sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MÜMTAHİNE SURESİ 3. AYET

EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MÜMTAHİNE SURESİ 3. AYET
13.01.2023
387
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun

3- Ne yakın akrabalarınız, ne çocuklarınız kıyamet günü size bir yarar sağlayamaz.(3) (Allah) Sizin aranızı ayıracaktır.(4) Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.(5)

AÇIKLAMA

3. Burada anne, baba, kardeş ve çocuklarını düşmanlardan kurtarmak için böyle bir girişimde bulunan Hz. Hatib’e işaret olunmaktadır. Yani, “Sen onların uğruna büyük bir hata yaptın. Oysa Kıyamet günü onlar seni kurtaramazlar. Üstelik Allah huzurunda hiçkimse, bu benim babamdır, oğlumdur, kardeşimdir vs. benim yüzümden günah işlemiştir. Onun yerine bana ceza verin, demeye cesaret edemez. O gün geldiğinde herkes kendi derdine düşecektir.” Kur’an’ın birçok yerinde bu hususa değinilmiştir.
“Suçlu, o günün azabından kurtulmak için, oğullarını, arkadaşlarını ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye versin de, tek kendisini kurtarsın ister.” (Mearic: 11-14)
“İşte o gün, kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden, oğullarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendisine yeter derecede işi vardır.” (Abese: 34-37)

4. Yani, dünyadaki tüm ilişkiler orada kopacaktır, orada bir parti, bir grup, bir sülûk olarak hesap görülmeyecektir. Herkes kendi yaptığının hesabını kendi verecek ve bu dünyada dostluk, akrabalık, grup, parti uğruna (İslâm’a göre) caiz olmayan bir iş yapan kimse, yaptığının cezasını tek başına çekecek, onun sorumluluğuna bir başkası ortak olmayacaktır.

5. Daha önce ayrıntılı bir şekilde açıkladığımız Hz. Hatib’in hadisesi ile bu hadise üzerine nazil olan ayetlerden, aşağıdaki sonuçları çıkarabilirz.
a) Bu şekilde davranmak, kişinin niyeti ne olursa olsun casusluktur. Üstelik bu casusluk, tehlikeli ve zarar verecek olaylara yol açabilecek bir dönemde yapılmıştır. Öyle ki saldırı öncesi düşmana haber verilmek istenmiştir.
Ayrıca bu şüpheli bir mesele olarak kapalı kalmayıp, mücrim suçüstü yakalanmıştır. Zira mektup ortadaydı ve başka bir delile de gerek yoktu. Bu suç normal bir zamanda değil, savaş durumunda işlenmiş olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hatib’i, ona kendini savunma şansı tanımaksızın hapse atmamış ve ayrıca mahkemeyi açık bir şekilde yapmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, İslâm’da yöneticiler ve hakimler, bir kimsenin suçunu kendileri bilseler veya şüphe duysalar dahi, o kimseyi hemen hapse atma yetkisine sahip değildirler. Ayrıca gizli kapılar ardında yargılamanın da İslâm’da yeri yoktur.
b) Hz. Hatib bin Ebi Belta’nın sadece Muhacir olmayıp, ayrıca Bedir ashabından olması, O’na sahabiler arasında imtiyaz kazandırmıştı. Bu özelliklerine rağmen, büyük bir suç işlediği için, Allah Teâlâ onu yukarıdaki ayette sert bir şekilde tenkit etmiştir. Ayrıca bu olay, hadislerde ayrıntılı olarak zikredilmiş ve müfessirlerin hemen hemen tümü bu hadisleri nakletmişlerdir. Bu ve diğer örneklerde de görüldüğü gibi sahabe hatasız değildir. Bilakis onlardan da beşerî zaaflar nedeniyle çeşitli hatalar sudur etmiştir. Allah ve Rasulü’nün bizlere, onlara hürmet etmeyi buyurmuş olması, onların hatalarını zikretmemek anlamında değildir. Şayet böyle olsaydı, Allah bu olayı Kur’an’da zikretmez ve sahabe, tabiun, muhaddisler ve müfessirler de bunca ayrıntıyı beyan etmezlerdi.
c) Hz. Hatib’in mahkemesi esnasında, Hz. Ömer’in görüşü, Hz. Hatib’in davranışının zahirine bakılarak öne sürülmüştü. Onun delili, bu davranışının açıkça Allah’a, Rasûlu’ne ve Müslümanlara karşı ihanet mahiyetinde olmasıydı. Bu yüzden o bir münafıktı, dolayısıyla katli de vacipti. Ancak Hz. Peygamber (s.a) O’nun görüşünü reddedip daha sonra İslâm’ın “Bir davranışın sadece zahiri gözönüne alınarak karar verilmez” şeklindeki bir ilkesini beyan etmiştir. Ayrıca suç işleyen bir şahsın geçmişi, yaşantısı, karakteri içinde bulunduğu ortam ve şartlar da dikkate elınmalıdır. Bu davranış biçimi kuşkusuz casusluktur ama bu suçu işleyen kimsenin İslâm’a ve Müslümanlara karşı tavrı nasıldır? Yani bu şahsi Allah’a Peygambere ve Müslümanlara hıyanet etmek için mi bu suçu işlemiştir? Ya da imanı için, yurdunu, ailesini vs. herşeyini terkederek hicret eden, bunca fedakarlıklar yapan bu şahsın imanından, ihlasından şüphe edebilir miyiz? (Başka bir ifadeyle söylenecek olursa, Bedir Savaşı’nda, düşmanın üç kat fazla gücü ve silah üstünlüğünün bulunduğu nazik bir anda, sadece imanları uğruna canlarını ortaya koymuş bulunan kimselerin samimiyetinden şüphe etmek doğru mudur?) Ayrıca onun kalbinde Mekke’deki müşrik Kureyşlilere karşı bir sevgi taşıyıp taşımadığı da düşünülmelidir.
Hz. Hatip ise savunması sırasında, Mekke’deki ailesinin, diğer Muhacirlerin aileleri gibi kabile koruması altında olmadığından, savaşta Kureyşlilerin ailesine, çoluk-çocuğuna eziyet edecekleri korkusuyla böyle davrandığını açıkça söylemiş ve gerçekten de onun bu açıklaması teyid edilmiştir. Dolayısıyla Hz. Hatib’in bu açıklamasını kabul etmeyip, kendisini yalancı addetmenin ve onun maksadının aslında hiyanet ve Kureyşli kafirlere yardım etmek olduğuna karar vermenin bir sebebi yoktur. Gerçi samimi bir Müslümanın iyi niyetle dahi olsa, bu şekilde davranması, yani kişisel çıkarları için Müslümanların savaş planlarını düşmanlara bildirmesi caiz değildir. Ancak böyle de olsa samimi bir Müslümanın yaptığı hata ile bir münafığın hıyaneti arasında büyük fark vardır. Bu bakımdan her ne kadar suçun keyfiyeti aynı ise de, cezaları aynı değildir. İşte mahkemede Hz. Peygamber de (s.a) bu şekilde karar vermiştir. Allah Teâlâ da Mümtahine Suresi’ndeki bu ayetlerle, O’nun verdiği kararı teyid etmiştir. Sözkonusu üç ayeti dikkatlice okuduğumuzda, Hz. Hatip hakkında vaki olan azarın, bir mümini azarlamak şeklinde olduğunu ve bir münafığın azarlanmasına hiç benzemediğini gayet sarih bir şekilde görürüz. Ayrıca ona hiçbir mali ve bedeni bir ceza da verilmemiş, sadece yapılan davranış açıkça kötülenmiştir. Yani İslâm toplumunda bir müminin hata yapması, toplumun kendisine olan güvenini sarsar ve ona bu ceza tek başına yeterli olur.
d) Hz. Peygamber’in (s.a) Bedir ashabının faziletleri hakkında, “Allah’ın Bedir Savaşı’na katılanlara, o vaziyeti görüp, “Ben sizi affettim” demediğini kim biliyor?” şeklindeki sözü “Bedir ashabı ne günah işlerse işlesin, onların affı önceden garanti edilmiştir” anlamında değildir. Zaten bu sözü Sahabe de böyle anlamadığı gibi, Bedir ashabı da bu sözleri duyunca, kendilerini suç işlemekte serbest görmüş değillerdir. Ayrıca İslâm hukukunda da, bu söze dayanılarak Bedir ashabından biri suç işlerse, ona ceza verilemez gibi bir kaide vaz’ edilmemiştir. Aslında Hz. Peygamber’in (s.a) bu mevki ve makamı vurgulamaktan kastının ne olduğunu, O’nun sarfettiği kelimelere dikkatlice baktığımızda anlayabiliriz. Yani Bedir ashabı Allah ve O’nun dini için samimiyetle öyle fedakarlıklarda bulunmuşlardır ki, buna karşı Allah onların geçmiş gelecek tüm günahlarını affetse bile, bu imkan harici olmaz. Dolayısıyla Bedir ashabından olan bir kimsenin hıyanetinden ve nifakından şüphe edilemez. Yaptığı hata ile ilgili söylediklerini doğru kabul etmek gerekir.
e) Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.) açıklamalarından, kafirler lehinde casusluk yapmasının bir Müslümanın mürted sayılmasına veya iman dairesinden çıkarılmasına ya da münafık kabul edilmesine yeterli olamayacağı anlaşılmaktadır.
Ancak başka bir delil ya da şahidin olması müstesna. Çünkü bu davranış, bir kimsenin kafir kabul edilmesine sebep teşkil etmez.
f) Kur’an’ın bu ayetlerinden, bir Müslümanın kafirler lehine casusluk yapmasının en yakın akrabalarının malları ve canları tehlikede olsa bile, hiçbir zaman caiz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
g) Hz. Ömer, Hz. Hatib’i öldürmek için Hz. Peygamber’den (s.a.) izin istediğinde Hz. Peygamber, (s.a) bu suçun cezasının ölüm olmadığını söylememiştir. Ancak Hz. Hatib Bedir ashabından olduğu ve bunun da onun ihlasının ispatına yetmesi dolayısıyla, Hz. Ömer’e izin verilmemiştir. Üstelik onun, düşmanlara iyilik etmek için değil, kendi çoluk çocuğunu korumak için böyle davrandığını bildiren açıklaması doğrudur. Bu bakımdan bazı İslâm hukukçuları, bu vak’ayı delil göstererek, İslâm’da casusluğun cezasının ölüm olduğu ancak çok önemli bir hafifletici sebep bulunursa daha az bir ceza ya da tazir verilebileceği sonucuna varmışlardır. Fakat bu mesele hakkında ihtilaf edilmiştir. İmam Şafii’ye göre, casusluk yapan bir Müslümanın öldürülmesi caiz değildir, ancak tazir edilebilir. İmam Ebu Hanife ve Evzaî ise, casusluk yapan Müslümana dayak vurulmalı ve uzun süreli hapis cezası verilmelidir, görüşündedirler. İmam Malik, “onu katletmelidir” diyorsa da, Malikî fakihlerinin görüşleri farklıdır. Eşbah’a göre bu konuda Devlet Başkanının (İmamın) geniş bir yetkisi vardır. O, suçlunun şartlarını gözönüne alarak gereken cezayı verir. Ayrıca bu görüş, İmam Malik ve İbn Kasım’dan da nakledilir. İbn el-Macişun ve Abdulmelik bin Hateb’e göre, suçluda casusluk yapmak adet halini almışsa, onu katletmek gerekir. İbn Vehhab ise, casusluğun cezasının ölüm olduğu, ancak bu suçtan tevbe edenlerin bağışlanmaları gerektiği görüşündedir. İbn Kasım’dan nakledilen bir görüş de bu şekildedir. Esbağ’a göre de, savaş sırasında casusluk yapmanın cezası ölümdür. Ama düşmana açıkça yardımda bulunmaları halinde. Müslüman ve Zımmî casuslara ölüm yerine dayak cezası verilmelidir. (Ahkam-ul Kur’an, İbn’ul Arabî, Umdet-ul Karî, Feth-ul Barî)
h) Yukarıda zikredilen hadisten, suçlunun aranmasında gerekirse sadece erkeklerin değil, kadınların da elbiselerinin çıkarılmasının caiz olduğu sonucu çıkıyor. Gerçi Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdat o kadını çırılçıplak soymamışlardır ama onu “mektubu vermezsen seni çırılçıplak soyarak arayacağız” diye tehdit etmişlerdir. Şayet bu fiil caiz olmasaydı, elbette üç sahebe onu bu şekilde tehdit etmezlerdi. Yine akıl yürütecek olursak, onların gelip bu hadiseyi Hz. Peygamber’e (s.a) anlatmış olacakları ve dolayısıyla Hz. Peygamber de (s.a) bu davranışı tasvip etmemiş olsaydı, bunun bize rivayet edileceği sonucuna varırdık. Bu bakımdan fakihler, bu davranışla ilgili olarak “caizdir” diye fetva vermişlerdir. (Umdet-ul Karî)

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.