EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA SECDE SURESİ 8. VE 9. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
8- Sonra onun soyunu bir özden (sülale’den) , basbayağı bir sudan yapmıştır.(14)
9- Sonra da onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve(15) ona ruhundan üfledi.(16) Sizin için de kulak, gözler ve gönüller(17) var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz?(18)
10- Dediler ki:(19) “Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta bulacakmışız?” Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir.(20)
AÇIKLAMA
14. Yani, “Başlangıçta insanı doğrudan “halk” fiiliyle yarattı, sonra döl suyu aracılığıyla kendi türünü devam ettirebilsin diye insana bir üreme kabiliyeti verdi. Kusursuz bir halketmeyle yaratıcı emrini vererek toprağa ait unsurların bir terkibine hayat, şuur ve akıl bahşetti ki, insan gibi harika bir yaratık varlık kazansın. Başka bir kusursuz halketmeyle de, kendi türünü gelecekte sürdürebilmesi için, donanımı akıllara durgunluk veren harikulâde bir mekanizmayı insanın bünyesine yerleştirdi.
Bu ayet, Kur’an’ın, insanın doğrudan yaradılmasına işaret eden ayetlerinden biridir. Bilim adamları Darwin’den beri bu kavram hakkında şüpheler beslemiş ve onu, bilimsel olmadığı gerekçesiyle reddetmişlerdir. Fakat onların, isterse bir insan değil de ilk hayvan türlerine ait olsun, ilk tohumun doğrudan yaradılışı kavramını problem dışı bırakamadıkları da bir gerçektir.
Eğer yaradılış kabul edilmezse bu durumda insan hayatı yalnızca tesadüf eseri meydana geldiği şeklinde tamamen saçma bir fikri kabul etmek zorunda kalacaktır. Oysa bir tek hücreli organizmada varolan en basit hayat biçimi bile öylesine karmaşık ve inceliklerle doludur ki, onu bir tesadüf eseri saymak, evrimcilerin yaradılışı saydıklarından milyon kere daha fazla gayri ilmî bir fikir olurdu. Ve ilk tohumun doğrudan yaradılış eseri olarak meydana geldiği kabul edilirse canlılar ailesinin her türüne ait ilk üyenin Allah’ın yaratmasıyla varolduğunu ve soy sürmenin çeşitli üreme şekilleriyle başladığını kabul etmesi artık zor olmaktan çıkacaktır. Kabul etmesi durumunda da, Darwinizm yanlıları tarafından geliştirilen tüm bilimsel görüşlere rağmen evrim teorisinde çözülmeden kalmış problem ve karmaşıklıklar çözülüverecektir. (Daha fazla açıklama için bkz. Al-i İmran an: 53, Nisa an: 1, En’am an: 63, A’raf an: 10 ve 145, Hicr an: 17, Hacc an: 5, müminun an: 12-13.)
15.” Onu biçime soktu”: Onu mikroskopik bir organizmadan, tam teşekküllü bir insan haline getirdi; çeşitli organlarla mükemmelleştirip geliştirdi.
16. ” Ruh” yalnızca, yaşayan bir şeyin hareket etmesi yüzünden hayat anlamını içermez; insanı diğer yeryüzü yaratıklarından ayıran, onu bir şahsiyet sahibi haline getiren ve ona Allah’ın halifesi liyakatını kazandıran, onu şuur ve düşünce, yetki ve hüküm, tefrik ve temyiz ile muttasıf kılan aslî özelliği yüzünden bu anlama sahiptir.
Allah bu “Ruh”u bizzat kendisine nisbet etmiştir; bunun sebebi ya onun yalnızca Allah’a ait olması ve tıpkı herhangi bir şeyin O’nun Rabb (sahip) liğine nisbeti gibi, Allah’ın zatına nisbet edilmesidir, yahut da insanın kendileriyle karakterize edildiği bilgi, düşünce, şuur, irade, hüküm, yetki… vs. sıfatlarının Allah’ın sıfatlarının bir yansıması olmasıdır. Bu sıfatlar maddenin o veya bu terkibinden değil, bizzat Allah’tan gelmedir. İnsan bilgiyi Allah’ın ilminden, hikmeti Allah’ın hikmetinden ve yetkiyi Allah’ın otoritesinden almaktadır. O, bunları ilimsiz, hikmetsiz ve yetkisiz bir kaynaktan almamaktadır. (Daha fazla açıklama için bkz. Hicr. an: 17-19)
17. Maksadın en iyi şekilde dile getirilme yoludur bu. “Ona Ruh’undan üfleyen” ibaresine kadar insan, üçüncü şahıs zamiriyle zikredilmektedir. Şöyle ki: “Onu yaratan.. neslini sürdürmesini sağlayan… ona şekil veren.. ona ruhundan üfüren…” Bunun nedeni insanın ruhun üfürülmesine kadar pek kayda değer bir yaratık olmadığıdır. Sonra, yani kendisine ruh üfürüldüğünde hitaba şâyân, şerefli bir varlık haline gelmiş ve şöyle denmiştir: ” O, size kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir. ” Zira insan Ruh ile şereflenince (ikinci şahıs muhatab zamiriyle) zikredilmeye lâyık hale gelmiştir.
Kulak ve gözler insanın kendileriyle bilgi elde ettiği vasıtaları tazammun eder. Her ne kadar tatma, dokunma ve koklama duyuları da bilgi vasıtaları iseler de, işitme ve görme en önde gelen ve önemli duyulardır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim çeşitli yerlerde yanlızca bu iki duyuyu Allah’ın insana en önemli bağışı olarak zikretmektedir. ” Kalp” duyular aracılığıyla sağlanan bilgiyi düzenleyip, ondan çıkarımlarda bulunan, muhtemel eylem biçimlerinden birini seçip onu izlemeye karar veren akla delâlet eder.
18. Yani, ” Böylesi mükemmel nitelikleri ile bu harika insan ruhu, “dünyada hayvanlar gibi yaşayın” yahut “hayatı hayvanlar gibi orman yasalarına göre düzenleyin. ” diye bahşedilmedi size. Gözler verildi sizlere ki nesneleri apaçık göresiniz, körler gibi yaşamayasınız. Kulaklar verildi sizlere ki, nesneleri dikkatle işitesiniz, sağırlar gibi yaşamayasınız! Kalbler verildi sizlere ki hakikati anlayasınız, düşünce ve eylemde doğru yolu bulasınız, hayvanî yanınızı besleyip azdıracak şeyleri biriktirmek için tüm kabiliyetlerinizi seferber etmek yahut yaradanınıza karşı isyan proğramları, isyan felsefeleri hazırlamak için bahşedilmedi size bu kalpler… Bütün bu değeri takdir edilemez nimetlere mazhar olduktan sonra şirk ve ilhadı benimsediğinizde, kendinizde ilâhlık vehmetteğinizde, yahut düzmece tanrıların kulu haline geldiğinizde,şehvetinizin esiri olduğunuzda, aslında Allah’a şunu demiş olursunuz: “Biz bu nimetlere layık değiliz. Sen bizi insan yerine bir maymun yahut bir kurt, veya bir timsah veyahut da bir karga olarak yaratsaydın yeriydi.”
19. Kâfirlerin “risalet” ve “tevhid” hakkındaki itirazlarının cevaplandırılmasından sonra şimdi onların İslâm’ın üçüncü temel inancı olan “ahiret” hakkındaki itirazları ele alınmaktadır. Ayetin başlangıcındaki vav (ve) bağlacı bu paragrafı bir önceki konuya âdeta şu şekilde bağlamaktadır: Onlar, “Muhammed Allah’ın Rasûlü değildir” diyor; onlar “Allah bir ve tek tanrı değil,” diyor; ‘ve’ onlar, “Biz öldükten sonra tekrar hayata döndürülmeyeceğiz.” demekteler.
20. Bu cümle ile öncesi arasında, dinleyenin doldurması gerektiği bir boşluk bırakılmıştır. Kafirlerin ilk cümlede yeralan itirazı o kadar saçmadır ki, onu reddetmeye gerek bile yoktur. Bu yüzden sadece saçmalığını göstermek üzere zikredip geçilmiştir. Zira itirazı oluşturan cümlenin her iki parçası da saçmadır.
Şöyle ki, onların “Biz toz toprak haline geldiğimiz zaman” sözleri saçmadır. Çünkü “biz” hiçbir zaman “toz toprak” haline gelmeyeceğiz. Toz haline gelmek, “biz” halinden çıktıktan sonra bedenin başına gelecek bir akibettir. Beden bizzat “biz” değildir. Canlı iken bedenin organları ve diğer parçaları birer birer kesilebilir, fakat “biz” yine biz olarak kalırız. Organların kesilmesiyle “biz” denen varlığın hiçbir tarafı kesilmiş olmaz. Buna mukabil “biz” denen varlık bedeni terkettiğinde bedenden hâlâ hiçbir şey eksilmemiş olmasına rağmen en uzak anlamda bile onunla bir tatbik noktası kalmaz. İşte bu yüzdendir ki, bir kimse çok sevdiği birinin cesedini gidip toprağa gömer, çünkü sevdiği kimse artık o cesette değildir. O sevdiği insanı değil, bir zamanlar sevdiğine yuvalık eden cesedi gömer. Dolayısıyla kafirlerin itirazının ilk bölümü temelsizdir. İkinci bölüme gelince: “Biz yeniden yaratılacağız, öyle mi?” Bu hayret ve inkâr yüklü soru eğer itirazcılar “biz”in ve yaradılışının anlamı üzerinde düşünselerdi, aslında hiç sorulmazdı. Bu “biz” dediğimiz şeyin hali hazır varlığı biraz kömür, biraz demir, biraz kireç ve diğer toprakgil maddelerin, bir cesed meydana getirmek üzere oradan buradan gelip bir terkib oluşturmalarından başka bir şey değildir ki bu beden aslında “biz”in içinde varlığını sürdürdüğü bir evdir. Peki insan ölünce ne olur? “Biz” denen varlık bedeni terkettiği zaman toprağın çeşitli kısımlarından bir araya toplanarak terkibe uğrayan teşkil edici maddeler tekrar ayrışarak toprağa geri döner. Soru şudur: Bu evi “biz”ler için yaratan varlık, aynı evi aynı maddelerden tekrar yapıp “biz”i içine yerleştiremez mi? Bu bir kez mümkün oldu mu ve fiilen varlık kazandı mı, bunun fili bir vakıa olarak tekrarını kim engelleyebilir? Bunlar, akl-ı selimin birazcık kullanılmasıyla hemen anlaşılabilecek türden şeylerdir. Fakat insan niye böyle şeylere bir türlü aklını yormaz? Niye ahiret ve oradaki hayatla ilgili saçma itirazlar yükseltir? İşte Allah tüm bu teferruata yer vermeksizin sözkonusu soruyu ikinci cümlede şu şekilde cevaplandırır: “Gerçek şu ki, onlar Rabbleriyle karşılaşmayı inkâr etmektedir.” Yani, asıl mesele bir türlü anlayamadıkları insanın yeniden yaradılışının imkân dahilinde olup olmadığı değildir; aslında onları bunu anlamaktan alıkoyan temel şey şudur: Onlar bu dünyada serazâd, başıboş bir özgürlük içinde yaşamak, diledikleri aşırılığı ve cürmü işlemek, sonra da buradan hiçbir şey olmamış gibi kurtulmak istemektedirler. Hiçbir şey yüzünden hesaba çekilmesinler, herhangi bir kötü amel sebebiyle mesul tutulmasınlar. Mesele budur.