EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MÜMTAHİNE SURESİ 10. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun
10- Ey iman edenler, mü’min kadınlar hicret etmişler olarak size geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını daha iyi bilendir. Şayet onların (gerçekten) mü’min kadınlar olduklarını bilip-öğrenirseniz, artık sakın onları kâfirlere geri çevirmeyin.(14) (Çünkü) Ne bunlar onlara helaldir, ne onlar bunlara helaldir. Onlara (kâfir kocalarına kendileri için) harcadıklarını verin. Onlara (hicret) eden mü’min kadınlara) ücretlerini (mehirlerini) verdiğiniz takdirde(15) onların nikâhlamanızda sizin için bir güçlük yoktur. Kâfir (kadın) ların ismetlerini (nikâhlarını) tutmayın ve (onlar için) harcadıklarınızı isteyin. Onlar da (mü’min kadınlara) harcadıklarını istesinler.(16) Bu, Allah’ın hükmüdür. Sizin aranızda hükmeder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
AÇIKLAMA
14. Bu kararın arka planı şu şekildedir: “Hudeybiye Antlaşması’nın sonrasında, Mekke’den kaçıp Medine’ye gelen Müslüman erkekler, antlaşma gereğince geri iade ediliyorlardı. Daha sonra Müslüman kadınlar da gelmeye başladılar ve ilk olarak Ukbe bin Ebi Muayt’ın kızı Ümmü Gülsüm hicret edip Medine’ye geldi. Mekkeli müşrikler antlaşma gereğince onun da iadesini talep etmiş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm’ün iki kardeşi Velid bin Ukbe ile Umare bin Ukbe kardeşlerini geri almak amacıyla Medine’ye gelmişlerdi.
O zaman antlaşma gereğince, erkekler gibi kadınların da iade edilip edilmeyeceği meselesi ortaya çıkmış ve Allah bu meseleyi çözmek üzere, “Ey iman edenler, mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer onların mümin olduklarına kanaat getirirseniz, onları kafirlere iade etmeyin” ayetini indirmiştir.
Bu konuyla ilgili hadisler mânâca rivayet edildiği için birçok karışıklıklar meydana gelmiştir. Bu bakımdan bu karışıklığın çözülmesi gerekmektedir. Hudeybiye Antlaşması’yla ilgili hadisler, umumiyetle mânâca rivayet edildiklerinden dolayı, antlaşmanın şartları ayrı rivayetlerde farklı lafızlarla nakledilmişlerdir. Örneğin, bir rivayette, “Sizden (bize) kim gelirse, onu size iade etmeyeceğiz, ama bizden size kim gelirse, siz onu bize iade edeceksiniz.” (Müslim) denirken, başka bir rivayette, “Velisinin izni olmadan, Rasulullah’ın ashabından biri (Medine’ye) gelecek olursa, onu (Mekke’ye) iade edecek” denmektedir. Yine daha farklı bir rivayet, “Velisinin izni olmadan Kureyş’ten kim Muhammed’le gelirse, o Kureyş’e geri verilecektir. (İbn Hişam, İbni Cerir, Vakıdî) lafızlarıyla naklolunmaktadır. Tüm bu rivayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, antlaşmanın şartları aynı kelimelerle değil, mânâca rivayet edilmişlerdir. Genellikle bu konuda, çoğu rivayetlerin mânâca rivayet edilmiş olması, birçok müfessir ve muhaddisin, bu antlaşmanın kadın ve erkeğin ikisini birden kapsadığını sanmalarına yol açmıştır. Dolayısıyla onlar da, “Eğer onların inanmış olduklarını anlarsanız, onları kafirlere iade etmeyin” ayeti karşılarına çıkınca, hemen bu ayeti tevil cihetine giderek, “Mümin kadınların iade olunmaması için, Allah Teâlâ bu ayeti indirerek antlaşmanın sözkonusu maddesini feshetmiştir” demişlerdir. Oysa mesele, hemen bu yorumu kabullenebileceğimiz kadar basit değildir. Çünkü bu antlaşma erkek ve kadınları kapsıyorsa eğer, taraflardan biri antlaşmayı iptal edemez. İptal ettiğini düşünsek bile, o takdirde Kureyşliler kıyameti koparırdı. Zira zaten onlar bu tür nedenler arıyorlardı. Ancak görüyoruz ki, Allah’ın bu kararına onların hiçbir itirazı olmamıştır. Şaşılacak olan, pekçok kimsenin nedense bu noktayı düşünmemiş olmasıdır. Üstelik bazıları (örneğin Kadı Ebu Bekir, İbn’ul-Arabî) bu noktayı düşünmüş olmasına rağmen, Kureyşlilerin ses çıkarmayışlarını Allah’ın bir mucizesi olarak nitelemişlerdir. Bu kimselerin yaptıkları bu tevilden, kalplerinin nasıl olup da itmi’nan bulduğuna hayret ediyorum doğrusu.
Gerçekte bu antlaşmayı Müslümanlar değil, Kureyşliler, dikte ettirmişlerdir. Onların temsilcisi olan Süheyl bin Amr’ın yazdırdığı antlaşmanın sözkonusu maddesinin metni şöyledir:
“Sana bizden bir erkek (racul) gelirse, o gelen kimse senin dininde olsa bile, onu bize iade edeceksin.” (Bu antlaşmanın lafızları Buharî’de Kitab-ul-Şurut, Bab’ul-Şurut fi’l Cihad ve Mesalih’de güçlü senetlerle nakledilmiştir.) Süheyl bin Amr’ın, antlaşmayı yazdırırken, “Racul” kelimesini zihninde bir an kadın ve erkek olarak düşünmesi mümkündür. Ancak antlaşmanın ilgili maddesinde kelime “Racul” olarak yazılmıştır ve Arapça’da bu kelime sadece erkekler için kullanılır. Bu yüzden Ümmü Gülsüm’ün kardeşleri onun iadesi için Hz. Peygamber’e (s.a.) başvurduklarında (İmam Zührî’nin rivayetine göre) , Hz. Peygamber (s.a) onları geri çevirerek, “Bu antlaşma kadınlar için değil, sadece erkekler için geçerlidir” demiştir. (Ahkamu’l Kur’an, İbnu’l Arabî, Tefsir-i Kebir, İmam Razî) Bu ana kadar Kureyşliler antlaşmanın erkek ve kadını kapsadığı düşüncesinde olduklarından, Hz. Peygamber’in (s.a.) antlaşmanın bu kelimesine dikkat çekmesi üzerine şaşırıp kaldılar ve mecburen boyun eğdiler.
Antlaşmanın bu şartı gereğince, Müslümanların, hangi maksatla gelirse gelsin hiçbir kadını Kureyş’e iade etme zorunluluğu yoktu. Ancak İslâm’ı ilgilendiren husus Medine’ye sığınmak için Mekke’den kaçıp gelen diğer kadınlar değil Müslüman kadınlardı. Bu bakımdan Allah Teâlâ, hicret ederek gelen kadınların imanlarını açığa vurmalarını ve sorguya çekildikten sonra da mümin olduklarına kanaat getirilirse şayet, kafirlere geri gönderilmemelerini bildiren ayeti inzal etmiştir. Allah’ın bu emirleri, şöyle uygulanıyordu: Eğer bir kadın Mekke’den hicret edip Medine’ye gelirse, ona Allah’ın birliğine ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna inanıp inanmadığı ve sadece Allah ve Rasulü için mi hicret ettiği soruluyordu. Yani kocasıyla kavga ettiği veya Medine’deki bir Müslümana aşık olduğu ya da dünyevi birtakım çıkarlar için mi hicret ettiği öğrenilmeye çalışılıyordu. Bu sorulara tatminkâr cevaplar alındıktan sonra, o kadın Medine’ye kabul edilir, aksi takdirde iade edilirdi. (İbn Cerir, bu hadisi İbn Abbas’tan rivayet etmiştir. Ayrıca Katade, Mücahid, İkrime, İbn Zeyd.)
Bu ayetten, şahitlik yasasının bir prensibi elde edilmektedir. Bu kural, Hz. Peygamber’in (s.a.) fiilî uygulamasıyla daha da net anlaşılmaktadır. Ayet-i Kerime’de üç husus vurgulanmıştır. Birincisi, hicret eden kadınlar kendilerini mümine olarak tanıttıklarında, onların iman iddialarının doğruluğu araştırılacaktır. İkincisi, onların gerçekten iman edip etmediklerini ancak Allah bilir. İçlerinde taşıdıkları imanın bilinmesi mümkün değildir. Üçüncüsü, sorgu bitiminde mümin olduklarına kanaat getirilirse eğer, onlar kafirlere iade edilmeyeceklerdir. Kadınların iman iddialarının tahkiki emri gereğince Hz. Peygamber, onlara yemin ettirir, yemin ederlerse kabul ederdi.
Bu uygulamadan çıkan sonuca göre, mahkemede hakimin gerçek bilgi sahibi olması şart değildir. Şahitlerden alınan bilgi yeterlidir. Bir diğer kural, yemin eden bir kimseye, yalancı olduğuna dair bir başka delil bulunmadıkça güvenilmelidir. Üçüncü bir kural ise, bir kimsenin inancı hakkında kendi söylediklerinin esas olmasıdır. İnancının söylediği gibi olup olmadığını kurcalamak ise, açık bir belirti onun imanını yalanlamadıkça doğru değildir. Dördüncü kural, başka bir kimsenin bilmesine imkan olmayan bir durumda şahitlik yapan kimselerin açıklamaları kabul edilmelidir. Örneğin talak ve iddet hususunda, kadının hayız ve taharet ile ilgili açıklaması yeterlidir. Kadının yalan veya doğru söylemesi bizi ilgilendirmez. Ayrı kural, hadis rivayetleri için de geçerlidir. Sözgelimi bir ravî, zahiren mümin ve sika ise, onun rivayeti kabul edilir. Ancak aleyhte başka bir karine varsa o takdirde o ravinin rivayeti reddedilebilir.
15. Yani, hicret eden mümine kadınların, kafir kocalarından aldıkları mehri İslâm Devleti iade edecektir. Serbest kalan bu kadınlar herhangi bir Müslüman ile, mehir alarak yeniden evlenebilirler.
16. Bu ayette, aile ve uluslararası ilişkilerle ilgili dört önemli ilke açıklanmıştır.
a) Müslüman bir kadın, kafir bir kocaya, kafir bir koca da Müslüman bir kadına helâl değildir.
b) Evli olan Müslüman bir kadının nikahı, Dar-ul Küfür’den Dar-ul İslâm’a hicret ettikten sonra kendiliğinden fesholur. Artık o dilediği bir Müslümanla mehir karşılığı evlenebilir.
c) Müslüman bir erkeğe, kafir bir kadını nikahı altında bulundurmak caiz değildir.
d) Dar’ul-Küfür ile Dar’ul-İslâm arasında barış antlaşması olduğunda, İslâm yönetimi kafir devlet ile, “Evli Müslüman bir kadın Dar’ul-Küfür’den, Dar’ul-İslâm’a hicret ettiğinde onun mehrini İslâm yönetimi ödeyecek, Dar’ul-Küfür’de kalan Müslümanla evli bir kadının mehrini de, küfür hükümeti ödeyecektir” şeklinde bir antlaşma yapmalıdır. Bu hükümlerin arka planı şu şekildedir: İslâm’ın ilk dönemlerinde birçok kimse Müslüman olduğunda, onların hanımları, yine birçok kadın Müslüman olduğunda onların kocaları İslâm’ı kabul etmemişti. Örneğin, Hz. Peygamber’in (s.a.) kızı Zeyneb’in kocası Ebu’l-As, İslâm’ı kabul etmeyerek, uzun bir süre İslâm’ın dışında kalmıştır. İlk başta, Müslüman bir kadına kafir kocası ve Müslüman bir erkeğe de kafir karısı haramdır, şeklinde bir hüküm bulunmadığından onların arasında evlilik ilişkisi devam etmiştir. Hicretten sonra da bu durum böyle devam etmiştir ve bu süre zarfında birçok kadın İslâm’ı seçerek Medine’ye hicret ederken, kafir kocaları Mekke’de kalmıştır.
Aynı zamanda birçok Müslüman da kafir karılarını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmiştir. Ancak bunlar arasında evlilik ilişkileri yine de devam ediyordu. Bu husus, özellikle kadınlar açısından önemli bir sorun ortaya çıkarmıştı; zira erkekler başka bir kadını nikahları altına alabilirken, önceki nikahları fesholmadan kadınların bir başkasıyla evlenebilmeleri mümkün değildi. Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, bu ayetler nazil olunca, Müslümanlarla müşrikler arasındaki evlilik ilişkileri son buldu. Daha sonra da, bu mesele kesin bir karara bağlanarak, açık bir yasa haline gelmiştir. İslâm hukukçuları bu yasayı aşağıdaki gibi dört bölümde düzenlemişlerdir.
a) Kadın ve kocanın, (biri Müslüman diğeri kafir olmak üzere) Dar’ul-İslâm’da bulunmaları durumu,
b) Kadın ve kocanın, bir, Müslüman diğeri kafir olmak üzere, Dar’ul-Küfür’de bulunmaları durumu,
c) Kadın ve kocadan birinin Müslüman olarak Dar’ul-İslâm’a hicret edip, diğerinin Dar’ul-Küfür’de küfrü tercih edip kalması durumu,
d) Kadın ve kocadan birinin irtidat etmesi durumu,
Aşağıda bu dört durum hakkında İslâm hukukçularının mütealâları beyan edilmiştir.
1) Erkek İslâm’ı kabul etmiş, kadın da Hıristiyan ve Yahudi olarak kendi dininde kalmış ise, nikahları devam eder. Çünkü Müslüman bir erkeğin Ehl-i Kitap’tan bir kadınla evlenmesi caizdir. Ve bu konuda tüm İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.
İslâm’ı kabul eden bir erkeğin, karısı Ehl-i Kitap’tan değilse ve kendi dininde olmakta devam ediyorsa Hanefilere göre, o kadın İslâm’a davet edilir, kabul ederse nikah devam eder, aksi takdirde son bulur. Bu süre içinde mübaşeret olmuşsa kadına mehri verilir. Eğer olmamışsa kadına mehir vermek gerekmez. Çünkü bu boşama onun kafir olması nedeniyledir. (El-Mebsut, Hidaye, Feth-ul-Kadir) . İmam Şafii ve İmam Ahmed’e göre, erkek İsl’am’ı kabul etitğinde eğer kadın ile koca arasında mübaşeret vuku bulmamışsa, nikah kendiliğinden fesholur. Mübaşeret olmuşsa eğer, kadın iddet bekler. Üçüncü aydan sonra hâlâ İsl’am’ı kabul etmemişse nikah fesholur. İmam Şafii ayrıca, zımmilere din konusunda baskı yapılamayacağından dolayı, kadını İslâm’a çağırmanın doğru olamayacağını söylüyor. Ancak bu, gerçekte çok zayıf bir görüştür. Çünkü zımmî bir kadına din konusunda baskı, siz onu Müslüman olmaya mecbur ettiğinizde olur. Sadece “İslâm’ı kabul edersen karı-koca olmaya devam edeceğiz, aksi takdirde ayrılmak zorundayız” demekle, din konusunda baskı yapılmış olmaz.
Nitekim Hz. Ali (r.a) döneminde böyle bir örnek vardır. Irak’ta mecusi bir toprak sahibi, Müslüman olmasına rağmen, karısı dininde devam etmeyi tercih eder. Hz. Ali, kadını İslâm’a davet eder, kadın kabul etmeyince Hz. Ali de onları birbirinden boşar. (El-Mebsut) İmam Malik’e göre erkek Müslüman olur da, kadınla aralarında mübaşeret olmazsa nikah fesholur. Mübaşeretin olması halinde ise, kadın İslâm’a davet edilir, kabul etmezse boşanırlar. (El-Muğni, İbn Kudame) .
Hanefilere göre, kadın İslâm’ı kabul etmiş, fakat kocası kafirse, o Ehl-i Kitap olsa da olmasa da, mübaşeret vuku bulsa da bulmasa da koca İslâm’a davet edilir, kabul etmezse kadı onları boşar, kabul ederse nikahları devam eder. Bu sırada koca İslâm’ı kabul etmemiş ise İslâm’ı inkar da etmiyorsa, kadın ona eşlik yapmaya devam eder, fakat yaklaşamaz. Kocası açıkça İslâm’ı reddettiğinde ise boşanma kesinleşir. Şayet mübaşeret olmamışsa kadın, mehrinin yarısını, olmuşsa tümünü alır. Ayrıca iddet süresi içinde nafaka da alır. (El-Mebsut, Hidaye, Feth-ul Kadir) . İmam Şafii’ye göre, mübaşeret olmadığı takdirde kadın İslâm’ı ne zaman kabul ederse, o zaman nikahı da fesholur. Mübaşeret olmuşsa, iddet bitene kadar nikah devam eder. Koca, iddet bitene kadar İslâm’ı kabul etmezse nikah fesholur. Ayrıca İmam Şafii, yukarıda zikredildiği gibi kafir kocaya İslam’ın tebliğ edilmesini caiz görmemektedir. Ancak “Bu takdirde zımmîye din konusunda baskı yapılmış olur” şeklindeki bu görüş zayıf ve yanlıştır. Hz. Ömer (r.a) döneminde bu türde birçok olay vuku bulmuş ve İslâm’ı kabul eden kadınların kocaları da İslâm’a davet edilmiş, kabul etmezse boşanmışlardır. Örneğin Beni Tağleb’den bir Hıristiyanın hanımı İslâm’ı seçtiğinde, kocaya “İslâm’ı tebliğ edin. Kabul ederse mesele yok, etmezse ayrılsınlar” demiştir. Bu tür hadiselere sahabe arasında da rastlanılmış ama bir ihtilaf rivayet edilmemiştir. (Ahkam’ul-Kur’an, Cassas, El-Mebsut, Feth’ul-Kadir) İmam Malik’e göre mübaşeret olmadan önce kadın Müslüman olmuşsa, kocasına İslâm tebliğ edilir, İslâm’ı kabul ederse nikahları devam eder, kabul etmezse ayrılırlar. Fakat mübaşeret olmuşsa, kadın iddetini bekler ve bu sırada kocası İslâm’ı kabul ederse nikahları sürer, kabul etmez ve kadının iddeti de biterse nikah fesholur. İmam Ahmed’ten nakledilen bir görüş, İmam Şafii’yi teyid ederken diğer bir görüş, “Karı ve koca arasında din ayrılığı varsa mübaşeret olsun olmasın boşanırlar.” şeklindedir. (El-Muğni) .
2) Daru’l Küfür’de bir kadın İslâm’a girmiş ama kocası kafirse veyahut erkek İslâm’a girmiş hanımı (Ehli Kitap harici) kendi dininde devam ediyorsa, Hanefilere göre, aralarında mübaşeret olsa da olmasa da, kadın üç ay başı görene kadar ayrılamazlar. Kadın hayız görmüyorsa üç ay geçmesi gerekir. Bu esnada kafir olanı İslâm’a girerse nikah sürer. Aksi takdirde iddet bittiğinde ayrılırlar. İmam Şafii’ye göre, mübaşeretin olup-olmaması bu meselede önemlidir.
Mübaşeret olmamışsa, dinlerin ayrı olması nedeniyle boşanırlar. Mübaşeret olmuşsa iddet süresi bitene kadar nikahları devam eder. Kafir olan eş, (kadın veya erkek) bu müddet içinde İslâm’ı kabul etmezse ayrılırlar. (El-Mebsut, Fethu’l-Kadir, Ahkamu’l Kur’an, El-Cassas)
3) Eşler arasında din ayrılığının dışında, mekan ayrılığı da bulunuyorsa, yani eşlerden biri Daru’l Küfür’de kafir olarak kalır ve diğeri Darü’lİslâm’a hicret ederse, Hanefi’lere göre, nikah kendiliğinden fesholur. Şayet hicret eden kadın ise, o hemen evlilik hakkına sahip olur. İddet şartı aranmaz. Ancak yeni kocası kendisiyle bir ay boyunca (çocuk olup olmadığı anlaşılsın diye) ilişkide bulunamaz. Fakat kadın hamile olsa bile evlenebilir, fakat doğuma kadar bekler. İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed bu meselede İmam Ebu Hanife’den oldukça farklı bir görüş ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, kadın iddet bekler ve eğer hamile ise, doğurmadan nikah yapamaz. (El-Mebsut, Hidaye, Ahkamu’l Kur’an, El-Cassas) İmam Şafii, İmam Malik ve İmam Ahmed’e göre, mekan ayrılığının bu meseleyle bir alakası yoktur. Problem olan din ayrılığıdır. Şayet eşler arasında din ayrılığı varsa, ayrı yerlerde olmaları hükmü değiştirmez. Yani Daru’l-İslâm’da, veya Daru’l Küfür’de bulunmaları farketmez. (El-Muğni) İmam Şafii, yukardaki görüşün yanısıra, hicret edip Daru’l İslâm’a gelen kadın hakkında “O, kafir kocasıyla kavga edip, sırf ondan kurtulmak için hicret etmişse, mekan ayrılığından değil, niyet dolayısıyla ayrılır” demektedir (El-Mebsut, Hidaye) .
Kur’an’ın sözkonusu ayeti üzerinde dikkatlice düşünüldüğünde, en isabetli görüşün Ebu Hanife’ye ait olduğu anlaşılır. Çünkü Allahu Teâlâ, bu ayeti hicret eden mümine kadınlar hakkında indirmiş ve Daru’l Küfür’de bırakarak geldikleri kocalarının kendilerine haram olduğunu bildirmiştir. Daru’l İslâm’daki müminlere ise, onları (hicret eden mümine kadınları) mehirlerini verme suretiyle nikahlayabilecekleri söylenirken, Muhacirlere Daru’l Küfür’de bulunan kafir eşlerini nikahları altında tutmamaları ve onlara verdikleri mehirleri geri istemeleri emredilmiştir. Bu özel emirlerin sadece din ayrılığı nedeniyle olmayıp, mekan ayrılığı nedeniyle de verildiği açıkça ortadadır. Şayet Müslüman kadınların hicret etmeleri dolayısıyla kafir kocalarıyla aralarındaki nikah sona ermemiş olsaydı, o takdirde Müslüman erkeklerin bu kadınları nikahlamalarına nasıl izin verilebilirdi? Üstelik bu izin verilirken iddet şartı dahi aranmamıştır. “Kafir kadınların ismetlerini (nikahlarını) tutmayın” ayetinin inmesinden sonra, Muhacirlerin kafir olan hanımlarıyla nikahları devam etmiş olsaydı (veya nikahları kendiliğinden fesh olmasaydı) , onlara ayrıca “hanımlarınızı boşayın” emri de verilirdi. Fakat ayette böyle bir ima bile yoktur. Her ne kadar bu ayet nazil olduktan sonra Hz. Ömer, Hz. Talha ve diğer bazı Muhacirlerin Mekke’deki kafir eşlerini boşadıkları sabit ise de, bu talakın gerekli olduğuna delil değildir. Çünkü onlar eşlerine talak göndermemiş olsalar bile, yine de nikahları sona ermiştir.
Bu konuda delil olarak Hz. Peygamber (s.a) dönemindeki üç hadise gösterilebilir. Bu örneklerden; sözkonusu ayetlerin nazil olmasından sonra, Hz. Peygamber’in (s.a) mekan farkına rağmen mümin ve kafir eşler arasında nikahlarını devam ettirdiği anlaşılmaktadır:
a) Mekke fethinden az bir zaman önce, Ebu Süfyan İslâm’ı kabul etmiş ve eşi Hind de İslâm’ı kabul etmiş ve nikahlarını yenilememelerine rağmen, Hz. Peygamber (s.a) onlara nikahlarına devam etme izni vermiştir.
b) Mekke’nin fethinden sonra Ebu Cehil’in oğlu İkrime ile Hakim bin Hizam, Mekke’den kaçmışlar ama onların ardından eşleri İslâm’a girmiştir. Daha sonra kocaları adına “eman” almak için Hz. Peygamber’e (s.a) başvuran bu kadınlar, kocalarını geri çağırmışlar, onlar da Hz. Peygamber’in (s.a) huzuruna gelerek İslâm’ı kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a) ise, onların nikahlarını devam ettirmiştir.
c) Hz. Peygamber’in (s.a.) kızı Zeynep hicret ederek Medine’ye gelmiş ve kocası Ebu’l-As kafir olarak Mekke’de yaşamaya devam etmiştir. Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve İbn Mâce’nin İbn Abbas’tan naklettikleri bir hadise göre, Ebu’l-As hicretin 8. yılında Medine’ye gelerek İslâm’ı kabul etmiştir. Hz. Peygamber (s.a) onun eşiyle nikahını yenilemesine gerek görmeyerek onların eski nikahlarına devam etmelerine izin vermiştir. Aslında ilk iki hadise, mekan ayrılığı tarifine dahil değildir; zira mekan ayrılığı, bir kimsenin geçici olarak bir yere kaçmasından meydana gelmez. Bilakis mekan ayrılığı, bir kimsenin eşini bir beldede bırakıp kendisinin başka bir beldeye müstakilen yerleşmesidir. Günümüzdeki literatüre göre ifade edecek olursak, o kimseyle hanımı ayrı ülkenin vatandaşları olmuşlardır. Hz. Zeynep hakkında ise iki rivayet bulunmaktadır. İbn Abbas’tan rivayet edileni yukarda zikredildi, diğerini ise İmam Ahmed, Tirmizî, İbni Mace, Abdullah bin Amr bin el-As’tan nakletmişlerdir. Bu rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Zeyneb’i yeniden mehir karşılığında Ebu’l-As ile nikahlamıştır. Bu iki rivayetten, önce İbni Abbas’ınkini ele alırsak, birincisi bu rivayetin “Mekan ayrılığının yasal bir etkisi yoktur” diyenlere delil teşkil etmediğini; ikincisi, İbni Abbas’ın rivayeti üzerinde ısrar edildiği takdirde bunun kendi görüşlerine ters düştüğünü görürüz. Çünkü onlara göre, aralarında din ayrılığı ihtilafı bulunan ve mübaşeretin vuku bulduğu bir çiftin boşanabilmeleri için iddet beklemeleri gerekmektedir. Ancak kafir olan eş İslâm’ı kabul ederse nikah devam eder, kabul etmezse iddet sonunda nikah kendiliğinden fesh olur. Fakat onlar Hz. Zeyneb’in hadisesi ile istidlal ederlerken, aralarında din ihtilafı bulunduğunu ve çok sene geçtiğini ileri sürmektedirler. Oysa Ebu’l-As, Hz. Zeyneb hicret ettikten 6 sene sonra Müslüman olmuş ve Müslüman kadınların müşrik erkeklere haram olduğunu bildiren sözkonusu ayetler, o Müslüman olmadan en az iki sene önce inmiştir.
4) İrtidat meselesinde, birincisi eşlerin her ikisinin de dinden dönmeleri; ikincisi, birinin Müslüman kalırken diğerinin dönmesi şeklinde iki durum vardır.
Şayet eşlerin her ikisi de irtidat etmişlerse, Şafiilere ve Hanbelilere göre, mübaşeretten önceyse hemen ayrılırlar, mübaşeretten sonraysa iddetin bitimi ile İslâmî nikahları son bulur. Bu görüşün aksine, Hanefiler kıyas yoluyla bu nikahın fesholduğuna kaildirler. Ancak Hz. Ebu Bekir (r.a) döneminde vuku bulan irtidat olaylarında binlerce kişi İslâm’dan dönmüş ve sonra tekrar İslâm’a girmişlerdi. Sahabeden hiç kimse onlara nikah yenileme (tecdid-i nikah) şartı koşmadığı için, biz sahabenin bu ittifakını esas alıp kıyasın aksine eşlerin birlikte irtidat etmeleri durumunda onların nikahlarının son bulmayacağını kabul ediyoruz. (El-Mebsut, Hidaye, Fethu’l-Kadir, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı)
Erkek irtidat edip, hanımı Müslüman kalırsa, Hanefilere göre, daha önce mübaşeret olsun-olmasın hemen nikah fesholur. Fakat Şafiilere ve Hanbelilere göre, mübaşeretten öncesi ile sonrası arasında fark vardır. Şayet mübaşeretten önce irtidat etmişse nikah fesholur, mübaşeretten sonra ise, iddet süresince nikah devam eder, bu esnada koca yeniden Müslüman olursa mesele kalmaz. Aksi takdirde iddetin bitimiyle birlikte, kocanın irtidat gününden itibaren nikah fesholmuş sayılır. Yani kadının yeni bir iddet beklemeye ihtiyacı yoktur. Mübaşeretten önce kocası irtidat eden kadının mehrinin yarısını, mübaşeretten sonraysa mehrinin tümünü alacağı hususunda dört mezhebin alimleri ittifak etmişlerdir.
Kadının irtidat edip, kocasının Müslüman kalması halinde, Hanefilerin kadim fetvasına göre, nikah hemen fesholur. Ancak daha sonra Belh ve Semerkand uleması nikahın hemen fesh olmayacağı şeklinde önceki görüşün aksine bir görüş öne sürmüşlerdir. Bu görüş, önceki fetvanın kadınların kocalarından kurtulabilmek için irtidat etmelerine neden olacağı korkusuyla ileri sürülmüştür. Nitekim Malikilerin fetvası da bu şekildedir. Onlara göre, kadının kocasından ayrılabilmek için irtidat hilesine başvurduğu anlaşılırsa boşanma gerçekleşmez. Şafiilere göre, kadının irtidadı ile erkeğin irtidadı arasında fark yoktur. Yani irtidad mübaşeretten önce gerçekleşmişse, nikah hemen fesholur, mübaşeretten sonra olmuşsa (iddet bitene kadar koca İslâm’a girmezse eğer) irtidat ettiği günden itibaren nikah fesholmuş sayılır. Kadının mübaşeretten önce irtidat etmesi halinde mehir hakkı olmayacağı ama mübaşeretten sonra irtidat ederse, mehrinin tamamını alabileceği konusunda ittifak vardır. (El-Mebsut, Hidaye, Fethu’l-Kadir, El-Muğni, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı)