EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA NEML SURESİ 43. ve 45. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
43- Allah’tan başka tapmakta olduğu şeyler onu (müslüman olmaktan) alıkoymuştu. Gerçekte o, küfre sapan bir kavimdendir.(54)
44- Ona: “Köşke gir” denildi. Onu görünce derin bir su sandı(55) ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: “Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zeminidir.” Dedi ki: “Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman’la birlikte alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.”(56)
45- Andolsun, biz Semud(57) (kavmine de) kardeşleri Salih’i: “Yalnızca Allah’a kulluk edin” diye (demek üzere) gönderdik. Bir de ne görsün, onlar birbirlerine düşman kesilmiş iki gruptur.(58)
AÇIKLAMA
54. Melike’nin inatçı ve söz dinlemez birisi olmadığını belirten bu cümleyi Allah (c.c.) onun durumunu vuzuha kavuşturmak için ilave etmiş, parantez içi bir cümle olarak zikretmiştir. Çünkü o, özellikle inançsız bir toplumdan geliyordu. Çocukluğundan beri sahte tanrılar önünde eğilmeye alışık olduğundan, bu durumu hak yolu bulmasına engel olmuştu. Nitekim o, Hz. Süleyman (a.s) ile karşılaşır-karşılaşmaz, doğru yolu farketti ve böylece engel de ortadan kalkmış oldu.
55. Bu husus Melike’yi gafletten uyandıran son olay oldu. İlki, Hz. Süleyman’ın (a.s) “Rahman Rahim olan Allah’ın (c.c) adı ile” başlayan mektubu idi. Bu şekilde mektuba başlamak, hükümdarlar arasında geçerli olan protokolden tamamen farklı bir usûl idi. İkincisi, Hz. Süleyman’ın (a.s) Melike’nin gönderdiği hediyeleri geri çevirmesiydi. Bu sayede Melike, onun bilinen krallardan farklı bir hükümdar olduğunu anlamıştı. Üçüncüsü, Hz. Süleyman (a.s) hakkında, Melike’nin elçilerinin verdiği rapordu. Bununla Melike, Hz. Süleyman’ın (a.s) hayatı, hikmeti ve Hakk’a olan daveti hususunda bilgi edindi, Melike’yi, Kudüs’e bizzat yolculuk yapmaya ve şahsen Hz. Süleyman’la (a.s) görüşmeye sevkeden yegâne sebep de bu oldu. O, “biz bunu zaten önceden bilmiş ve müslüman olmuştuk” dediği zaman buna işaret etmiş oluyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar çok kısa bir zaman zarfında, Melike’ye ait tahtın Ma’rib’den Kudüs’e getirilmesi olayı da dördüncü hususu teşkil ediyordu. Melike, Hz. Süleyman’ın (a.s) şahsının gerisinde Allah’ın (c.c) gücünün bulunduğunu bu olaydan çıkarmış idi. Bu, Hz. Süleyman’ın (a.s) yüce ve temiz şahsiyeti hakkında, Melike’nin kafasında bulunan tüm şüpheleri gideren son husustu. Rahat ve konforu sağlayan her türlü imkana ve ikamet etmek için muhteşem bir saraya sahip olan Hz. Süleyman’ın (a.s) , en ufak bir nimetinden dolayı hemen Allah’a (c.c) secde eden bir karaktere sahip, her çeşit kibir ve gururdan uzak, Allah’a çok şükreden ve yaşadığı hayatın, dünyaya kul köle olanlarınkinden farklı olduğunu gördüğü zaman Melike, hayretini ifade eden bu kelimeleri söylemekten kendini alamamıştı.
56. Hz. Süleyman (a.s.) ile Sebe Melikesi arasında geçen bu kıssa, İncil, Tevrat ve İsrailî rivayetlerde çeşitli şekillerde anlatılmıştır. Fakat Kur’ân-ı Kerim’in bu kıssayı nakledişi, diğerlerinden tümüyle farklıdır. Tevrat’a geçtiği şekliyle kıssanın özeti şöyledir: “Ve Sebe Melikesi (kraliçesi) Süleyman’ın şöhretini duyunca, bazı zor sorularla onu sınamak üzere, kalabalık bir maiyet ile Kudüs’e geldi. Süleyman’ın huzuruna vardığında, içinde sormayı tasarladığı herşeyi sordu. Ve onun bütün sorularına Süleyman cevap verdi; (…) ve Süleyman’ın derin hikmetini, yaptırdığı sarayı, sofrasındaki yemekleri, görevlilerin (bakanlar) oturuşunu ve elbiselerini, hizmetçilerin duruşu ve kıyafetlerini, sakileri ve giydiklerini ve nihayet Rabbin evine çıkan merdivenin ihtişamını görünce Sebe Melikesi’nde bu ihtişam ve debdebeye karşı dayanacak takat kalmadı. Ve Sultan’a şöyle dedi: Senin yaptığın işler ve sahib olduğun hikmet hakkında, ülkemde duymuş olduklarım tümüyle doğru imiş.
Buraya gelip bizzat kendi gözlerimle görünceye kadar onların sözlerine inanmamıştım: Ve ben görüyorum ki, sahib olduğun hikmetinin yarısı bile bana anlatılmamış; halbuki Senin şöhretin, duyduğumun çok çok üstündedir. Ne mutlu senin adamlarına, ne mutlu senin hizmetçilerine! Onlar daima senin huzurunda duruyor ve her zaman senin hikmetini dinliyor ve işitebiliyorlar! Seni, kendi tahtına oturtan Rabbin ne Yücedir! (…) Ve o krala yüzyirmi kantar altın, bol miktarda baharat ve paha biçilmez kıymetli taşlar verdi; ve Sebe Melikesi’nin kral Süleyman’a verdiği baharatın bir benzeri dünyada yoktu (…) ve Kral Süleyman da, kraliçenin bütün arzularını yerine getirdi ve istediği herşeyi ona verdi (…) ve böylece Kraliçe maiyeti ve kulları ile beraber memleketine dönüp gitti. (II. Tarihler, 9:1-12, I. Krallar, 10:1-13)
İncil’de ise, Hz. İsa’nın, Sebe kraliçesi hakkında yaptığı konuşmasından sadece aşağıdaki cümle nakledilmiştir.
“Cenup karliçesi, hesap günü bu neslin adamlarıyla kalkacak ve onu ayıplayacak; çünkü o, Süleyman’ın hikmetini dinlemek üzere, dünyanın uzak bölgelerinden buraya geldi; ve işte Süleyman’dan daha büyüğü buradadır (huzurumuzdadır) .” (Matta, 12:42; Luka, 11:31) .
Süleyman (a.s) ile Sebe Melikesi arasında geçen kıssa, Yahudilerin şifahî rivayetlerinde anlatılan şekliyle, birçok kısımlarda Kur’anî ifadeleri andırır. Şöyle ki Hüdhüd’ün kaybolması, daha sona geri gelmesi, Sebe ülkesi ve melikesi hakkında bir rapor vermesi, Hüdhüd vasıtasıyla Hz. Süleyman’ın (a.s) Melike’ye mektup göndermesi, güneşe ibadet etmek için, Melike tam mabede gitmekte olduğu bir sırada, Hüdhüd’ün mektubu onun önüne atması, meseleyi görüşmek üzere Melike’nin, bakanlar kurulunu toplantıya çağırması, daha sonra Süleyman’a (a.s) değerli hediyeler göndermesi, Melike’nin Kudüs yolculuğu ve şahsen Hz. Süleyman’la (a.s) görüşmesi, saraya varışı ve Hz. Süleyman’ın (a.s) oturduğu bu sarayın bir gölün ortasında olduğunu sanması ve sudan geçip tahta varması için Melike’nin, eteklerini yukarıya doğru çekme gibi hususlar, şifahî İsrail rivayetlerinde Kur’an’dakine benzer bir şekilde anlatılır. Fakat, Hz. Süleyman’ın (a.s) getirilen hediyeler kendisine verilirken yaptığı cevabî konuşma, Melike’nin tahtını Ma’rib’den getirilmek üzere cereyan eden müzakereler, bir şükran ifadesi olarak her lütfuna karşı Allah’a (c.c) secdeye varması, sonunda, Melike’nin Hz. Süleyman’ın (a.s) , huzurunda İman’ı kabul etmesi ve Peygamber’in, Allah’ın (c.c) birliğine olan inancı gibi konularda, bu rivayetlerde herhangi bir işaret yoktur.
Bunların en kötüsü bu habis insanlar, Allah’ın (c.c) yasaklamasına rağmen, Hz. Süleyman’ı (a.s) , Sebe Melikesi ile zina yapmakla itham ettiler. Bu birleşmenin neticesinde, Kudüs’ü harab eden babil kralı Buhtunnasr’ın mensup olduğu neseb-i gayri sahih bir neslin ortaya çıktığını ileri sürdüler. (Yahudi Ansiklopedisi, Jewish Encyclopedia- Cilt. 11; sh: 443) . Görüldüğü gibi Yahudi alimleri, Hz. Süleyman’ı (a.s) tenkitte çok aşırı gitmiş ve bir peygambere hiç yakışmayan suçlar isnad etmiş oluyorlar. Aynı zamanda Tevrat’ın emirlerini bozmak gibi ihanet suçları işlediğini de ileri sürerler. Kendisine verilen hikmet ve saltanattan dolayı gurura kapılmak, kılıbık bir koca olmak, çok lüks bir hayat sürmek, çok tanrılı ve putperest olmak gibi suçlarla da onu itham etmişlerdir. (Yahudi Ansiklopedisi-Jewish Encylopedia- Cilt, 11, sh:439-444) . Kitab-ı Mukaddes’in Hz. Süleyman’ı (a.s) peygamber yerine, sadece bir hükümdar olarak takdim etmesi, bu menfî propagandaya bağlıdır. Nitekim Hz. ‘Süleyman’ı (a.s) , ilahî emirlerin aksine çok tanrılı müşrik ve putperest kadınlara kapılmak, böylece Allah’tan yüz çevirmek ve başka tanrı ve tanrıçalara yönelmekle suçlamışlardı. (I. Krallar, 11: 1-11) . Bunun tam aksine Kur’an-ı Kerim’in şimdi olduğu gibi, nankör İsraillilerin kendi peygamber ve ileri gelenlerine bizzat attıkları iftira kirlerinden aklamış olmasının ne büyük bir lütûf olduğu açıkça görülebilir. Kur’an’a ve onu getirene düşmanları olarak bakmaları tam bir nankörlük ve küfran-ı nimetin ta kendisidir.
57. Bu hususu mukayese için,. A’raf: 73-79, Hud: 61-68, Şuara: 141-159, Kamer: 23-32 ve Şems: 11-15 ayetlerine bakınız.
58. Yani, Hz. Salih (a.s) , vazifesine başlar başlamaz halkı, mümin ve kafirler olmak üzere iki gruba ayrıldı. Kur’an’ın başka yerlerinde de ifade edildiği gibi aralarında hemen bir çekişme başladı:
“O’nun (Salih) kavminin ileri gelenlerinden (bu sözleri) kibirlerine yediremeyenler, içlerinden zayıf ve aciz saydıkları müminlere sordular: “Salih’i, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber mi tanıyorsunuz?” Onlar, “evet” dediler, “biz onunla ne gönderilmişse biz ona iman edenlerdeniz.” Fakat imanı kibirlerine yediremeyenler dediler ki; “Biz de, sizin iman ettiklerinizi inkâr ediyoruz.” (A’raf: 75-76) .
Mekke’de Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a) zuhurunda da, tamamiyle benzer bir durumun ortaya çıkmış olması şayan-ı dikkattır. Nitekim Mekke ahalisi iki ayrı fırkaya ayrılmış ve aralarında bir mücadele başlamıştı. Dolayısıyla bu kıssa, bu ayetlerin nazil olduğu zamandaki şartlara mükemmel bir şekilde işaret etmiş oluyor.