. Yani bu adamların aklı şu gerçeği almıyorsa, onların akıllarının darlığındandır. Bu böyledir diye Allah Teala’nın ilminin ve kudretinin de dar olması gerekmez. Onlar, yaratılışın başlangıcından kıyamete kadar ölen sayısız insanların vücutlarının toprakta darmadağın olmuş, gelecekte daha da dağılacak olan zerrelerini bir araya getirmek hiçbir şekilde mümkün olamaz, diyorlardı. Fakat gerçek olan şudur ki: O vücutlardan her bir parça, hangi şekilde olursa olsun, Allah Teala’nın doğrudan doğruya bilgisi dahilindedir. Hatta onun baştan sona bütün kaydı Allah Teâla’nın Kitabında mahfuzdur. Ve hiç bir zerresi kaybolup gitmeyecektir.
Allah’ın emri verildiği an melekleri bu kayda müracaat ederek, her zerreyi teker teker çıkarıp bütün insanların, içinde yaşayarak dünya hayatını geçirdikleri ve onunla iş yaptıkları eski vücutlarını yeniden şekillendireceklerdir.
Açık ifadeler taşıyan diğer bir takım ayetler gibi bu ayet de ahiret hayatının sadece bu dünyadaki cismani hayattan ibaret kalmayacağını, hatta her insanın vücut şeklinin bu dünyadaki vücut şeklinin aynı olacağını belirtiyor. Hakikat böyle olmasa idi, kafirlerin sözüne karşılık, “Toprağın vücudunuzdan yediklerinin hepsini biz biliyoruz ve parça parça hepsinin kaydı bizde mevcuttur” denmesi hiçbir mânâ ifade etmezdi. (Geniş bilgi için bkz. Fussilet an: 25)
5. Bu kısa cümlede de geniş bir konu işlenmiştir. Bu ayette şu anlatılmaktadır: Bu adamlar, sadece hayret etmekle ve akıldan uzak bulunmakla yetinmediler. Hatta Hz. Muhammed’in (s.a.) hak yola daveti başlar başlamaz hiç düşünmeden ona kesin yalan dediler. Bu da, sonuç olarak onların, bu davet ve bu daveti yapan peygamber konusunda herhangi bir tutumda karar kılamayacaklarını doğuracaktı, öyle de oldu.
Bazen ona şair diyorlar, bazen deli, bazen de kahin…. Bazen sihirbaz diyorlar, bazen de biri ona büyü yapmış diyorlardı. Bazen; kendi hakimiyetini kurmak için bunları uyduruyor diyorlardı. Bazen de; bunun arkasında yani geri planda bu sözleri ona fısıldayan birileri vardır yaftasını yapıştırıyorlardı. Zaten bu çelişkili ifadelerin kendileri, bu insanların kendi tutumlarında tamamen bir çıkmaz içinde olduklarını gösteriyor. Acelecilik yapıp da peygamberi ilk adımda yalanlamasalardı ve düşünüp taşınmadan, ön yargı ortaya koymadan önce dikkatle düşünerek bu daveti kim yapıyor, ne diyor ve ne gibi deliller ortaya koyuyor diye araştırsalardı, bu çıkmaza asla düşmezlerdi.
Bu şahsın (Hz. Peygamber’in (s.a.) ) onlar için yabancı olmadığı meydandadır. Herhangi bir yerden, ansızın onların arasına gelip ortaya çıkmamıştır. Kendi kavimlerinin bir ferdi idi, onların görüp tanıdıkları biri idi. O’nun hayatı ve hareket tarzını ve onun kabiliyetlerini biliyorlardı. Böyle bir insan tarafından bir mesele ortaya konulunca o mesele derhal kabul edilmeyebilir. Ama duyar duymaz, işitir işitmez reddedilmesi de doğru olmaz. Hem de o söz; delilsiz ve isbatsız da değildi. O bu sözlerine deliller ortaya koyuyordu. İyice kulak verilip dinlenmesi ve ne derece makul sözler olup olmadığının araştırılması gerekirdi. Fakat böyle bir tutum tercih edilmesi gerekirken, bu insanlar işi inada bindirip daha başlangıçta Peygamber’i yalanlayınca bir hakikate ulaştıracak kapıyı kendilerine kapadılar. Ve her tarafa rastgele yönelmelerinden dolayı pek çok inkar kapıları açtılar. Artık bu başlangıçtaki hatalarını geçerli kılmak ve doğru göstermek için çelişkili, mânâsız sözler uydurdular. Ama, acaba bu peygamber, sözünde doğru da olabilir mi, bize sunduğu bu mesele gerçek olabilir mi? diye bir tek konuda düşünmeye hazır değillerdi.