İkinci Akâbe Bey’atı | Siyer Programı – 23. Bölüm
İkinci Akâbe Bey’atı
Mus’ab bin Umeyr ertesi yılın hac mevsiminde (Bi’setin onüçüncü yılında) Medineli müslümanlardan büyük bir toplulukla birlikte Mekke’ye gelmişti. Medineli müşrikler, hacıların arasında gizlenerek Mekke’ye doğru yola çıkmışlardı.
Muhammed bin İshâk. Kâab bin Mâlik’ten şöyle rivayet ediyor: Biz, Teşrik günlerinin ortasında Akâbe’de Resûulllah’la buluşmak üzere sözleşmiştik. Hac görevlerimiz bitip, Resûlullah ile buluşmayı kararlaştırdığımız gece gelince, bu gece kavmimizle birllkte kafilemizin yanında yatmıştık. Gecenin üçte biri geçince» biz gizr İlce birer ikişer kişilik grublar halinde konak yerimizden ayrılıp Resûlullah ile sözleştiğimiz yere geldik. Akâbe yakınındaki vadide toplandık. Toplam yetmişüç kişi idik. Beraberimizde iki tane de kadın vardı: Kâab’ın kızı Nüscybe ile Amr bin Adiyy’in kızı Esma idi.
Kâab bin Mâlik sözüne devamla:
Biz vadide toplanmış Resûlullah’ı beklerken, O, amcası Abbas bin Abdülmuttalib ile birlikte çıkageldi. Bizim topluluk söze başladı ve şöyle dediler:
«Bizden, Rabbin için ve kendin için islediğin şeyi al…» Resû» lullah da onlarla konuştu ve sonra Kur’an okudu. Onları Allah’a çağırdı ve İslâm’a teşvik etti. Sonra: -Bana her yönden yardım edeceğinize, yanınıza vardığımda kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip korudunuğuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kesin söz istiyorum sizden…» diye buyurdu.
Bunun üzerine hemen Berâ bin Ma’rur, Resûl-i Ekrem’in elini tutup: «Evet yâ Resûlâllah! Seni hak dinle gönderen Allah’a hamdol-sun ki, kendimizi ve kadınlarımızı koruyup esirgediğimiz şeylerden seni de korur, esirgeriz! Biz hemen bey’at ediyoruz! Biz, vallahi, savaş ve silâh erleriyiz. Buna atadan, dededen mirasçı olduk» dedi.
Berâ bin Ma’rur konuşurken, Ebû Heysem bin Teyylhan söze karışarak: «Ey Allah’ın elçisi! Bizimle o adamlar (yahudiler) arasında sözleşme var. Biz bu hareketimizle onu kesip atmış oluruz. Biz bunu yaparsak, Allah seni muzaffer kıldıktan sonra bizi bırakıp tekrar kavmine, Mekke’ye dönersen bizim halimiz nice olur?» dedi.
Bu sözler üzerine Peygamberimiz gülümsedi ve: «Benim kanım, sizin kanınızdır. siz benim kanımı isterseniz, ben de sizin kanınızı İsterim! Siz kanınızı akıtırsanız, ben de kanımı akıtırım! Ben sizdenim, siz de bendensiniz! Siz kiminle savaşırsanız, ben de onunla savaşırım. Siz kiminle barış yaparsanız ben de onunla barışırım* buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.) onlara: «İçinizde bana on iki kişi gösteriniz ki, her biri kavimlerini temsil etsinler- buyurmuştu, Onlar da Haz-rec kabilesinden dokuz kişi, Evs kabilesinden de üç kişi olmak üzere aralarından on iki temsilci çıkardılar. Onların seçimi tamamlanınca, peygamberimiz temsilcilere; -Havarilerin İsa bin Meryem’e karşı kavimlerinden dolayı kefil oldukları gibi siz de kavminizin kefilsiniz. Ben de kavmimin -Müslüman olanların kefiliyim» bu Resûlullah’ın elinin üstüne elini ilk koyan kişi Berâ bin Maf-rur oldu. Ondan sonra bütün topluluk bey’at etti. Kâab bin Mâlik sözüne şöyle devam eder:
Biz bey’at edince, Resuluİlah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Hemen konak yerlerinize dönün.» Abbas bin Ubâde bin Nevİel de Resûlüllah’a: «Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah Mina’da bulunan halkın üzerine kılıçlarımızla saldırıp, onları kılıçtan geçiririz» dedi. Peygamberimiz: «Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Fakat siz yerlerinize dönünüz» diye buyurdu. Biz yatacak yerlerimize döndük. Sabaha kadar uyuduk. Sabah olunca, Kureyş ulularından bazıları geldi ve: «Ey Hazrec topluluğu! Bize ulaşan habere göre; siz adamımıza gelmiş, kendisini aramızdan çıkarıp götürmek, bizimle savaşmak üzere aranızda sözleşmişsiniz. Vallahi Arap kabileleri arasında, sizinle savaşa girmekten duyduğumuz nefret kadar nefret duyacağımız bir kabile yoktun!» dediler. Ayrıca hiçbir şeyden haberi olmayan müşrik hemşehrilerimize gittiler. Onlar da Allah’a yemin ederek; «Böyle birşey olmadı. Biz böyle birşey bilmiyoruz» dediler. Kureyş’in ileri gelenleri de onların gerçekten birşey bilmediklerine kanaat getirdiler. Olayın tanığı olan Kâab bin Mâlik diyor ki, «Biz bu olup bitenlere hiç ses çıkarmıyor, sadece birbirimizin yüzüne bakıyorduk.»
Halk hac işini bitirip Mina’dan ayrılmıştı. Mekkeli müşrikler, Akâbe bey’atı olayını araştırmaktan geri durmadılar. Neticede işin gerçekten olduğunu tesbit ettiler. Bizim arkamızdan adamlar çıkararak Ezahir[1][86] mevkiinde Sa’d bin Ubâde ile Münzir bin Amr’a yetiştiler. İkisi de kabile temsilcisi idi. Münzir’e güç getiremediklerinden o kaçıp kurtuldu. Fakat Sadi tutup yakaladılar. Ellerini devesinin kolanı ile boynuna bağladılar. Sonra onu döverek ve alnındaki saçlanndan tutup sürükleyerek Mekke’ye kadar götürdüler.» Olayı Sad şöyle anlatıyor:
«Vallahi, ben onların ellerindeydim. Beni sürüklüyorlardı. Birdenbire onların arasından bjr adam bana doğru geldi. Bana: «Vah, vah! Yazık oluyor sana! Seninle Kureyg’ten herhangi bir adam arar-sında dostluk veya bir sözleşme yok mu?» dedi. Ben de: «Evet, var! Vallahi ben vaktiyle Cübeyr bin Mut’imi de, Haris bin Ümeyye’yi de memleketimizde ticaret yaparken haksızlık edenlere karşı korumuştum» dedim. O da: «Yazık oluyor sana! Bu iki adamı adlarıyla yüksek sesle çağır» dedi. Ben de dediği gibi yaptım. Bunun üzerine
Mut’im bin Adiyye ile Haris bin Ümeyye gelip beni onların elinden kurtardılar.»
İbn Hişâm anlatıyor:
Yüce Allah, Resûlullah için savaşa izin verdiği vakit, Birinci Akâbe bey’atının şartlarının dışında, harb ile ilgili birtakım şartlar koşuldu. Birinci Akâbe bey’atı kadınlar bey’atı şeklinde olmuştu. Bunun sebebi de, Allah o zaman, henüz Resûlü’ne savaşma izni vermemişti. Yüce Allah, Resûlü’ne savaş izni verince ve İkinci Akâbe bey’atında siyah ve kırmızı savaş (Araplarla ve Arap olmayanlarla yapılan savaş kasdediliyor) üzere, onlardan biat etmelerini isteyince, kendini ve Rabbinin dinini korumalarım şart koşarak onlardan söz aldı. Sözlerinde durmak kaydıyla onlara Cennet verileceğini haber verdi.
Ubâde bin Sâmit: «Biz Resul ullah’a neş’eli ve neş’esiz zamanlarımızda, darlıkta da, genişlikte de; emirlerine boyun eğip, itaat edeceğimize; kendi işinde münakaşa etmeyeceğimize, hiçbir kınayıcı-nın kınamasından korkmayacağımıza, ne olursak olalım, Allah yolunda ve Allah için hakkı söyleyeceğimize, iyiliği buyurup kötülükten sakındıracağımıza kesin söz verdik» dedi.
Resûlullaha, harbe izin verilmesi için, inen ilk âyet Cenab-ı Hakk’ın şu mübarek sözüdür:
«Kendilerine savaş açılan mü “m inlere (kâfirlere karşı savaş İçin) izin verildi. Çünkü onlar, zulme uğradılar. Şübhe yok ki Allah, müminlere zafer vermeye kadirdir. Mü’minler o mazlumlardır ki «— Rab-bimiz Allah’tır- demelerinden başka bir sebeb olmaksızın, yurtlarından haksız yere çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını (müşrikleri) bir kısmı ile (mü’minlerle) defetmeseydi, içlerinde Allah’ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler elbette yıkılırdı. Muhakkak ki Allah dinine yardım edene yardım edecek, zafer verecektir. Şübhe yok ki, Allah çok kuvvetlidir, herşeye galibdir[2][87]
Şu İkinci Akâbe bey’atı, Birinci Akâbe bey’atı ile özde birleşir. Her ikisi de; Resûlullah in huzurunda, İslâm’a girmeyi ilân etme, Allah’ın dinine samimiyetle bağlanma, emirlere boyun eğip, itaat etme ve peygamberin emirlerine koşma konusunda kesin söz almaktır.
Ancak biz, Birinci Akâbe bey’aü ile İkinci Akâbe bey’alı arasında gözden geçirmeye ve incelemeye değer iki önemli fark görüyoruz:
Birinci Fark: Medine halkından birincisinde, bey’at edenlerin sayısı sadece on kişi iken, ikincisinde, aralarında iki tane de kadın olmak üzere, sayıları yetmiş küsur kişiye varmaktadır.
Bu on iki kişi, birinci yılda, evlerinde uzlete çekilip, kendi kendileriyle yetinmekle kalmayıp, bilâkis etrafında bulunan, kadın-er-kek herkese İslâm’ı yaymak, onlara Kur’an okuyup Kur’an’ın ahkâm ve nizamını açıklamak üzere Medine’ye dönmüşlerdi. Bunun için, îslâm bir yıl içinde Medine’de büyük bir hızla yayıldı. Hattâ Medine’de islâm’ın girmediği ev kalmadı. Her evin halkı, her zaman, İslâm’dan, İslâm’ın özelliklerinden ve onun hükümlerinden bahseder olmuştu.
İşte her yerde ve her dönemde Müslümanın ödevi budur…
İkinci Fark: Birinci bey’ata konulan maddeler, güç kullanarak yapılan cihada işaret etmekten uzaktır. Fakat ikincisinde bu, işaret yollu ifade edilmiştir. Hattâ, her yolla, Resûlullah’ı ve dâvasını savunma zarureti ile cihad zarureti açıkça ifade edilmiştir.
Bu farkın sebebi şuradan ileri gelmektedir. Birinci Akâbe bey’-atında bulunan kişiler, ertesi yıl hac mevsiminde ve aynı yerde Resûlullah ile tekrar buluşmak üzere, o an Müslüman olanlardan daha büyük bir kalabalıkla dönmek ve sözleşmeleri ile bey’atlarını tekrar yenilemek için izin alıp gitmişlerdi.
Madem ki, henüz savaş için izin gelmemişti ve bu bey’at eden kişiler, bir yıl sonra tekrar Resûlullah ile buluşacaklar, öyle ise savaşmak için söz vermeyi gerektiren bir durum yoktur.
O halde, birinci bey’at, daha sonra kadınların yaptığı bey’atın maddelerini taşıdığına ve bu maddelerin de sınırlı tutulduğuna göre, geçici bir bey’at oluyordu.
İkinci bey’ata gelince o, Resûlullah’ın Medine’ye yapacağı hic-” rete temel teşkil etmiştir. Bunun için ikinci Akâbe bey’atı, Medine’ye hicretten sonra meşruiyeti tamamlanacak olan prensipleri kapsamaktaydı. Bu prensiplerin başında cihad ve Daveti kuvvet kullanarak savunma- gelmekteydi. Cihad, her ne kadar Mekke’de meşruiyetine izin verilmemiş olsa bile, yine de bir hükümdür. Ama Allah Azze ve Celle, bunun yakın bir gelecekte meşru kılınacağını Re-sûlullah’a ilham etmişti.
Buradadan da anlıyoruz ki, islâm’da savaşın meşru kılınışı, sahih olan görüşe göre, ancak Resûlullah’ın hicretinden sonra olmuştur, îbn Hişâm’ın siyretlndeki «Cihad, tkinci Akâbe bey’atında, hicretten önce meşru kılındı» sözünden anlaşılan mânâ doğru değildir. İkinci Akâbe bey’atının maddelerinde, savaşın o zaman meşru kılındığına dair bir işaret bulunmamaktadır. Çünkü Resûlullah (s. aV) Medinelilerden geleceğe dönük olarak, yâni kendisi onların yanına hicret edeceği ve onların yanında ikamet edeceği için cihad sözü almıştı. Yukarıda zikri geçen Abbas bin Ubâde’nin şu: «Seni hak dinle gönderen Allah’a andolsun ki, istediğin takdirde yarın sabah, M in a’da bulunan halkın üzerine kılıçlarımızla saldırır, kılıçtan geçiririz» sözüne karşılık Peygamberimizin: «Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Fakat siz, yerlerinize dönünüz» şeklindeki cevabında, buna delil bulunmaktadır.
Cihad ve cihadın meşruiyeti hususunda ilk inen âyetin şu aşağıdaki âyet -olduğunda ittifak vardır:
«Kendilerine savaş açılan mü’minlere (kâfirlere karşı savaş için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şübhe yok ki, Allah mü’minlere zafer vermeye kadirdir[3][88]». Timizi, Nesaî ve diğerleri îbn Abbas’tan şu hadîsi rivayet etmişlerdir. İbn Abbas (r.a.) şöyle dedi : «Resûlullah (s.a.v.) Mekke’den dışarı çıkarılınca, Ebû Bekir (r. a.) : «Peygamberlerini çıkardılar – Biz Allah’tan geldik, yine Allah’a dönücüleriz – ama onlar mutlaka kırılacaklardır. dedi. îbn Abbas diyor ki, Allahü Teâlâ: «Kendilerine karşı savaş açılan mü’minlere (kâfirlerle savaşmak için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şübhe yok ki, Allah mü’minlere zafer vermeye kadirdir» âyetini indirince; Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi ki: «İleride savaş olacağını kesinlikle anladım..[4][89]». Bütün bunlardan şu iki husus ortaya çıkıyor:
1- Savaş başlamadan önce, İslâm’ı tanıtmak, ona çağrıda bulunmak, delillerini ortaya koymak ve islâm’ın anlaşılmasında engel olacak problemleri çözmek en münasib olanıdır. Bu hususun, cihadın ilk merhalelerinden olduğunda şübhe yoktur. Bunun için, bu merhaleyi gerçekleştirmek, sorumluluğunda tüm müslümanlann müşterek olduğu bir farz-i kifâyedir.
2- Allah’ın kendi kullarına sığınıp saklanacakları bir kale mesabesinde olan Dârü’l-îslâm (İslâm yurdu) bulununcaya kadar, onlara savaş ödevini yüklememesi, O’nun merhametinin sonucu-suydu. îşte bundan dolayı İslâm’da ilk yurt (Dârü’l-lslâm) Medine-i Münevvere olmuştu. [5][90]
[1][86] Ezahlr, Mekke’ye yakın bfr mevkiin adıdır.
[2][87] Hac sûresi,-âyet: 39-40. îbn Hişâm, Ahmed, Taberi… İbn İshâk’a dayanarak; Ma’bed bin Kâab bin MâMk’ten nakleder bu olayı…
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 173-176.
[3][88] Hac sûresi, âyet:. 39.
[4][89] Nesei: c. 1» s. 52; Tefsir, İbn-İ Kesir: c. 3, s. 224.
[5][90] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 176-179.