EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA TAHRİM SURESİ 7. VE 8. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
7- Ey küfretmekte olanlar, bugün özür beyan etmeyin. Siz ancak yapmakta olduklarınızla cezalandırılıyorsunuz.(18)
8- Ey iman edenler, Allah’a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. (19) Olabilir ki, Allah, sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar.(20) O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman etmekte olanları küçük düşürmeyecektir.(21) Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşup-parıldar. Derler ki: “Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz sen, her şeye güç yetirensin.”(22)
AÇIKLAMA
18. İki ayetin üslubunda da, Müslümanlara şiddetli bir ikaz saklıdır. Birincisinde, Müslümanlara “Ailenizi bu korkunç azaptan kurtarın” diye seslenilirken, ikincisinde ise Cehennem azabına çarptırılacak olan grup kafir şeklinde nitelenmiştir. Bu üslupla, Müslümanların öbür dünyada sonlarının kafirler gibi olmaması için, bu dünyada onlar gibi tutum ve davranışlar içerisinde olmaktan sakınmaları gerektiği anlaşılmaktadır.
19. “Tevbeten nasûha”; Nasuh, lugatte, ihlas ve iyilik karşılığında kullanılır. Kendisinde mum vs. bulunmayan, saf ve halis bal, “aslı nasih” denilir.
Sökülmüş bir elbise, dikildikten sonra, “nasahat’us-Sevb” ifadesi kullanılır. Bu bakımdan, “nasuh bir tevbe” dendiğinde lugavî olarak kendisinde riya ve nifaktan birşey bulundurmayan bir tevbe anlaşılır. Yahut günahlardan tevbe edip, insanın kendi nefsini kötü bir sondan kurtarması veya kişinin işlediği bir günahtan tövbe edip, ıslah olarak dinindeki bir açığı kapatması ya da başkalarına örnek ve onların selametlerine vesile olacak derecede tevbe ederek, hayatını düzeltmesi de anlaşılabilir. Tüm bunlar ifadenin lügavî karşılıklarıdır. İstılahî anlamı ise hadisler vasıtasıyla elde edilmektedir. Örneğin İbn Ebi Hatim’in Zirr bin Hubeyş’ten naklettiğine göre, o şöyle demiştir: “Ben Ubey bin Kab’e” Tevbeten Nasuha”nın anlamını sorduğumda, O bana şu şekilde cevap verdi. “Bu soruyu ben de Rasulüllah’a (s.a) sordum ve O bana: “Bir günah işlediğinde, günahından pişmanlık duyup, Allah’tan af dilemen ve bir daha o günahı işlememendir.” Aynı anlamda bir söz İbn Mes’ud, Hz. Ömer, İbn Abbas’tan nakledilmiştir. Başka bir rivayette Hz. Ömer nasuh tevbesini şöyle tarif etmiştir: “Kişinin bir günahı tekrar işlemekten sakınması ve bir daha böyle bir günahı aklına bile getirmemesidir.” (İbn Cerir) Hz. Ali, bir defasında bir bedevinin tevbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle tekrarladığını görür ve “Bu sahte bir tevbedir”der. Bedevi “O halde sahih tevbe nasıl olur?” diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir: “Tevbenin sahih olabilmesi için 6 şart gerekir. 1) Yaptığına pişman olman, 2) Gaflet ettiğin farzları yerine getirmen, 3) Gasbettiğin hakkı geri vermen, 4) Eziyet ettiğin kimseden özür dilemen, 5) İşlediğin günahı tekrarlamamaya azmetmen, 6) Nefsini Allah’a itaatle eğitip, günah işlerken zevk aldığın gibi, Allah’a itaat ederken de sıkıntı çekmen. (Keşşaf) Tevbe ile ilgili diğer bir takım hususlarında anlaşılması gerekmektedir. Birincisi, Tevbe, kişinin Allah’a yaptığı itaatsizlikten pişman olmasıdır. Yoksa bir günahtan uzak durabilmek için, kişinin kendi kendisine söz vermesi yahut sıhhat, kötü şöhret ve mal kaybı gibi nedenler dolayısıyla şarap içmekten vazgeçmek tevbe tanımına girmez. İkincisi, Allah’a itaatsizlik yaptığını hisseden kimse, hemen oyalanmadan tevbe edip, günahını telafi yoluna gitmelidir. Üçüncüsü, Tevbe ettikten sonra günah işleyen kimse, tekrar tekrar tevbe edip günah işlememelidir. Bu şekilde davranan bir kimsenin bu davranışı, onun tevbesinin sahte olduğuna bir delildir. Çünkü tevbenin asıl ruhu, insanın işlediği günah sonrasında pişman olmasıdır. Fakat sürekli aynı günahı işleyen kimse, gerçekte pişman olmamış demektir. Dördüncüsü, samimiyetle tevbe edip, bir daha o günahı işlememeye azmeden kimse, yine de beşerî zaaf dolayısıyla aynı günahı işlediğinde, tevbe ettiği günah tazelenmiş olmaz. Lakin o kimse sonra işlediği ganahından tevbe edip, bu günahı tekrarlamayacağına daha bir kuvvetle azmetmelidir.
Beşincisi, kişinin, işlediği günahı her hatırlayışında tevbe etmesi gerekmez. Ancak o kişinin nefsi, daha önce işlediği günahtan hâlâ haz alıyorsa, o takdirde tekrar tekrar tevbe etmelidir. Ta ki o günahını hatırladığında pişmanlık duyana kadar… Bu bakımdan gerçekten Allah korkusuyla, işlediği günahtan tevbe eden kimse, artık o günahından haz almaz. Çünkü o Allah’a itaatsizlik yapmıştır. Ve buna rağmen işlediği günahtan haz almaya devam ediyorsa, bu onun kalbinde, Allah korkusunun henüz kök salmadığının işaretidir.
20. Ayetin lafzı iyice düşünüldüğünde, “Tevbe ederseniz, sizi muhakkak affedeceğim ve cennete koyacağım” denilmediği farkedilecektir. Sadece “samimiyetle tevbe ederseniz, ola ki Allah sizi affeder ve cennetine koyar” şeklinde ümit verilmektedir. Bunun anlamı şudur: Günah işleyen bir kimseye ceza verilmeyip, onu affettikten sonra Allah’ın cennete sokması vacip değildir. Ancak onun günahını affedip, onu mükafatlandırmak Allah’ın bir lütfu olur. Dolayısıyla bir kul Allah’tan mağfiret ümit etmeli ama tevbe ettikten sonra affedilirim diye günah işlememelidir.
21. Yani, bir müminin yaptığı iyi ameller ve onların mükafatı zail olmaz. Yani kafir ve münafıklar, müminler hakkında “inandılar da ne oldu?” diyebilme fırsatını asla elde edemeyeceklerdir. Sonuçta zelil ve rezil olacak olanlar Allah’a isyan edenlerdir, itaat edenler değil.
22. Bu ayetle Hadid Suresi’nin 12-13. ayetlerini birlikte müteala ettiğimizde, mminlerin önlerindeki nurun, haşr meydanından cennete kadar beraberlerinde geleceği anlaşılmaktadır. Haşr meydanında cehennem ehli karanlıklar içerisinde çırpınıp dururlarken, müminler bu nur ile yollarında yürüyeceklerdir. Herkesin karanlıklar içerisinde ahu figan eylediği böylesine nazik bir atmosferde, müminler de kendi işledikleri günah ve hataları düşünüp, “Sakın biz de bu nurdan mahrum olup, o bedbahtların haline düşmeyelim!” diye bu nurun kendilerine yetip yetmeyeceği endişesi içerisinde olacaklar ve şöyle dua edeceklerdir: “Rabbimiz! nurumuzu tamamla, bize mağfiret et, bu nur bize cennete kadar yetsin.” İbn Cerir, İbn Abbas’tan şöyle bir görüş nakletmiştir: “Rabbena etmim lena nurena” onlar “Ey Allah’ım bu nuru sırat köprüsünden geçene kadar bize nasip eyle!” diye dua edeceklerdir. Hasan Basri, Mücahid ve Dahhak’ın yorumları da hemen hemen bu şekildedir. İbn Kesir, onlara ait şöyle bir görüş nakleder: “Müminler, münafıkların nurdan mahrum kaldıklarını (onlara yetmediğini) görünce, Allah’tan bu nurun devamını dileyeceklerdir. (İzah için bkz. Hadid an: 17)