sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

HAK VE BATIL MÜCADELESİNDE HAKK’I BULMAK VE HAK’TAN OLMAK!!

26.06.2021
1.501
A+
A-

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Hamd Alemlerin Tek Sahibi, yöneticisi, terbiye edicisi olan Allah’a, Salat O’nun seçtiği ve uyulmasını emrettiği kulu Muhammmed’e , Selam önderi, lideri Muhammed (sav) olan tüm Mü’min ve Müslüman kardeşlerimizin üzerine olsun.

Geçen yazımızda hak ve batıl kavramlarıdan bahsetmiştik.Şimdi Hak ve batılın mücadelesinden,birbirine karıştırılmasından ve ayrımını yapmaktan bahsedeceğiz.

Âdem ve Havva çifti, hak yolun ilk yolcularıdır. Cennetteki “ağaç” sınavından sonra dünya sahnesinde birçok sınavlardan geçtiler. Hedefleri olan çocukları da doğal olarak hak-bâtıl sınavından geçmek zorundaydılar. Ne var ki, Âdem’in çocukları zamanla kendi hevâ ve heveslerine, kibir ve gururlarına dayanarak, İslâm’ın dışında yeni hayat modelleri ihdas ettiler. Uydurdukları bu yeni hayat modelleriyle, insanlığa zulüm ve haksızlık yaptıklarının farkındaydılar.   Ancak  bu  model  ve  kurallar,  düzen  ve  rejimler,  kendi  dünyevî  çıkarlarıyla uyuşuyordu. Ama düzenler bozuk olduğunda mazlumlar ezilir ve sömürülür,adalet sağlanmaz. Mazlumları bu durumdan kurtaracak olan, ilâhî doğrulardan, yani haktan başka bir şey olamaz. Yoksa, hak elbisesi giymiş bâtıl, renk ve kostüm değiştirerek zulümlerine devam edecek, değişen zâlimlerin kimlikleri veya etiketleri olacaktır. Bâtılın dolayısıyla zulmün yok olması için, hakkın hâkim olmasından başka seçenek yoktur. İlk insan Hz. Adem’in oğulları Hâbil ile Kabil arasında baş gösteren hak-bâtıl savaşı, hemen hemen tarihin her döneminde ortaya çıkmış ve günümüze kadar da sürmüştür. Hak ve bâtılın anlaşılması ve bu uğurda verilmiş olan tarihî mücadelenin tesbiti için, ilk peygamberden son peygambere kadar elçilerin ve onların izini takip edenlerin mücadelelerine bakmak gerekir. Rasüllerin misyonuna baktığımızda, öncelikle şunu görürüz: İnsanları, bir tek ilâha (Allah’a) ibâdete/kulluğa çağırmak, şirk ve putperestliğin her çeşidinden menetmek, hak ölçülerle Allah’ın rızâsına muvâfık işler yapmalarını sağlayarak Allah’ın kanun ve nizamını ümmete hâkim kılmak. Hepsinin çabası aynı idi ve getirdikleri öğretilerin tümü de bu çerçeve içerisindeydi. “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk/ibadet edin ve tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36) “Biz her peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik.” (4/Nisâ, 64).

Peygamberlerin temsil ettiği hak-bâtıl savaşı göstermektedir ki tarihî süreç içerisinde Allah, hakkı bâtılın tepesine indirdi ve geçici bir saltanat süren bâtılı aşağıların aşağısı yaptı; bu hep böyle olmuştur, çünkü sünnetullahın gereği budur.Ne zamanki insan haktan bir adım kaymış o zaman batıl yerini almış.Çünkü hak yoksa orada batıl vardır,bunun bir ikinci şıkkı yoktur.Ortası yoktur.İnsanların durumuna göre hak ya da batıl hakim olur.

Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla

“Bir toplum, kendisini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.” (13/Ra’d, 11)

Bu kural her zaman geçerlidir. İnsanların her şeyden önce değişmeyi, zulüm ve kölelikten kurtulmayı canı gönülden arzulamaları lâzımdır. Ve bu şiddetli arzu, birtakım hareket ve icraatlarla desteklenmelidir. Çünkü bazı işler vardır ki temennilerle, arzu ve isteklerle olacak şeyler değildir. İşte eğer toplumsal değişme olacaksa, bunu insanların yapması gerekir ki Allah yardımcıları olsun.

Çoğu kimsenin zannettiği gibi dünya ve onun tâbi olduğu doğal düzen kötü değildir; hak üzeredir. Evrende bulunan her şey, tekvinî olarak/yaratılıştan Allah’ın kanunlarına boyun eğer ve sürekli olarak O’na ibadet eder. Bu arada, hür iradeye sahip olan insan da Allah’ın kanunlarına itaat ederse, yaratılmışlar âlemiyle uyum içine girer. Yoksa, güçlü ırmakta tersine kulaç atana benzer ki, bir yere varamayıp nefesi tükenecek ve helâk olacaktır.

Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla

“Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın  dışında  (başka  bir  amaçla)  yaratmadık.”  (15/Hicr, 85)

“Hayır, göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir.” (2/Bakara, 116).

Cehalet ve küfrün, kötü ve şer sayılmaları, onların bir yokluğu (bilgi ve iman yokluğunu) ifade etmelerindendir.

İslâm düşünürlerine göre, bütün bâtıl ve şerler incelendiğinde aynı yönü paylaştıkları anlaşılır. Bir cismin gölgesi onun gereğidir. Bu gölge, gerçekte asıl bir varlık olmamakla birlikte, bir varlık olan cisim vasıtasıyla bizim zihnimizde meydana geliyor. Asıl varlık nurdur; Gölge, bir alanda nurun olmaması ve o alanın çevresinde nurun bulunmasıdır. Aynen bu durum gibi, bâtıl da kendine özgü bir varlığa sahip değildir; her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koymak zorundadır.

İsrâiloğulları, Hz. Musa’nın bütün ikazlarına rağmen Tevrat’a sahip çıkamadılar, onu koruyamadılar, onu tahrif ettiler. Bu tahrifatın kökeninde yahudi din adamlarının duyarsızlığı yatıyordu. Bel’amlar, kendileri Kitab’ı öğrenmek kaydıyla muhafaza etmedikleri gibi, halka da öğretmiyorlardı. Kutsal kitabın kaderi tamamen ruhban sınıfa kalmıştı. Kutsal kitap, halk arasından tamamen çektirilmişti. Kitaba ancak  ruhban sınıf ve aristokrat sınıf ulaşabilirdi. Onlar da Kitabı mevcut statükoya göre, egemen güçlerin arzuları istikametinde yorumluyorlardı. Hele kutsal kitap, halkın arasından çektirildi mi, halk tamamen cahil hale gelir ve bütünüyle şirk, hurâfe ve bid’at ve sapıklıkla başbaşa kalır. İşte yahudi din adamları ve hahamları kitabı muhafaza edecekleri yerde revaçta olan yaygınlık ve özen kazanan bâtıl ve sapık inançlara, ahlâkî bozukluklara Tevrat’tan dogmalar bulmaya çalışarak onları meşrû gösterme gayreti içine giriyorlardı. Hatta Tevrat’ta bulunmayan dogmaları da kendi felsefelerinden türeterek tahrifata çalışıyorlardı.

Bu kimseler, Allah’ın kitabını kendi hevâ ve istekleri, kendi felsefe ve sapık inançları doğrultusunda istedikleri gibi nesh ediyorlardı. Nesh ederlerken, mensuh âyetler yerine kendi hezeyanlarını yerleştirerek akamete uğratıyorlardı. Kısaca bu beyler, menfaatleri istikametinde her türlü tefsir ve te’vile sahiptiler. Her türlü ekleme ve çıkarmalar için kendilerini yetkili görüyorlardı. Bütün bu yapılanlar yetmiyormuş gibi, “bunlar Allah katındandır” diye tescillendiriyorlardı. Böylece, birçok felsefecinin, tarihçinin, müfessirin, yorumcu, bid’at ve hurâfeci masalcının görüşleri mukaddes kitaba sokularak Allah’ın kelâmı oluverdi. Bu saçmalıklar Allah’ın kelâmı oluverince de kim bunlara karşı çıktıysa hemen dinden çıkmış sayıldı.

 

Kur’ân-ı Kerim, yahudi ve hıristiyanların birçok yanlış ve sapık davranışlarından söz eder. Üzeyir ve Mesih’i ilâh olarak kabul etmeleri gibi. Kutsal kitabı değiştirdiklerine dair de şöyle buyuruyor:

Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla

“Ey iman edenler, gerçekten yahudi hahamlarından/bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden çoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler.” (9/Tevbe, 34) “Ey iman edenler, onların (yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de  iyice  anladıktan  sonra,  bile bile  onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi.” (2/Bakara, 75) “Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!” (2/Bakara, 79)

 

Kur’anî ifadeler, görüldüğü gibi bunların kitaplarını tahrif ettiklerini, yer yer Kuran’da bize anlatmıştır.Peki ya günümüzde Hahamlar Rahipler Kuran’a ellememelerine rağmen neden hala Hak hakim değil Batıl Zulmetmeye devam ediyor?

Din sahipsiz kalınca, bütün işler resmî din kurumlarına terkedildi.  Bu  teşkilâtların bağlı olduğu otorite hangi dine ve ne tür bir düzene ve hangi yasalara bağlıysa, din teşkilâtı da o dine bağlı sayılacaktır. Yani bu laik kurumların İslâm’a, Kur’an’a, müslümanların haklarına sahip çıkması bu şartlarda mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir görev de zaten onlardan beklenemez. Laik toplumlarda bu derece sahipsiz kalan dini, her isteyen etkin kişi, istediği gibi tahrif etmeye başlar. Din ve Kitap üzerinde o kadar oynanıyor ki, hakkı hâkim kılmak ve sadece Allah’a kulluk için gönderilen din, özellikle laik ülkelerde, artık statükoyu ayakta tutma ve zorluklar esnasında zâlim yönetimlere koltuk değneği olma görevi görüyor. Her canı isteyen, istediği şekilde Allah’ın âyetlerini amacı dışına çıkarıyor, istismar edebiliyor. Yani Allah’ın vahyi, hevâ ve isteklere göre yorumlanıp şekillendiriliyor.

İşte din, böyle garip bırakalınca, düşmanlar tarafından bid’at, hurâfe, israiliyat ve şirk  unsurlarından niceleri Hak Dine katılmaya başlandı. Ve yıllar sonra da bunlar İslâm’dan sayıldı ve câhil halka dinin esası gibi sunulmaya çalışıldı. Bunların Kur’an ve sahih sünnete göre yeniden sağlamasını yapıp bâtıl ve hurâfeleri ayıklamak, ilim sahibi mü’minleri beklemektedir. Bu çok zor görünse de mutlaka yapılmalıdır. Bizim Ehl-i Kitap’tan farklı bir yönümüz vardır ki o da Allah kelâmı olan Kur’an’ın dokunulmazlığı, Allah tarafından korunmasıdır. İşte bu konum itibarıyla biz yeniden Kitabımız’a sahip çıkabiliriz. Yeter ki bu bilinci kazanalım, yeter ki bu konuda yeterince formasyona sahip olalım.

İsrâiloğullarının sapık boyutlarını irdelediğimizde gerçekten birçok açık hakikatleri inkâr ettiklerini veya değiştirdiklerini görürüz. Hz. Muhammed’in vasfını Tevrat’tan kaldırmaları (4/Nisâ, 46), “İbrahim (a.s.) bizim dinimiz üzeredir” diyerek ona iftira etmeleri (3/Âl-i İmran, 65), kendi yorumlarını “bu Allah’ın Kitabındandır” diyerek Allah’a iftirada bulunmaları (3/Âl-i İmran, 78), yahudiler Allah’a vermiş oldukları misaklarını bozdukları için, Allah’ın onların kalplerini kaskatı etmesi, onların kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif etmeleri (5/Mâide, 13). Onlar peygamberlerini öldürerek suç işleyince ölümü asla temenni etmemeleri (2/Bakara, 95). Yine Allah’ın indirdiği Kitaptan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) vasfını gizleyip para almaları gibi.

Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla

“Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah kendileriyle ne konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! Bu azabın sebebi, Allah’ın, hak olarak indirmiş olduğu Kitab’ı(n hükmünü gizlemeleri)dır. (Hak olarak inen Kitab’ı farklı yorumlar yapıp) Kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüş-lerdir.” (2/Bakara, 174-176). (1)

İŞTE BÜTÜN BUNLARIN ÇÖZÜMÜ VE SONUCU DA HAKKKI ÖĞRENİP HAK ADAMLARINI BULMAK VE ONLARLA BERABER HAK MÜCADELESİNE KATILMAKLA OLUR.EĞER HUZUR VE SUKUNET İSTİYORSAK BİZLER DE ÖNCE FERD FERD SONRA DA HEP BİRLİKTE ALLAH)CC)’IN İPİNE(KUR’AN’A) SIMSIKI SARILIP MÜSLÜMANLARDAN OLMAK ZORUNDAYIZ.

YANİ TABİRİ CAİZSE ÖYLE OTURDUĞUMUZ YERDEN HERŞEY GÜZEL OLSUN BU ADALETSİZLİK BİTSİN ARTIK DÜZEN GELSİN DEMEKLE OLMUYOR. HER İNANAN İNSAN ELİNİ TAŞIN ALTINA KOYMALI VE ÜZERİNE DÜŞENİ YAPIP KENDİNİ DEĞİŞTİRMELİ.ALLAH AZZE VE CELLE TOPLUM KENDİNİ DEĞİŞTİRMEDİKÇE DÜZENLERİ DEĞİŞTİRMEYECEĞİNİ SÖYLÜYOR.

 

RABBİM HAKK’I HAKK BİLİP HAKK’A SARILMAYI,

BATILI BATIL BİLİP ONDAN UZAKLAŞMAYI BİZLERE NASİP EYLESİN.(Allahümme amin)

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.