EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA TUR SURESİ 1. VE 8. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1- Tûr’a andolsun,(1)
2- Satır (satır) dizili kitaba,(2)
3- Yayılmış ince deri üzerine;
4- Ma’mur eve,(3)
5- Yükseltilmiş tavana,(4)
6- Kabarıp, tutuşan denize,(5)
7- Şüphesiz senin Rabbinin azabı kesin olarak gerçekleşecek olandır;
8- Onu uzaklaştırıp-engel olacak yoktur.(6)
AÇIKLAMA
1. Tûr’un asıl mânâsı dağ demektir. Ayetteki Tûr’dan maksat, Allah’ın Hz. Musa’yı üzerinde peygamberlik ile şereflendirdiği özel bir dağdır.
2. Eski zamanlarda, uzun zaman korunması, elde bulundurulması istenen kitaplar kağıt yerine ceylan derisi üzerine yazılırdı. Bu deri, özel olarak yazmak için ince deri ya da zar şekline getirilir ve konuşma dilinde de ona “Rakk” denilirdi. Semavi kitaplara inananlar uzun müddet korunsun ve devam etsin diye genellikle Tevrat, Zebur, İncil ve Peygamberlerin getirdikleri sahifeleri işte bu “Rakk” (çok ince deri) üzerine yazarlardı. Buradaki “açık kitaptan” maksat: Kitap Ehli olanların yanında bulunan mukaddes kitaplar topluluğudur. Onlar kaybolmadıkları, okudukları ve içinde ne yazdığı kolaylıkla öğrenilebildiği için ona “açık kitap” denilmiştir.
3. “Mamur Ev” den Hasan Basri hazretlerine göre: Hac, Umre ve Ziyaret tavafı yapmak için bu gibi sebeplerle hiçbir zaman boş kalmayan, “Beytullah”, yani “Kâbe” kastedilmektedir. Hz. Ali, İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Katade, Dahhâk, İbn Zeyd ve diğer müfessirler bundan, Mirac sırasında peygamberimizin zikrettiği, duvarında perdelenmiş olarak Hz. İbrahim’i gördüğü mamur ev kastedilmiştir, demektedirler.
Mücahid, Katâde ve İbn Zeyd demektedirler ki: Nasıl Kâbe yeryüzündekiler için Allah’a tapanların merkezi ve dönüş yeri ise, bunun gibi her gökte oradakiler için bir Kâbe vardır. Allah’a ibadet edenler için yeryüzü Kâbe’si gibi merkez ve dönüş yeri olma görevi yapmaktadır.
Bunlardan bir Kâbe de duvarında perde gerilmiş olarak Peygamberimiz’in Hz. İbrahim’i gördüğü Kâbe idi. Peygamberimiz’in Hz. İbrahim ile ilgisi tabiidir. Çünkü o yeryüzü Kâbe’sinin inşacısıdır.
Bu geniş bilgiler göz önüne alınınca bu ikinci tefsirin, Hasan Basri hazretlerinin tefsirine ters düşmediğini hatta ikisini birleştirerek, sadece yer yüzü Kâbesi’ne yemin edilmemiş olduğuna, bu yeminin kainatta var olan bütün Kâbelerin hepsini içine aldığını da düşünebiliriz.
4. “Yüksek Tavan”dan, yeryüzünü bir kubbe gibi çevrelemiş gözüken gökyüzü kastedilmektedir. Ve ayette bu kelime bütün yüce alem için kullanılmıştır. (Geniş bilgi için bakınız: Kaf an: 7)
5. Ayette ‘Mescur” kelimesi geçmektedir. Çeşitli mânâları açıklanmış, bazı müfessirler buna “Ateşle dolu” demektir demişler, bazıları suyu yer altına inerek kaybolmuş boş ve ıssız yer mânâsını vermişler, bir kısmı “Hapsedilmiş” mânâsına almış ve denizin suyu yer altına giderek kaybolmasın ve kara üzerine yayılarak da yeryüzünde yaşayanların hepsini birden boğmasın diye, deniz tutulmuştur, (hapsedilmiştir) demektir demişlerdir. Bazıları tatlı ve tuzlu, sıcak ve soğuk her çeşit su gelip içine katıldığı için ona karışık mânâsı verirken, bazıları da ona dopdolu ve dalgalı mânâsını vermişlerdir.
Bunlardan ilk ikisinin yer ve durumla hiç ilgisi yoktur. Denizin tabanı yarılarak suyunun yer altına inmesi, onun ateşle dolması gibi iki durumu da kıyamet koparken meydana gelecek hallerdir. (Tekvir Suresi: 6, İnfitar: 3’te de böyle açıklanmıştır.) İleride meydana gelecek olan durumlar bu gün yoktur ki onlara yemin edilerek, insanlara, ahiretin vuku bulacağına dair kesin bilgi verilsin. Bu sebeple bu iki mânâyı atarak burada “Mescur” kelimesi hapsedilmiş, tutulmuş, karışık, dopdolu ve dalgalı mânâlarına alınabilir.
6. Kendisinden dolayı o beş şey üzerine yemin edilen hakikat budur. Rabbin azabından murad ahirettir. Çünkü burada muhatap, ona iman edenler değil, onu inkar edenlerdir. Ve onlar hakkında da o ahiretin gelişi elbetteki bir azaptır. Bu bakımdan ona kıyamet veya ahiret ya da ceza günü denmesi yerine “Rabbin azabı” denmiştir. Kendileri ile yemin edilen o beş şeyin ahiretin meydana gelişine nasıl delâlet ettiğini artık iyice düşününüz. Tûr; ayak altına alınmış ve ezilmiş bir halkın ayağa kaldırıldığı, galip ve çok güçlü bir halkın da ayak altına alınmaya karar verildiği bir yerdir. Bu karar tabiat kanunlarına bağlı olarak değil, ruhani kanunlar ve hakların ele geçirilmesi, herkesin hakettiğini alması prensiplerine göre verilmiştir. Bu bakımdan ahiret hakkında, tarihi olaylarla ispatlama şeklinde Tûr bir delil ve alâmet olarak ileri sürülmüştür. Denmek istenen de, İsrailoğulları gibi güçsüz ve zayıf bir kavmin ayağa kaldırılması, Firavun gibi çok güçlü bir diktatörün de askerleri ile toptan suda boğdurulmasıdır. Bu olayın karar ve hükmü ise, ıssız bir gecede Tur Dağı’nda verilmişti. Kainat nizamının karakterinin, insan gibi akıllı ve iradeli bir yaratık hakkında nasıl manevî bir hesaba çekilmeyi ve amellerin karşılığını görmeyi gerektirdiğini, bu gereğin yerine gelmesi için de bütün insanlığın bir araya getirilerek sorguya çekileceği hesap gününün mutlaka olması gerektiğine bu en açık bir misaldir. (Geniş bilgi için bakınız: Zariyat an: 21.)
Kainatın yaratıcısı tarafından dünyaya ne kadar peygamber gelmişse, onlar da ne kadar kitap getirmişse hepsi, her devirde Hz. Muhammed’in (s.a.) verdiği haberi verdiklerinden dolayı mukaddes kitapların topuna birden and içilmiştir. O haber de şudur: Bütün gelmiş geçmiş insanlar birgün yeniden diriltilerek Rab’leri karşısına getirilecek ve amellerine uygun olarak ceza veya mükafat bulacaklardır. Kıyamet gününü haber vermeyen, ya da bunun tam tersine, insana, “bu dünya hayatından başka hiçbir hayat yoktur” diye öğreten ve “İnsan öldükten sonra toprak olacaktır, ondan sonra da ne hesap, ne kitap vardır” diyen tek semavi kitap yoktur.
O devirde Kâbe, Araplar için Allah’ın Peygamberi’nin doğruluğunun, Allah Teala’nın yüce hikmetinin ve muazzam kudretinin onlarla birlikte olduğunun açık delili oluşundan dolayı mamur eve yemin edildiğini açıkça ispat etmekteydi.
Bu ayetlerin inişinden 2500 sene önce susuz, bitkisiz ve insanların yaşamadığı dağlara, yanına asker ve malzeme almadan bir kişi geliyor, karısı ve bir emzikli çocuğu tamamen yalnız bırakıp gidiyor. Bir müddet sonra da aynı kişi gelerek bu ıssız yerde Allah Teala’ya ibadet için bir ev inşa ediyor ve “Ey insanlar! Gelin bu evi ziyaret ederek haccedin” diye çağırıyor. Bu inşaat, arkasından bu çağrı, hayret edilecek şekilde bütün Arapların merkezi haline gelen ev olacak biçimde benimseniyor.
Bu çağrıya Arabistan’ın her köşesinden insanlar “Lebbeyk Lebbeyk (duydum ve geldim) diyerek kalabalıklar halinde geliyorlar. İki bin beş yüz seneden beri “bu ev” etrafında bütün memlekette kan gövdeyi götürürken onun hudutları içine girince kimsenin kimseye el kaldırmaya cesareti olmadığı bir emniyet ve huzur yuvası olmuştur. Bu ev sayesinde her sene dört ay boyunca Arabistan’a huzur nasib olmuş, bu müddet içinde kervanlar emniyet içinde yolculuk yapmış, panayırlar kurulmuş, ticaret devam etmiştir.
Hatta bu evin öyle bir azameti olmuştur ki, bu ikibin beşyüz senelik zaman zarfında, hiçbir büyük diktatör bile ona tecavüze, bir taşını oynatmaya cesaret edememişti. Cesaret eden de Allah’ın gazabına uğrayıp aleme ibret olmuştur. Bu olayı, bu ayetlerin nüzulünden sadece kırk beş sene önce kendi gözleri ile görmüşlerdi. Onu görenlerden birçokları da Mekkelilere bu ayetler duyurulduğu sıralarda, hayatta idiler. Allah’ın Peygamberi’nin rastgele ve asılsız konuşmayacağına bundan daha büyük delil ne olabilirdi? Başkalarının görmediğini onlar görmüşler, başkalarının akıllarının ermediği hakikatler onların dilinde okunur olmuştu. Görünüşte onlar, bir devrin insanları gördüklerinde delilik zannedecekleri ve yüzlerce seneden sonraki insanlar onu görünce gözlerinin hayrete düşeceği bir iş yapıyorlardı. Bu şerefe ulaşan insanlar her zaman ittifakla kıyametin geleceğini, haşır ve neşrin olacağını haber verirlerken bunu delilerin saçmalığı kabul etmek, deliliğin ta kendisidir.
Yüksek kubbe (Gökyüzü) ve dalgalarla dolu denize, ikisi de Allah’ın hikmet ve kudretine delâlet ettiklerinden dolayı yemin edilmiştir. İşte bu hikmet ve kudretler ahiretin mümkün olduğunu gerçekleştiriyor, meydana geleceğinin kesinliğini ve meydana gelmesinin gerekliliğini de ispat etmiş oluyor.
Gökyüzünün delâleti üzerinde, biz bundan önce Kaf Suresi’nin tefsirinin 7. açıklama notunda izahlarda bulunduk. Bir kimse, inkarcılığın peşin hükmüne saplanmadan iyice incelerse kalbi şunu tasdik eder: “Yer üzerinde bu kadar büyük miktarda su kütlesinin toplanması hiçbir tesadüf sonucu olmayan, kendi başına, san’atkarane ve düzenle yapılmış bir olaydır. Hem de bununla o kadar sayısız hikmetler ilgilidir ki tesadüfen böyle hikmetlice, çok ince hesaplarla hazırlanmış bir sistemin kurulması mümkün değildir. Bu denizde sayısız hayvanlar yaratılmıştır.
Bunlardan her cinsin vücut düzeni, içinde yaşaması gerektiği derinliğe tam uygun olarak yaratılmıştır. Hergün içinde ölen yüzbinlerce hayvan cüsseleri, bozulup kokuşmasın diye suyu tuzlu yaratılmıştır. Yerin yarıklarından geçerek derinliklerine inmesin, ne de kara üstüne yayılarak onu suya boğmasın diye suyu belli ölçüde doldurmuştur. Hatta milyonlarca seneden beri o, bu ölçüde durdurulmuştur. Bu muazzam su kütlesinin var ve sürekli oluşundan dolayı yeryüzünün kuru bölgelerine düzenli yağmur ulaşıyor. Bu sisteme güneşin sıcaklığı, havanın esişi tam bir kaide içerisinde yardımcı oluyor. Denizin boş olmaması ve çeşitli yaratıkların onun içinde bulunmasından dolayı insan, gıdasının ve ihtiyaç duyduğu pekçok şeylerin büyük bir miktarını elde ediyor. Denizin bir ölçüde durmasından dolayı üzerinde insanların yerleştiği kıt’a ve adalar meydana geliyor. Denizin değişmeyen sabit bir takım kaidelerine uyarak burada gemicilik yapabilmesi de mümkün olmuştur. Bir hikmet sahibinin hikmeti ve bir Kadiri Mutlak’ın muhteşem kudreti olmadan bu ahenkli deniz sistemi düşünülemez. Ve ne de insan ve yeryüzünün diğer yaratıklarının çıkarlarının denizin bu düzeni ile derin ilgisinin rasgele kurulduğu da düşünülemez. Bundan sonra artık, bir kimse Hakim ve Kadir olan Allah’ın, insanın yeryüzüne yerleşmesi için sayısız düzenlemelerle birlikte bu tuzlu denizi de o düzene uygun olarak yarattığını kabul eder, bu düzenden yararlanır ve fakat hesaba inanmazsa eğer ahmaklık etmiş olur. Çünkü bu hikmet sahibi Allah, denizlerle insanoğlunun tarlalarını sulayacak, onunla da insana rızık verecek, ama “Benim verdiğim rızkı yedin de hakkını nasıl verdin?” diye asla sormayacak mı? Ve o Allah, bu denizin sırtında gemilerini dolaştırma gücünü insana verecek ama, “Bu gemiyi sen hak ve doğrulukla mı dolaştırdın ya da onunla dünyada vurgunculuk mu yaptın?” diye hesaba çekmeyecek mi? Kudretinin en küçük bir tezahürü, bu muazzam denizin yaratılması olan bir Kadir’i Mutlak’ın, gökyüzünde dolaşan bu boşluktaki küre üzerine bu kadar büyük miktarda suyu sabit tutanın, bu kadar büyük miktarda tuzu bu deniz içinde eritenin, çeşit çeşit, sayısız yaratıkları onun içinde yaratıp sonra da hepsinin rızkını onun içinde hazırlayanın ve her sene orada milyonlarca ton suları yükseltip havanın içine çekerek milyonlarca kilometre kare kuru bölgelere onu sistemli bir şekilde yağdıranın insanı bir kere yarattıktan sonra onu yeniden yaratmak istese de yaratamayıp aciz kalacağını düşünmek de büyük bir geri zekalılıktır.