Hîrâ Mağarasındakî İnziva | Siyer Programı – 9. Bölüm
Hîrâ Mağarasındakî İnziva
Resûlullah (s.a.v.)’m yaşı kırka doğru yaklaşınca, içinde herşey-den uzaklaşma sevgisi doğmaya başladı. Allahü Teâlâ ona, Hirâ ma-ğarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Hirâ mağarası Mekke’nin kuzeydoğusuna düşen dağdaki mağaradır. Resûlullah orada inzivaya çekiliyor, sayılı gecelerde orada ibâdet ediyordu. Bir defasında on gün, diğer bir defasında da bir aya yakın bir zaman orada kalmıştı. Sonra evine dönüyor, diğer inziva için gerekli olan azığını alıyor, kısa bir zaman sonra tekrar yine Hirâ mağarasına çekiliyordu. Bu durum, o, mağarada bir halvet halinde iken; kendisine vahiy gelinceye kadar, devam etmiştir. [1][33]
Dersler ve İbretler
Peygamberlik kendisine bildirilmeden önce, Resulullah’ın gönlüne sevdirilen bu inziva hayatında, gerçekten büyük işaretler ve delâletler vardır. Yine bu inziva hayatında, umumî olarak müslümanların hayatında, hususî olarak da İslâm Davetçilerinin hayatında yer etmesi gereken önemli hususiyetler vardır.
Resûlullah’ın bu uzlet hayatı gösteriyor ki; bir müslüman, ibâdetlerin her türlüsünü yerine getirmekle faziletlerle süslenmiş olsa bile; bütün bunlara halvet ve uzlet zamanlarını katmadıkça, o zamanlarda nefs muhasebesi yapmadıkça, Allah’ı zikretmedikçe, kâinatın görüntüleri hakkında ve bu görüntülerde Allah’ın azametine işaret eden delâletler konusunda düşüncelere dalmadıkça; o müslümanın Islâm’lığı olgunluğa erişemez!..
Bu, gerçek müslümanlığı isteyen bir müslumanın hakkındaki ölçüdür. Artık, nefsini, hak yola rehberlik eden ve Allah Davetçisinin yerine koymak isteyen bir kişinin durumu nasıl olur, onu da varın siz tasavvur edin?..
Bunun hikmeti şudur-, İnsan nefsinin birtakım âfetleri vardır ki, onların zararlarını ancak, kalabalıklardan uzaklaşma usulü, dünyanın sıkıntılarından ve gösterişlerinden kurtulma hususundaki nefs muhasebesi giderir. Buna göre kibir, kendini beğenme, hased, riya ve dünya sevgisi hepsi nefsin âfetleridir. Ve bu hallerin sahibi zahirde sâlih amel ve makbul ibâdetlerle süslenmiş, halkı irşad eden, güzel öğütlerde bulunan ve Hakk’a çağıran tavırda görünse de, için için yıkılmakta, kalbinin derinliklerinde gulgule ve nefsi üzerinde ağır bir yük bulunmaktadır. Ve bu âfetlere hiçbir çare yoktur. Ancak bu âfetlerin malûlü nefsiyle başbaşa kaldıkça bunların hakikatini ve kaynağını, aynı zamanda ömrünün her anında Allah’ın tevfik ve inayetine ne derece muhtaç olduğunu da hesab edecek. Yine insanı ve onun Hâlik-ı A’zam huzurundaki zavallı halini, övüldüğünün ve yerildiğinin de anlamsız olduğunu düşünecek. Yine Allah’ın azametinin tecellileri, kıyamet ahvali, hesab gününün uzunluğu ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle ikabınm ne kadar dehşetli şeyler olduğunu düşünecek… îşte bu sürekli ve derin düşünceler, nefse bulaşan bu tür afetleri silkeler, kalbi irfan ve saffet nuruyla yeniden diriltir. Ve artık dünya belâlarından hiçbirine, onun aynasını kirletme fırsatı kalmaz.
Müslümanların hayatında umumi olarak, İslâm Davetçileri İçin de hususî olarak, yüksek bir önemi haiz diğer bir husus da; kalb-de Allah sevgisinin yoğrulmasıdır… Bu da, kendini Allah uğrunda feda etmenin, o yolda cihadın, uygun bir şekilde tutuşturulmuş her Davet meş’alesinin esasıdır ve kaynağıdır. Allah sevgisi, mücerret akli imandan dolayı gelmez. Akılla ilgili işler, tek başına hiçbir zaman kalbde ve duygularda etkili olamamıştır. Şayet böyle olsaydı, müsteşrikler Allah’a ve Resûlü’ne inananların başında gelirdi. Yine onların kalbleri Allah ve Resûlü’ne karşı sevgi ile dolup taşardı. Hâlbuki şimdiye kadar sen âlimlerden birinin matematik kaidesiyle veya cebir problemlerinden birine inanarak ruhunu temizlediğini duydun mu?
Allah sevgisine, O’na imandan sonra, yegâne etken Allah’ın nimetleri ve ihsanları konusunda çokça düşünmek, O’nun azameti ve yüceliği hususunda kafa yormak, sonra da kalb ve dil ile O’nu bol bol zikretmektir. Ancak bunların tümü, dünya meşgalelerinden ve dünya dağdağasından, belirli aralıklarla uzaklaşmak, halvete ve uzlete çekilmekle tamamlanır.
Bir müslüman bunu yaptığı ve bu ödevi yerine getirmeye hazırlandığı zaman, bundan dolayı onun kalbinde çok büyük bir ilâhi muhabbet yeşerir. Bu muhabbet sebebiyle insan, her büyüğü küçük, mağrurları ise hakir görür. Ve artık her türlü azab ve işkence basit, her tür horlama ve istihza ayağının altındadır. İşte bu öyle bir hazırlık dönemidir ki; Allah Davetçileri o dönemde kendilerini ileriki dönemler için silâhlandırırlar. Yâni bu uzlet dönemi, Yüce Allah’ın sevgilisi Hz. Muhammed’i İslâm Davetinin yükünü çekmek için yetiştirip hazırladığı dönemdir. Çünkü korku, sevgi ve ümit-den dolayı kalbde bulunan vicdanî kuvvetler (motivler, güdüler) soyut aklî anlayışın yapamadıklarını yaparlar. Endülüslü büyük âlim imâm Şâtibî (Allah rahmet eylesin) bu motivler konusunda, müs-lümanları ikiye ayırdığı vakit bu gerçeği keşfetmişti. O, islâm’ın genel etkisiyle teklifler dairesine giren avam müslümanlar; diğeri akıl ve anlayıştan daha etkili olan birşeyin şevkiyle bu teklifler dairesine giren aydın müslümanlar diye ikiye ayırmıştı. Bu konuda şöyle der: «Birinci grubun durumu; hiçbir fazlalık olmadan iman akdi ve İslâm akdinin hükmüyle amel eden kişinin durumu gibidir. İkinci gruubun hali ise; korkunun, ümidin veya sevginin baskın çıkmasıyla amel eden kişinin hâli gibidir. Korku itici bir kamçı, umut komutan ve yol gösterici, sevgi ise taşıyıcı bir akımdır. Korkan kişi meşakkatin varlığıyla birlikte amel eder. Meşakkatten doğan korku, meşakkatli olsa bile daha ehvenine karşı sabretmeye sevkeder. Umutlu kişi yine meşakkatin varlığıyla birlikte amel eder. Ne var ki tam bir rahatlık içindeki umut tüm yorgunluğa karşı sabretmeye sevkeder. Seven kişi, sevdiğini arzulayarak, gayret sarfetmek-le amel eder. Zorluklar kolaylaşır, uzaklık yakınlaşır ona. Gücü tükenir, muhabbetin ahdini yerine getirdiğini ve nimetin şükrünü ödediğini görmez olur[2][34]».
Kalbdeki vicdanî kuvvetleri pekiştirmek için çeşitli yollar edinmek, müslümanların zarureti üzerine icma ettikleri konulardan biridir.
Resûlullah’ın, bi’setine doğru sık sık başvurduğu bu uzlet, içinde bulunan bu itici duyguları takviye için başvurduğu yollardan biridir.
Ne var ki; halvet (yalnızlığa çekilme)’in mânâsını bazıları gibi halktan uzaklaşma şeklinde anlamak uygunsuz olur. Onlar halveti, kendilerinin toplumdan kaçışlarına göre anladılar. Bu tür uzlet, tümüyle insanlardan yüz çevirmek, dağları ve mağaraları vatan edinmek, bunu fazilet saymak demek olur.
Bu anlayış, Hz. Peygamber’in dosdoğru yoluna ve onun muhterem ashabının da yoluna ters düşmektedir. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, yalnızlığa çekilmekten maksad, ıslah-ı hâl için çare olarak halveti seçmektir. Çare olarak alman ilâç gerektiği vakit ancak yeterli derecede alınmalıdır. Aksi halde sakıncalı bir hastalığa dönüşür s altlı kişilerin hal tercümelerinde, insanlardan uzaklaşıp uzlete devam eden kişileri gördüğümüz vakit, bunu onların kendilerine mahsus özel hallerine atfetmek gerekir. Onların bu durumları insanlara delil olamaz.. [3][36]
[1][33] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 83.
[2][34] eş-Şâtibî, el-Muvafakat: c. 2, s. 141. Bakınız: Bu kitabın yazarının «Zava-bıtü’l-Maslahat» adlı eserinin, 111, 112. sayfalarına.
[3][36] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 83-86.