EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ŞEMS SURESİ 9 VE 15. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
9- Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.
10- Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.(6)
11- Semûd (7) (halkı) azgınlığı dolayısıyla yalanladı;(8)
12- En ‘zorlu bedbahtları’ ayaklandığında,
13- Allah’ın elçisi onlara dedi ki: “Allah’ın (deneme için size gönderdiği) devesine ve onun su içme-sırasına dikkat edin.”(9)
14- Fakat onlar, onu yalanladılar, deveyi de yere yıkıp öldürdüler:(10) Rableri de günahları dolayısıyla ‘onları yerle bir etti, kırıp geçirdi’; orasını da dümdüz etti.
15- (Allah, asla) Bunun sonucundan korkmaz.
AÇIKLAMA
6. Burada, yukarıdaki ayetlerde zikredilen şey üzerine yemin edilmiştir. Şimdi bu şeylerin nasıl delil olduğunu düşünelim. Kur’ân-ı Kerim’in üslubunda, insanın zihnine yerleştirilmek istenen gerçekler için, görülen şeyleri delil olarak ileri sürmek vardır. İnsan bu şeyleri ya görmekte ya da bu şeyler kendi içinde mevcut bulunmaktadır. Bu üsluba uyularak burada da birbirine zıt iki şey, alamet ve neticelerinin aynı olmadığı, birbirinin tersi olduğu şeklinde ileri sürülmüştür. Bir tarafta güneş çok parlak ve aynı zamanda sıcaktır. Onun karşısında ay’ın kendisi aydınlık değildir. Güneş varken o gökte olmasına rağmen görünmez. Ancak güneş battıktan sonra parlar. O zaman da geceyi gündüze çevirecek kadar aydınlık olmaz. Ayrıca onun parlaklığında, güneşin ısısı ile meydana gelen şeyleri oluşturacak kadar sıcaklık da yoktur. Ama ay’ın kendine has bazı özellikleri de güneşte yoktur. Aynı şekilde bir tarafta gündüz diğer tarafta gece olması birbirinin zıttıdır.
İkisinin tesir ve sonuçları da aynı değildir. hatta en ahmak insan bile gece ve gündüzün aynı olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyemez. Diğer taraftan, Allah (c.c.) göğü yükseğe asmış ve yeryüzünü gökyüzü altında yatak gibi döşemiştir. İkisi de kainata ve nizamına hizmet etmektedirler. Ama ikisinin tesir ve neticeleri gök ile yer kadar farklıdır. Bu deliller ileri sürüldükten sonra insanın nefsine işaret edilerek şöyle buyurulmuştur. İnsanın parçalarını, hislerini, zihnî kuvvetlerini tam bir uygunluk içinde düzenleyerek; yaratıcısı onun içine, birbirine zıt olan iyilik ve kötülüğü iki eğilim olarak yerleştirmiştir. Aynı zamanda ilham yoluyla ikisi arasındaki fark da anlatılmıştır. Buna göre birisi fücurdur ve kötü bir şeydir, öbürü ise takvadır ve iyi bir şeydir. Şimdiye dek güneş ve ay, gece ve gündüz, gök ve yeryüzü nasıl aynı şey olmadıysa, onların tesir ve neticeleri nasıl birbirinden farklı ise, fücur ve takva da birbirine zıttır. Buna rağmen ikisinin sonucu nasıl aynı olabilir? İnsan bu dünyada iyilik ve kötülüğü bir tutmaz. Hayır ve şer, iyi ve kötünün ölçüsü ne olursa olsun onun iyi kabul ettiği şey değerlidir, onu övmelidir. Karşılığında ayrıca mükafaat da vermelidir. Bunun tersine onlara göre kötü olan şey de kötülenmelidir ve onu işleyene ceza verilmelidir. Ama asıl karar insanın elinde değildir. Bu, insana fücur ve takvayı ilham eden yaratıcıya aittir. Aslında fücur, yaratıcı indinde fücurdur. Takva da O’nun kabul ettiği takvadır. Allah’ın indinde bu iki şeyin neticesi de ayrıdır. Birisi kendini tezkiye edenlerin kurtuluşa ve başarıya erişeceği sonuçtur. Diğeri ise, kendini nefsanî isteklere bağlayanların sonucudur. Onlar başırısızlığa ve hüsrana uğrayacaklardır.
“Tezkiye”nin manası temizlemek, yetişmektir. Siyak ve sibaktan da anlaşılıyor ki, kim nefsini fücurdan temizler, takvaya yükselir ve içinde iyilik geliştirirse o kişi kurtuluşa ulaşır. Bunun karşısında “dessâhâ” kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin mastarı “tedessiye”dir. Manası bastırmak, örtmek, kaçırmak ve saptırmaktır. Siyak ve sibakına göre anlamı şöyle olur: Nefsinin iyilik eğilimlerini bastıran ve nefsini kötülük eğilimlerine çeken kişi. Fücura o kadar destek verir ki, takvayı bastırır ve tıpkı toprağın ölüyü saklaması gibi takvayı saklar. Bu kişi hüsrana uğrayacaktır. Bazı müfessirler bu ayetin manasını şöyle vermişlerdir, “Hüsrana düşmüş o kişi ki, Allah (c.c.) onun nefsini bastırmıştır.” Ancak bu tefsir dil bakımından yanlıştır. Çünkü Kur’an’ın beyan şekline aykırıdır. Burada failin Allah (c.c.) olduğu söylenmek istenseydi o zaman ayet şöyle olurdu: “Kurtulmuş o kimse ki Allah (c.c.) onun nefsini bastırmış”. İkincisi, bu tefsir aynı konuyla ilgili olarak Kur’an’ın diğer yerlerinde geçen ifadeye terstir.
A’lâ suresinde Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: “Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir.” (A’lâ 14) Allah (c.c.) Abese suresinde Rasululüllah’ı muhatab alarak şöyle buyurmuştur: “Onun tezkiye olmamasından sana ne?” (Abese7) . Bu iki ayette kendini temizlemek kulun fiili olarak zikredilmiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de yer yer bu dünyanın insan tipi için imtihan yeri olduğu belirtilmiştir. Mesela Dehr suresinde, “Doğrusu biz insanı, halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık. İmtihan için onu işitici, görücü yaptık” (Dehr 2) denmiştir. Mülk suresinde de şöyle buyurulmuştur: “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır” (Mülk 2) . Buradan anlaşılıyor ki, eğer imtihan eden imtihan edilenleri önceden temizlemişse imtihanın bir anlamı yoktur. Onun için sahih tefsir, Katade, İkrime ve Said b. Cübeyr’den rivayet edilen tefsirdir. Buna göre “zekkâha” ve “dessâha”nın faili Allah (c.c.) değil, kuldur. İbn Abbas’tan Dahhak, ondan Cüveybir b. Said, ondan İbn Ebî Hatim’in rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a) bu ayetin anlamını şöyle açıklamıştır: “Kurtuluşa ulaşmış o nefs ki Allah (c.c.) onu temizlemiş”. Bu Hadis Rasulullah’tan sabit değildir. Çünkü Hadis’in senedindeki Cüveybir, metruk-u hadis’tir. Dahhak ise İbn Abbas’ı görmemiştir. Fakat İmam Ahmed, Müslim, Neseî ve İbn Ebi Şeybe’nin Hz. Zeyd b. Erkam’dan rivayet ettiği hadis sahihtir. Rasulullah bu hadiste şöyle dua etmiştir: “Allah’ım nefsime takva bağışla ve onu temizle. Sen temizleyenlerin en iyisisin, velimsin, mevlamsın.” Benzeri kelimelerle İmam Ahmed, Taberânî, İbn Merduye ve İbn Münzir; Abdullah b. Abbas ve Hz. Aişe’den rivayet etmişlerdir. Anlamı şudur: Kul tezkiye için istekte bulunabilir. Onu nasip ve tevfik etmek her hâlükârda Allah’a bağlıdır. Aynı şey “tedessiye” için de geçerlidir. Allah (c.c.) kimsenin nefsini zorla kötülüğe sevketmez. Ama bir insan kötülükte ısrar ederse Allah (c.c.) onu takva ve tezkiyeden mahrum eder. Onun nefsini bırakır ki pisliğe batarsa batsın.
7. Yukarıdaki ayetlerde “kaide” izah edilmiştir. Şimdi tarihten örnek verilerek konu açıklanmıştır. Önceki açıklamalarla bu tarihi örnek arasında nasıl bir bağ olduğunu anlamak için, Kur’an’ın diğer izahlarının ışığında, 7. ayet ile 10. ayet arasında beyan edilen iki temel gerçek üzerinde düşünülmelidir.
Birincisi, “insanın nefsini düzenleyip doğru fıtrat üzere yarattık.” Allah (c.c.) ona fücur ve takvayı ilham etmiştir. Kur’an bu gerçeği beyan ederek demektedir ki: Fücur ve takvanın ilham ile bilinmesi, herkesin kendisine ayrıntısı ile bir yol bulması için yeterli değildir. Bu maksat için Allah (c.c.) Peygamberlere vahy ile ayrıntılı hidayet vererek, fücurun ne olduğu ve ondan nasıl sakınılacağını, takvanın da ne olduğu ve nasıl elde edileceğini açıkça bildirmiştir.
Eğer insan vahiy aracılığıyla gönderilen bu açık hidayeti kabul etmezse o zaman fücurdan kurtulamaz ve takvaya yol da bulamaz.
İkincisi bu ayetlerde de görüldüğü gibi ceza ve mükafaat, fücur ve takva yolunu istemenin muhakkak bir sonucudur. Nefsi fücurdan temizleyerek takva yolunda ilerlemenin doğal sonucu kurtuluştur. İyi eğilimleri bastırarak kendini fücur içinde bırakmanın doğal sonucu da hüsran ve helâktır.
Bu konuyu anlatmak için tarihten Semud kavmi bir örnek olarak verilmiştir. Çünkü önceki azaba uğrayan kavimlerden yerleşim yeri Mekkelilere en yakın olan kavim bunlardı. Hicaz’ın kuzeyinde onların tarihi kalıntıları mevcuttu. Mekkeliler ticaret için Şam’a gittiklerinde buradan geçerlerdi. Cahiliyet şiirlerinde Semud kavminden çokça bahsedilmesinden anlaşılıyor ki, Araplar bu kavim ve onun akıbeti hakkında çok bilgiye sahiptiler.
8. Yani, hidayetleri için gönderilen Hz. Salih’in nübüvvetini yalanlamışlardı. Onların Hz. Salih’i yalanlamaları ve O’na isyan etmelerinin sebebi, izledikleri fücur ve fıskı terketmeye hazır olmamalarıydı. Takvayı da kabul etmek istemiyorlardı. (Bkz. A’raf 73-76, Hud 61-62, Şuara 141-153, Neml 45-49, Kamer 23-25) .
9. Kur’an’ın diğer yerlerinde bunun tafsilatı şöyle beyan edilmiştir: Semud kavmi Hz. Salih’e, “eğer doğruysan bir mucize göster” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Salih mucize olarak bir dişi deve getirmişti. Bu devenin, yeryüzünde ne isterse yiyeceğini, suların, bir gün onların hayvanlarına bir gün de bu deveye ait olacağını söylemişti. Eğer bu deveye dokunurlarsa kendilerine şiddetli bir azabın dokunacağını bildirmişti. Bunun üzerine onlar korkudan bir müddet deveye dokunmamışlardı. Ancak daha sonra Semud kavmi, asi ve kötü reislerini deveyi öldürmek için teşvik ettiler ve o da deveyi öldürdü. (A’raf 73, Şuara 154-156, Kamer 29) .
10. A’raf suresinde bildirildiğine göre, Semud halkı deveyi öldürdükten sonra Hz. Salih’e, “bizi korkuttuğun azabı getir” dediler (A’raf 77) . Hud suresinde şöyle denir: Hz. Salih onlara, “üç gün evlerinizde rahatça yaşayın, sonra azab gelecek. Bu öyle bir uyarıdır ki yalan çıkmayacak” dedi (Hud 65) . Yani Allah’ın, dünyadaki padişahlar ve hükümdarlar gibi, harekete geçmeden önce sonucunun ne olacağını düşünmeye ihtiyacı yoktur. O’nun iktidarı herşeyin üstündedir. Allah, Semud kavminin taraftarlarının intikam alabileceğini düşünmekten de münezzehtir.
ŞEMS SURESİNİN SONU