sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MUHAMMED SURESİ 4. AYET

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MUHAMMED SURESİ 4. AYET
01.08.2022
448
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun

4- Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin) . Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin) .(8) İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir.(9) Allah yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip-boşa çıkarmaz.(10)

AÇIKLAMA

8. Bu ayet, anlamından ve anlatımının ahenginden anlaşıldığı üzere, savaşma emri geldikten sonra, fakat fiilen savaşa girilmeden önce nazil olmuştur. “Kafirlerle karşılaştığınız zaman” ifadesi, henüz karşılaşmanın olmadığına, bu karşılaşma olmadan önce böyle bir karşılaşma anında nasıl hareket edileceğine işaret etmektedir.
Sure’nin 20. ayetinden anlaşılıyor ki, bu sure, Hac Suresi’nin 39. ve Bakara Suresi’nin 190. ayetlerinin gelmesi üzerine, Medine’deki münafıkların ve imanı zayıf olan kimselerin ölüm baygınlığı geçirdikleri sırada nazil olmuştur. Ayrıca, Enfal Suresi’nin 67, 68 ve 69. ayetleri de bu ayetin Bedir Savaşı’ndan önce nazil olduğunu ispat etmektedir.
O ayetlerde şöyle buyurulmuştur: “Hiç bir peygambere, yeryüzünde düşmanlarını tamamen hezimete uğratıp kökünü kurutmadan esir almak yakışmaz. Siz dünya menfaatini taleb ediyorsunuz. Halbuki ahireti (oradaki huzur) vermek ister. Allah en üstün ve hikmet sahibi olandır. Eğer Allah’ın önceki yazısı (takdiri) olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı şüphesiz büyük bir azaba uğrardınız. Artık (savaşta) elde ettiklerinizi yiyiniz, çünkü onlar (size) helal ve temiz kılınmıştır.”
Bu ayete ve özellikle çizdiği sınıra dikkatle bakarsak, ayetin ifadesinde yer alan tenkidin Bedir Savaşı’nda müşriklerin tam olarak hezimete uğratılmasından önce, müslümanların düşman askerlerini esir almaya başlamaları üzerine yapıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Halbuki savaştan önce inen Muhammed Suresi’nde gösterilen yol, “Onları tamamen hezimete uğrattıktan sonra esirlerini sıkıca bağlayın” ifadesi ile açıklanmıştı. Hatta Muhammed Suresi’nde, müslümanların esirlerden fidye almalarına da izin verilmişti. Bu yüzden Allah, Bedir Savaşı’nda alınan esirlerden elde edilen ganimet mallarını helal kılmış ve fidye almalarından dolayı müslümanlara bir ceza vermemişti: “Eğer Allah’ın önceki yazısı olmasaydı…” buyruğu, bu olaydan önce Kur’an’da fidye almaya izin veren emrin geldiğini açıkca göstermektedir.
Kur’an’da, Muhammed Suresi’nin bu ayetinin dışında yukardaki emri içine alan başka bir ayet olmadığına göre, bu ayetin Enfal Suresi’nin yukarıda zikredilen ayetinden daha önce nazil olduğunu kabul etmemiz gerekecektir. Daha geniş bilgi için bkz. Enfal Suresi, an: 49.
Bu ayet, savaş kurallarından bahseden ilk ayettir. Bu ayetten çıkan hükümleri, Peygamberimiz (s.a) ve ashabının bu ayete uygun olarak yaptıkları uygulamaları ve müctehidlerin bu ayet ile sünnete dayanarak yaptıkları ictihadları şöyle özetleyebiliriz:

1. Savaşta İslam ordusunun asıl hedefi, düşmanı yıpratarak savaş gücünü kırmak ve savaşa son vermektir. Bu hedeften saparak düşman askerlerini yakalamaya uğraşmamak gerekir. Esir almaya, düşmanın kökü kazınıp savaş alanında mücadele eden hiçbir asker kalmayınca başlanmalıdır. Araplara daha başlangıçta böyle bir emrin verilmesi, fidye elde etmek veya köle temin etmek hırsına kapılarak savaşın asıl hedefini unutmamaları içindir.

2. Savaşta esir alınanlar hakkında: Müslümanlar, savaş esirlerine iyilik yapıp onları serbest bırakma veya fidye alma hususunda serbest bırakılmışlardır. Bundan, savaş esirlerinin öldürülmeyeceği genel hükmü çıkmaktadır.
Hz. Abdullah ibn Ömer, Hasan Basri, Atâ ve Hammad bin ebi Süleyman bu hükmü genel anlamda kabul etmektedirler. Bu görüş, yerine göre en doğru olanıdır. Onlar, kişinin ancak savaş durumunda öldürülmesinin caiz olabileceğini, savaş bittikten sonra, elimize esir düşenleri öldürmenin caiz olmadığını savunurlar.
İbn Cerir ve Ebubekir el-Cessas’ın anlattıklarına göre, Haccac bin Yusuf, savaş esirlerinden birini Abdullah bin Ömer’e göndererek onu öldürmesini emreder. O da bu ayeti okuyarak, “Esir edilmiş birinin öldürülmesine, bu ayete göre izin yoktur,” diye esiri öldürmeyi reddeder.
İmam Muhammed, el-Siyer el-Kebir adlı eserinde, Abdullah bin Amir’in Hz. Abdullah ibn Ömer’e öldürmesi için bir savaş esiri gönderdiğini, onun da bu ayetin hükmüne uyarak verilen emri yerine getirmediğini nakletmektedir.

  1. Herşeye rağmen, bu ayette esirleri öldürme açık bir şekilde yasaklanmamıştır. Bundan yola çıkarak Hz. Peygamber (s.a) Allah’ın emrinin özünü şu şekilde anlamış ve uygulamıştır: İslam devlet başkanı, bazı savaş esirlerinin öldürülmesini gerekli buluyorsa ve bunun için özel durumlar ve mecburiyetler hissediyorsa öldürebilir. Fakat bu genel bir kural değil, tersine genel kural içinde özel bir durumdur. Buna da mecbur kalındığı takdirde başvurulabilir.
    Nitekim, Hz. Peygamber (s.a) , Bedir Savaşı’nda esir alınan yetmiş kişi içinden sadece Ukbe bin ebi Muayt ve Nadr ibn el-Haris’i öldürttü. Uhud Savaşı esirlerinden yalnız şair Ebu Azze’nin öldürülmesini emretti. Kurayza Oğulları, kendi haklarında Sa’d ibn Muaz’ın karar vermesini istemişlerdi. İbn Muaz’ın erkeklerin öldürülmesi şeklindeki kararı üzerine Hz. Peygamber (s.a) onların öldürülmesini emretti.
    Hayber Savaşı’nda alınan esirlerden sadece Kinane İbn Ebi el-Hukayk öldürüldü. Çünkü bu adam anlaşmayı bozmuş, verilen sözü tutmamıştı.
    Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber (s.a) bütün Mekke halkından, yalnız bir-kaç kişinin nerede yakalanırlarsa derhal öldürülmeleri emrini verdi.
    Bu istisnaların dışında Hz. Peygamber’in (s.a) genel tavrı, savaş esirlerinin hiçbir zaman öldürülmemesi doğrultusunda idi. Raşid halifelerin tutumu da böyle oldu. Onların zamanında da savaş esirlerinin öldürülmesine ait örnekler çok nadirdir. Bu nadir örnekler de özel sebeblere ve mecburiyetlere dayanır. Hz. Ömer ibn Abdülaziz de, bütün halifeliği süresince sadece bir savaş esirini öldürtmüştür. Öldürülen bu esir, müslümanlara yaptığı aşırı zulümle meşhurdu.
    İslam bilginleri, bu uygulamalara dayanarak, İslam devlet başkanının, gerekli gördüğü ve mecbur kaldığı takdirde, savaş esirlerinin öldürülmesini emredebileceği görüşüne varmışlardır. Fakat bu karar, devlet başkanının (İmam’ın) verebileceği bir karardır. Her asker istediği esiri öldüremez. Ama esirin kaçmaya kalkışması durumu veya bir sabotaj yapma tehlikesi varsa, daha önce de bu tip girişimlerde bulunmuşsa, müslüman askerler de onu öldürme yetkisine sahiptir.
    İslam müctehidleri, bu konuda üç açıklama daha getirmişlerdir:
    a) Esir İslam’ı kabul etmişse, onu öldürmek caiz değildir.
    b) Esir, İslam hükümetini yıkma ve diğer esirleri ayaklandırma çabasında olmadığı müddetçe öldürülemez. Esirlerin bölüşülerek veya satılarak herhangi bir şahsın mülkiyetine geçmesi halinde de öldürülmeleri yasaklanmıştır.
    c) Esirin öldürülmesi gerekirse, bu, normal ve kısa yoldan halledilmelidir. İşkence yapılarak, acılar içinde kıvrandırılarak öldürülmemelidir.
  2. Savaş esirleri hakkında konulan genel hükümler şunlardır: Ya onlara iyilik yapılıp serbest bırakılır veya fidye uygulanır.
    İyilik yapma kavramı dört şeyi içerir:
    a) Esaret müddetince esire iyi davranılması,
    b) Öldürme veya müebbed hapse mahkum etme yerine onu köle yaparak müslümanların hizmetine verme,
    c) Cizye alarak (senelik devlet vergisi koyarak) İslam devletinin vatandaşı (zımmi) yapılması,
    d) Bir karşılık alınmadan serbest bırakılması.
    Fidye uygulamasının da üç biçimi vardır:
    a) Maddi karşılık alınarak esirin serbest bırakılması,
    b) Birtakım özel hizmetler yaptırdıktan sonra serbest bırakılması,
    c) Düşman eline esir düşmüş müslümanlarla takas edilmesi.
    Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı, çeşitli zamanlarda ve yerine göre bütün bu uygulamaları yapmışlardır. Allah’ın Şeriat’ı, İslam devleti yöneticilerini tek bir madde ile bağlı kılmamıştır. Tersine, devlet başkanı ve yöneticiler, en uygun gördükleri yolu uygulamakta serbest bırakılmışlardır.
  3. Hz. Peygamber (s.a) ve ashabının uygulamalarından anlaşılmaktadır ki savaş esiri, devletin iradesi ve esareti altında kaldığı müddetçe barınması, beslenmesi, hasta veya yaralı ise tedavi edilmesi devletin sorumluluğundadır. Esirleri aç ve çıplak bırakmak veya onlara işkence yapmak İslam hukukunun asla müsamaha gösterebileceği bir tutum ve davranış olamaz. Aksine, onlara ilgi göstererek iyi muamele yapılmasını teşvik edici emirler vardır.
    Bunun örneklerini Hz. Peygamber’in (s.a) uygulamalarında bulabiliriz: Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber (s.a) esirleri ashabına bölüştürdü ve “Bu esirlere iyi muamele ediniz” diye emretti. O sırada esirler arasında bulunan Ebu Aziz şöyle anlatıyor: “Beni teslim ettikleri Ensarın evinde ev halkı sabah akşam sadece hurma ile yetinirken bana yemek ikram ediyorlardı.”
    Diğer bir esir olan Süheyl bin Amr hakkında Hz. Peygamber’e (s.a) “Ateşli bir hatiptir ve sizin aleyhinizde konuşmalar yapıyor, bu adamın dişlerini kırdırınız” denildi. Buna cevap olarak Hz. Peygamber (s.a) , “Ben onun dişini kırdırırsam, Allah da benim dişimi kırdırır; halbuki ben peygamberim.” buyurdu. (Siret-i İbn Hişam) .
    Yine, İbn Hişam’ın, Siret’inde naklettiğine göre, Yemame hükümdarı Sumame İbn Usal esir alınarak Medine’ye getirilmiş, Hz. Peygamber’in (s.a) emriyle kendisine devamlı kaliteli yemekler ve süt ikram edilmiştir.
    Bu tutum, ashab döneminde de devam etmiştir. O dönemde, savaş esirlerine kötü muamele edildiğini gösteren hiçbir olaya rastlanmamıştır.
  4. İslam, esirlerin devamlı esarette tutulmalarını ve devletin onlardan, zorla yaptırılan hizmetler şeklinde faydalanmasına asla izin vermemiştir. Kendileriyle veya temsil ettikleri ulusun yöneticileri ile savaş esirlerinin takas edilmesi yahut fidye karşılığı serbest bırakılmaları gibi bir anlaşmaya varılmamışsa, bunların köle yapılarak müslümanlara dağıtılmaları ve sahiplerine de bunlara çok iyi davranmalarının emredilmesi uygun görülmüştür.
    Hz.Peygamber (s.a) devrinde bu prensiplere göre hareket edilmiş, ashab devrinde de bu uygulama devam etmiştir. İslam hukukçuları da bu uygulamanın caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
    Bu konuda şu da bilinmelidir ki, bir kişi esir olmadan önce İslam’ı kabul etmişse, derhal serbest bırakılır, ama yakalanıp esir edildikten sonra İslam’ı kabul etmişse veya bir müslümana savaş ganimeti olarak verildikten sonra müslüman olduğunu iddia etmişse, bu onun serbest bırakılmasını sağlayamaz. Müsned-i Ahmed, Müslim ve Tirmizi’de İmran bin Husayn’ın anlattığına göre, Ukayl Oğulları’ndan bir şahıs esir alındıktan sonra, “İslam’ı kabul ettim” demişti. Hz. Peygamber (s.a) bunun üzerine şöyle buyurmuştu: “Sen bu sözü esir edilmeden önce söyleseydin, kesin olarak kurtulmuştun.” Bu konuda Hz. Ömer de şöyle demiştir: “Eğer bir kişi müslümanların eline geçtikten sonra İslam’ı kabul ederse, öldürülmekten kurtulur; ama, savaş ganimeti muamelesi görmekten kurtulamaz.”
    İslam hukukçuları, bunlardan yola çıkarak ittifakla, esir olduktan sonra İslam’ı kabul eden kişinin kölelikten kurtulamayacağını kabul etmişlerdir. (İmam Muhammed, el-Siyer el-Kebir) . Bu görüş en makbul olanıdır. Çünkü, her esir edilen kişi İslam’ı kabul etmiş görünüp serbest bırakılırsa, hangi ahmak İslam’ı kabul etmiş görünmeyerek tutuklu ve esir kalmayı tercih eder.
  5. İslam’da savaş esirlerine iyilik yapmanın üçüncü bir şekli de esirlerin cizye denilen vergilerle vergilendirilip zımmi vatandaş yapılması ve müslüman vatandaşlar gibi serbestçe, özgürlük içinde yaşamalarının sağlanmasıdır. İmam Muhammed, el-Siyer el-Kebir isimli kitabında şunları yazar: “Müslüman idarecinin, esirlere cizye koyarak veya haraç vergisi alarak serbest bırakma yetkisi vardır.” Bu tarz uygulamalar, genel olarak, yeni fethedilen bir bölgenin esir edilen halkı hakkında yapılmıştır. Hz. Peygamber (s.a) Hayber halkına bu örneğe uygun bir uygulamada bulunmuştu. Daha sonra Hz. Ömer (r.a) Irak ve diğer ülkeleri fethettiği zaman büyük ölçüde bu örneğe uymuş ve ona göre hareket etmişti.
    Ebu Ubeyd’in Kitabu’l-Emval’de yazdığına göre, Irak fethedilince, bölge halkından bazıları Hz. Ömer’e gelerek şöyle derler: “Ey mü’minlerin emiri! Biz bundan önce İran yönetimi altında idik, bize çok eziyet ettiler, çok kötü muamele ettiler, çeşit çeşit eza ve cefa çektirdiler. Sonra Allah sizi gönderdi, biz de sizin gelişinizden memnun olduk. Size karşı ne savunma yaptık, ne de yapılan savaşa katıldık. Duyduğumuza göre bizi köleleştirmek istiyormuşsunuz. Doğru mu?”
    Hz. Ömer bunlara şu cevabı verir: “Müslümanlığı kabul etme veya cizye verme yollarından birini seçiniz ve özgürlüğünüzü koruyunuz.” Onlar da cizye vermeyi seçerek serbest bırakılırlar. Bu kitabın başka bir yerinde Ebu Ubeyd şöyle nakleder: Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa el-Eş’ari’ye şöyle yazar: “Savaşta ele geçirilen kimselerden çiftçi ve köylü olanlarını serbest bırakınız.”
  6. İyilik etmenin dördüncü bir şekli olarak da, esirin hiçbir bedel, vs. alınmadan serbest bırakılması vazedilmiştir. Bu, İslam devletinin esirin genel durumu karşısında kullandığı özel bir yetkidir. Bu özel yetki ile, onu hayat boyu memnun bırakarak düşmanlıktan dostluğa, kafirlikten müslümanlığa dönmesi ümidi ile esir serbest bırakılmaktadır. Aksi halde, düşman tarafın bir ferdini, yeniden müslümanlarla savaşması için serbest bırakmak hiçbir maslahata uygun düşmez. Bu bakımdan, İslam hukukçuları buna topluca muhalefet etmişler, cevaz verilebilmesi için de, “İslam devlet başkanı, esirlerin tamamının veya bir kısmının bir lütuf olarak salıverilmelerinde bir fayda görüyorsa, öyle hareket etmesinde bir sakınca yoktur.” (el-Siyer el-Kebir) şartını koymuşlardır.
    Hz. Peygamber (s.a) döneminde bu gibi pekçok uygulamalar görülmektedir ve hemen hemen hepsinde maslahat yönü açıkça ağır basmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) Bedir Savaşı esirleri ile ilgili olarak “Eğer Mut’im bin Adiy sağ olup da bu sefil adamları benden isteseydi, onun hatırı için bunları olduğu gibi serbest bırakırdım” buyurmuştu. (Müsned-i Ahmed, Buhari, Ebu Davud) Hz. Peygamber (s.a) bu sözü şunun için söylemişti: Hz. Peygamber (s.a) Taif’ten Mekke’ye geri döndüğünde Mut’im kendisini himayesine almış, oğlu da kılıcını eline alarak koruması altında Kabe’ye götürmüştü. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) onun iyiliğine karşılık vermek istiyordu.
    Buhari, Müslim ve Müsned-i Ahmed’in rivayetlerine göre Yemame Reisi Sumame bin Usal esir edilip getirilince Hz. Peygamber (s.a) ona, “Sumame ne düşünüyorsun?” diye sordu. Sumame, “Beni öldürürseniz, kanının değeri çok yüksek birisini öldürmüş olursunuz. Eğer bana iyilik yapıp serbest bırakırsanız, sizden beklediğim davranışı yapmış olursunuz. Eğer mal-mülk istiyorsanız isteyin; derhal verilecektir.” cevabını verdi. Üç gün boyunca Hz. Peygamber (s.a) ona bu soruyu sordu ve o da sürekli aynı cevabı verdi. Sonunda Hz. Peygamber (s.a) “Sumame’yi serbest bırakın” buyurdu. Sumame serbest bırakılır bırakılmaz yakındaki bir hurmalığa gitti; yıkanıp temizlendikten sonra geri gelerek kelime-i şehadet getirip müslüman oldu ve hareketini şöyle açıkladı: “Bu güne kadar insanlar içinde en çok senden, dinler içinde de en çok senin dininden nefret ediyordum. Ama şimdi, hiçbir şahıs ve hiçbir din benim için senden ve senin dininden daha sevimli değildir.”
    Sumame, daha sonra umre için Mekke’ye gittiğinde, “Peygamber izin vermediği müddetçe, bundan sonra size Yemame’den tahıl gelmeyecektir” diyerek Kureyşlileri tehdit etti ve bunu uyguladı. Bunun üzerine Mekkeliler Yemame’den gelen tahılın kesilmemesi için Hz. Peygamber’den (s.a) aracı olmasını istediler.
    Hz. Peygamber (s.a) ayrıca, Kurayza Oğulları esirlerinden Zübeyr bin Bata ve Amr bin Sa’d’ın da hayatlarını bağışladı. Zübeyr’in hayatını bağışlamasının sebebi, cahiliye döneminde, Buas Savaşı sırasında onun, Ensardan Sabit bin Kays’ı himaye ederek koruması idi. Hz. Peygamber (s.a) , Hz. Sabit’e yaptığı iyiliğe karşılık olarak Zübeyr’i serbest bıraktı.
    Amr bin Sa’d’ı ise, Kurayza Oğulları Hz. Peygamber’le (s.a) yaptıkları anlaşmayı bozdukları zaman, kabilesini gaddarlıktan menetmeye çalışmasına karşılık olarak serbest bıraktı. (Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval.)
    Beni Mustalık gazasında kabileden alınan esirler getirilerek müslümanlara taksim edilmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a) Hz. Cüveyriye’yi hissesine düştüğü şahıstan satın aldı ve daha sonra nikahladı. Bunun üzerine bütün müslümanlar, “Artık bunların hepsi Peygamberimizin akrabası olmuşlardır” diyerek hisselerine düşen esirleri serbest bıraktılar. Böylece yüz kişi hürriyetine kavuşmuştu. (Müsned-i Ahmed, Tabakat-ı İbn Sa’d, Siret-i İbn Hişam)
    Hudeybiye Anlaşması şartlarının hazırlandığı sıralarda, Mekke’den seksen kişi, sabah namazına yakın Tanim denilen mevkiden gelip Hz. Peygamber’in (s.a) çadırına ani bir baskın yaparak kendisini öldürmek istediler; ama hepsi de kıskıvrak yakalandılar. Fakat Hz. Peygamber (s.a) , anlaşmanın o kritik noktasında bozularak savaş durumunun ortaya çıkmasını istemediği için hepsini serbest bıraktı. (Müslim, Ebu Davud, Nesei, Tirmizi, Müsned-i Ahmed) .
    Mekke fethedildiğinde, Hz. Peygamber (s.a) birkaç kişi hariç bütün Mekke halkını, bir lütuf olarak bağışladı. Sadece 3-4 kişinin hayatını bağışlamadı. Bütün Araplar, Mekkelilerin Hz. Peygamber’e (s.a) ve müslümanlara nasıl işkenceler yaptığını biliyordu. Buna karşılık Mekke’yi fethettikten sonra Hz. Peygamber’in (s.a) büyük bir müsamaha ile bu insanları bağışlaması Araplara öyle bir güven ve gönüllerine öyle bir sükun vermişti ki, artık onlar, bir diktatör, bir zalim ve bir kralla değil, son derece şefkatli, son derece zengin gönüllü, son derece merhametli bir liderle karşı karşıya bulunduklarını anlamışlardı.
    İşte bu sebeble, Mekke’nin fethinden sonra bütün Arap Yarımadası’nın fethedilmesi iki seneyi geçmemişti.
    Huneyn Savaşı’ndan sonra, Havazin kabilesinden bir heyet gelerek esirlerinin serbest bırakılmasını istemişti. Ama o sırada bütün esirler bölüştürülmüş durumdaydı. Hz. Peygamber (s.a) müslümanları toplayarak, “Bu insanlar tövbe etmiş ve pişman olmuşlardır. Esirlerinin geri verilmesini uygun görüyorum. Sizden kim hissesine düşen esiri kendi isteğiyle karşılıksız serbest bırakmak istiyorsa, o şekilde serbest bıraksın. Karşılık isteyenlere ise, Beytü’l-Mal’a ilk gelen gelirden karşılığını vereceğiz” buyurdu. Bunun üzerine 6.000 esir serbest bırakıldı. Karşılık isteyenlere de Beytü’l Mal’dan karşılığı verildi. (Buhari, Ebu Davud, Müsned-i Ahmed, Tabakat-ı İbn Sa’d)
    Bu olaydan anlaşılacağı üzere, devlet başkanı kendi isteği ile bölüştürülüp dağıtılan esirleri serbest bırakamaz. Ancak sahiplerinin rızaları alınarak veya onlara karşılığı verilerek serbest bırakılmaları mümkündür.
    Hz. Peygamber’den (s.a) sonra, ashab döneminde de iyilik ve lütuf olarak esirlerin serbest bırakılmaları örneklerine rastlamaktayız. Sözgelimi Hz. Ebu Bekir, Eş’as bin Kays el-Kindi’yi serbest bıraktı. Hz. Ömer ise, Hürmüzan, Menazir ve Meysan esirlerine hürriyetlerini bağışladı. (Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval.)
  7. Esirlerin para karşılığında serbest bırakılmaları örneğine Hz. Peygamber (s.a) döneminde sadece Bedir olayında rastlıyoruz. Esir başına 1.000 ile 4.000 dirhem arasında bedel alınarak serbest bırakılmışlardı. (Tabakat-ı İbn Sa’d, Kitabu’l-Emval.)
    Bu tip bir uygulamayı ashap döneminde göremiyoruz. İslam hukukçuları genel olarak bunu uygun görmemişlerdir. Çünkü bu, para karşılığında serbest bırakılan esirin daha sonra silahlanarak yeniden müslümanlarla savaşmasına izin verilmesi anlamına gelmektedir.
    Bununla birlikte Kur’an fidye alınmasına izin vermiş, Hz. Peygamber de (s.a) bir defa da olsa böyle bir uygulamada bulunmuştur. Bu bakımdan bu uygulama kesin olarak yasaklanmış değildir. İmam Muhammed el-Siyer el-Kebir isimli eserinde, “Müslümanlar mecbur kalırlarsa, esirleri para karşılığında serbest bırakabilirler” demiştir.
  8. Esirlerin hizmetleri karşılığında serbest bırakılması uygulamasının örneğini de Bedir olayında görüyoruz. Kureyş esirlerinden, mali gücü olmadığı için fidye veremeyenlerin serbest bırakılmaları için Hz. Peygamber (s.a) her birinin Ensar çocuklarından on tanesine okuma-yazma öğretmesini şart koşmuştu. (Müsned-i Ahmed, Tabakat-ı İbn Sa’d, Kitabu’l-Emval)
  9. Hz. Peygamber (s.a) döneminde, esir değişiminin çeşitli örneklerini görmekteyiz. Bir keresinde Hz. Peygamber (s.a) , Hz. Ebu Bekir’i (r.a) bir olayın çözümü için gönderdi. Bu olayda birkaç esir ele geçirilmişti.
    Aralarında, Hz. Seleme bin Ekva’nın hissesine düşen son derece güzel bir kadın da vardı. Hz. Peygamber (s.a) bu kadını ısrarla isteyerek Hz. Seleme’den geri aldı ve onu Mekke’ye göndererek orada esir bulunan birkaç müslümanın serbest bırakılmasını sağladı. (Müslim, Ebu Davud, Tahavi, Kitabu’l-Emval, Tabakat-ı İbn Sa’d)
    Hz. İmran bin Husayn’ın naklettiğine göre, bir keresinde Sakif kabilesi iki müslümanı esir almıştı. Bu olaydan bir süre sonra da Sakif ile aralarında yardımlaşma anlaşması olan Ukayl Oğulları’ndan bir kişi müslümanlar tarafından esir alındı. Hz. Peygamber (s.a) bu adamı Taif’e göndererek karşılığında esir edilen iki müslümanın serbest bırakılmasını sağladı. (Müslim, Tirmizi, Müsned-i Ahmed) .
    Müctehidlerden İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şafi, İmam Malik ve İmam Ahmed, esir mübadelesini caiz görmektedirler. İmam Ebu Hanife’den nakledilen bir görüşe göre, mubadele caizdir, diğer bir görüşe göre de, mübadele caiz değilidr. Ama her şeye rağmen müslümanlığı kabul eden bir esirin mübadele sırasında kafirlere geri gönderilmeyeceği, bütün İslam müctehidlerince ittifakla kabul edilmiştir.
    Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere, İslam’ın savaş esirleriyle ilgili meseleler için ortaya koyduğu kanun, her zaman ve durumda uygulanabilme esnekliğine sahiptir. Kur’an’ın, savaş esirleri hakkındaki “Ondan sonra isterseniz iyilik yapıp serbest bırakın, isterseniz fidye alın” mealindeki ayetini dar anlamıyla ele alarak sınırlandıranlar, savaş esirleriyle ilgili uygulamaların çeşitli yönlerini, çeşitli zamanlarda ne kadar değişik problemler ortaya çıkardığını ve gelecekte ne tip problemler çıkaracağını bilmemektedirler.

9.Yani, eğer Allah sırf batıla tapanları yok etmek isteseydi, sizin yardımınıza ihtiyaç duymazdı. Bu işi, Allah’ın yarattığı bir yer sarsıntısı veya her tarafı kaplayan bir tufan da hallederdi. Fakat Allah, Hakk’a bağlı olan insanların batıla tapanlar ile mücadele etmelerini, onlara karşı cihad etmelerini istemektedir. Bu sayede, kimin içinde temiz hasletler varsa bu, imtihanla süslenerek ortaya çıkar; herkes yaptığı amelden dolayı hakettiği makam ve dereceye ulaşır.

  1. Burada şu anlatılmaktadır: Bir insanın Allah yolunda mücadele ederken öldürülmesi, hiçbir zaman o kişinin canından olması, kendi varlığı da dahil olmak üzere yaptığı her işin heba olup gitmesi demek değildir. Bir kimse, şehidlerin canlarını feda etmelerinin bu dünyada kendileri için bir fayda sağlamadığını, ancak kendisinden sonra yaşayacak olanlar için bir fayda sözkonusu olduğunu zannederse, yanılmış olur. Aslında şehidlerin kendileri için de ölümleri bir kayıp değil, aksine bir kazançtır.
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.