EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA NEML SURESİ 40. ve 41. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
40- Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri,(47) dedi ki: “Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim.” Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır, O’na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için(49) (bu olağanüstü olay gerçekleşti) . Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim de nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (kimseye ve hiç bir şeye karşı ihtiyacı olmayan) dır, Kerim olandır.(49)
41- Dedi ki:(50) “Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak?”(51)
AÇIKLAMA
47. Bu şahıs kimdi, ne gibi özel bir bilgiye sahipti, burada atıfta bulunulan kitap hangi kitaptı ve kimler hakkında bilgi sahibi idi, kesin hiçbir şey bilinmiyor. Ne Kur’an’ı Kerim’de ne de sahih hadislerde, bu konular hakkında hiç bir açıklamaya rastlamıyoruz. Bazı müfessirler onun bir melek; diğer bir kısmı da onun bir insan olduğunu söyler. “İnsandır” diyenler, bu sefer kimliğinde birleşmiyorlar. Bazısı onun, şifahi Yahudi rivayetlerinde vezir olarak ismi geçen Asaf b. Bahriya, kimi de onun, Hızır (a.s) olduğunu zikreder. Başka bir grup da ona başka bir isim verir. İmam Razî ise bu şahsın bizzat Süleyman’ın (a.s) kendisi olduğunda ısrar eder. Fakat bunlardan hiçbiri güvenilir bir kaynağa dayanmamaktadır. Razî’nin görüşü, Kur’an-ı Kerim’in metnine dahi uymaz.
Bunun gibi metinde geçen ‘Kitap’ konusunda müfessirler farklı görüştedirler. Kimi onun, “Levh-i Mahfuz’a” işaret ettiğini söyler, diğer bir kısmı da onu, ‘Şeriat Kitab’ı (Kanun Kitabı) mânâsına alır. Fakat bütün bunlar tahmindir. O kişinin “Kitap”tan elde ettiği bilgiler hakkında da benzeri tahminler yürütülmüştür. Biz, sadece Kur’an’da ifade edilene ya da ayetlerde açıkça ortaya çıkana inanır ve itibar ederiz. Her halükârda sözkonusu zat, cinlerden biri değil muhtemelen bir insandı. Bu şahıs, kaynağı İlahî Kitap (el-Kitap) olan başkalarınınkinden farklı, olağanüstü bir bilgiye sahipti. Cin, sahip olduğu güç sayesinde tahtı alıp birkaç saat içinde getirebileceğini; bu insan da, bilgisinin gücüyle onu bir an içinde getirebileceğini iddia etmişti.
48. Kur’an-ı Kerim’in bu husustaki ifadeleri çok açıktır. Bu insanın iddiası cininki gibi kuru bir iddia olarak kalmadı, aksine iddiada bulunur bulunmaz konuşmayı müteakip taht Hz. Süleyman’ın (a.s) önünde fiilen görüldü. Bu ibareler üzerinde şöyle bir düşünelim:
“Sözkonusu zat, “göz açıp-kapayıncaya kadar, tahtı sana getireceğim” dedi. Hemen ardından da Hz. Süleyman (a.s) , önünde tahtın durduğunu gördü…” Bu ifadeleri okuyan biri, o zatın bu sözleri söyler-söylemez hadisenin, söylendiği şekilde önlerinde vuku bulduğunu, olayın olağanüstü özelliğini düşünmeden ve bir tereddüte yer bırakmayacak şekilde anlayacaktır. Binaenaleyh böyle açık bir meselede, konuyla yakından ilişkisi olmayan yorumlarda bulunmak gereksizdir. Nitekim Hz. Süleyman’ın (a.s) tahtı gördüğünde, “Bu Rabbimin lütfundandır! (Lütfuna) şükür edip-etmeyeceğim hususunda beni sınamak istiyor!” diye dile getirdiği hayret, ancak hadise olağanüstü ise uygun olabilirdi. Yoksa, bir kraliçe için, çok acele bir tahtın, kralın teb’asından kabiliyetli bir zanaatkar tarafından yapılmış olmasında, yüksek sesle “Bu Rabbimin lütfundandır…!” demesinde Hz. Süleyman’ı (a.s) hayrete düşürecek farklı bir hadise olamazdı. Bütün bunlar gözönünde tutulduğunda, böyle küçük başarılardan dolayı mümin bir idarecinin, kibir ve gurura kapılması sözkonusu olamazdı. Kaldı ki, burada bu sözleri söyleyen sıradan biri değil, Allah’ın bir peygamberi idi.
Bir kral tahtının, 1500 milden daha uzak mesafeden göz açıp-kapayıncaya kadar nasıl alınıp-getirildiği sorusuna gelince, bunun cevabı kısaca şu şekilde olabilir: “Yer-zaman ve madde-hareket gibi, bizim gözlem ve deney esasına dayanan kavramlar, bize uygulanabilir ve ancak bizim için geçerlidir. Bu kavramlarımız Allah katında değişmez olmadığı gibi O’nu bağlamaz da.
Nitekim sıradan bir taht şöyle dursun, O’nun gücü, güneşi, ondan daha da büyük yıldızları bir anlık maddeler halinde, milyon kere milyon mil mesafelere bir anda yürütebilir ve sevkedebilir. Bir emri ile bu kainatı varlık alemine çıkaran Allah’ın, Sebe melikesinin tahtını, ışık hızından daha hızlı hareket ettirecek gücü elbette vardır. İşte bununla Kur’an’da, güç ve kudretiyle Allah’ın (c.c.) , kulu Hz. Muhammed’i (s.a) Mekke’den Kudüs’e götürüp oradan aynı gece tekrar geri getirdiği anlatılmaktadır.
49. Yani Allah (c.c.) , kimsenin şükrüne ve hamdine muhtaç değildir. Ulûhiyyeti, bir kimsenin nankörlüğü ya da şükran duygusundan yoksunluğu yüzünden ne bir damla eksilir, ne de bir damla artar. O, bizatihi kendi öz gücüyle herşeye hükmedendir. O’nun hakimiyeti, yaratıkların O’nu tanımasına veya inkar etmesine bağlı değildir. Aynı husus Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın dilinden de ifade edilmiştir: “Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi biliniz ki Allah mustağnîdir, (sizin şükrünüze muhtaç değildir, O zatında) övülmüştür.” (İbrahim:8) . Müslim’de rivayet edilen bir Hadis-i Kudsi’de de aynı husus anlatılır ve şöyle denmektedir:
“Allah (c.c) diyor ki, ey kullarım! Geçmiş ve gelecek, siz bütün ins ve cinler bir araya gelerek, aranızdaki en muttaki kimsenin kalbi gibi olsanız, sizin bu durumunuz, benim hakimiyetimi zerre kadar arttırmaz; gene, ey kullarım! Geçmiş gelecek bütün ins ve cin bir araya toplansanız ve aranızdaki en günahkâr birinin kalbi gibi olsanız, benim hakimiyetime en ufak bir noksanlık getiremezsiniz. Ey kullarım! Hakkınızda itibar ettiğim şey, amellerinizdir; ve daha sonra siz onlara göre eksiksiz olarak mükafatlandırılacak veya cezalandırılacaksınız. Öyleyse kim bir hayır işlemeye muvaffak olursa, bundan dolayı Allah’a şükretsin; kim de hayrın dışında başka bir şey işlerse, bundan dolayı da kendi nefsini suçlasın!”
50. Melike’nin Kudüs’e nasıl ulaştığı ve huzura nasıl kabul edildiğinden ise hiç söz edilmemiştir. Hz. Süleyman’ı (a.s.) görmek üzere Melike saraya vardığı andan itibaren Kıssaya yeniden başlanır.
51. Bu cümle çok mânâlıdır, şu hususları demek ister: 1- Acaba o melike, kendi başkentinden Kudüs gibi uzak bir bölgeye hemen, hiç zaman geçmeden getirilen tahtın kendi tahtı olup-olmadığını anlayacak mı? 2- Bakalım, bu mucizeyi gördükten sonra, hakkı kabul edecek mi yoksa hatasında direnecek mi? Hz. Süleyman’ın (a.s.) , onun tahtına sahip olmak niyetinde olduğunu söyleyen kimselerin iddialarını ayetin bu kısmı çürütüyor. Hz. Süleyman (a.s) burada, Melike’nin Hidayet Yolunu bulmasında yardımcı olmak için bu işi yaptığını, bizzat kendisi açıkça ifade ediyor.