BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
İNSANI İLGİLENDİREN YOL
Gerçekten Hamd Allah (c.c)’a mahsustur. O’na Hamd ederiz ve O’ndan yardım dileriz. Mağfireti O’ndan ister, doğru yola iletilmemizi O’ndan bekleriz. Nefislerimizin kötülüklerinden ve amellerimizin fenalıklarından Allah’a sığınırız. Allah (c.c kimi hidayette kılmış ise, o gerçekten hidayete erişmiştir. Kimi de dalâlette ve sapıklıkta kılmış ise, artık o kendisi için bir dost ve yol gösteren bulamaz. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka bir tek ilah yoktur ve O’nun eşi ve benzeri de yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.v) Allah’ın kulu ve Resulüdür. Salât ve selam O’na, Ehli Beytine, ashabına ve O’nun yolunu izleyenlere ve onun gösterdiği çizgide yürüyenlere olsun.
Bu yazımızda dinin mahiyetine, niteliğine ve insan hayatındaki aktif metoduna ilişkin bir ön gerçeği belirteceğiz. Hem, apaçık ve anlaşılabilir bir gerçektir bu. Fakat basit olduğu halde çoğu zaman unutulur veya başlangıçta kavranmaz. Bu gerçeği kavramak ya da unutmaktan dolayı, bu din hakkında yanlış bakış ve anlayışlar doğar. Söz konusu ön gerçek, mahiyeti, tarihi, şimdiki durumu ve geleceğinin bilinmesiyle ortaya çıkar.
Bazı insanlar bu dinin -Madem ki Allah tarafından indirilmiştir. İnsanların hayatında olağanüstü, sihirli ve mahiyeti anlaşılmaz araçlara sahip bir metodla gerçekleşmesini, insanların ve toplumların gelişme sahalarını insan tabiatının maddi gerçekliği ve yaratılıştan verilen yetenekleri göz önünde tutmadan pratik hayatta uygulanmasını beklemektedirler.
Onlar dinin gerçekleşme ve uygulanma metodunu bekledikleri gibi görmeyince ve insanlığı sınırlı gücüyle insan hayatının maddi gerçekliğinin bu dinle uyuşmasını ve -bazı dönemlerde geniş bir şekilde- etkisi altına almasını, bazı dönemlerde ise insanlığın sınırlı gücüyle insan hayatının maddi gerçekliğinin dinin tersi yönde etkiler yaptığını görünce bu insanlar, kendi arzu, hırs, zaaf ve eksiklerinin etkisi altında kalarak bu dinin çağrısına uymamakta ve teklif ettiği yola yönelmemektedirler.
Bu olayı görünce büyük bir umutsuzluğa kapılırlar. Dinin hayattaki ağırlığı ve gerçekliği konusunda itimatları sarsılır ve mutlak olarak dinden şüpheye düşerler.
Bu seri hatalar, temel ve tek bir yanlışlıktan doğmaktadır. O da dinin metodunu anlamamak ve gerçeği unutmaktır.
Bu din insan hayatını düzenleyen ilahi bir nizamdır. Bunun gerçekleşmesi, insanların kendi çabaları sayesinde, yaratılışta verilen yeteneklerinin sınırı içinde ve hangi toplumda olursa olsun o toplumun gerçek maddi durumunun çerçevesinde olur. İnsanların yönetimi ona bırakılınca, ulaştıkları noktadan itibaren çalışmaya başlar. Onları, doğuştanlık güçlerinin sınırı içinde bu güçleri harcadıkları oranda asıl amaca ulaştırır. Temel özelliklerinden biri onun hiçbir anda, hiçbir safhada insan yaratılışına, yeteneklerinin sınırına ve hayatın maddi gerçeklerine göz yummamasıdır. Ve aynı anda insan -kolay, rahat, aşırılığa kaçmadan- öyle yüksek bir noktaya ulaştırabiliyor ki, insan tarafından hayat nizamı olarak ortaya konanlardan hiçbirinin bunu yapmalarına imkân yoktur. Bu bazı dönemlerde gerçekleşmiş ve her zaman da ciddi teşebbüsler sonucu gerçekleşebilir. Fakat bütün hata-başta belirttiğimiz gibi- bu dinin mahiyetini anlamamak ve unutmakla birlikte, ondan insan yaratılışını değiştirecek, onun sınırlı gücünü göz önünde tutmayacak ve içinde, yaşadığı toplumun maddi yapısına aldırmayacak biçimde, nedenleri anlaşılmayan olağanüstü mucizeler beklemekten doğmaktadır.
Bu din Allah tarafından indirilmiş değil midir?… Allah her şeyi yapabilecek olan değil midir?… Öyleyse neden bu din -yalnız- insanın sınırlı yetenekleri çerçevesinde etkisini ve işleyişini gösteriyor?…
Ve bu etki ile işleyişinin sonuçları, neden insan zaafının etkisi altında düşüyor? Daha doğrusu, neden bu dinin egemen duruma geçmesi, insanın yeteneklerine ve gücüne bağlıdır? Sonra neden sürekli olarak zafer kazanmamaktadır? ve mensupları daima hâkim değiller? Bazen de neden maddi arzu ve zaafların ağırlığı, dinin parlaklığı, genişlemesi ve özgürce ilerlemesine engel olmaktadır? Neden vahiy karşısındaki sistemlerin savunucuları galip geliyorlar? Bütün bunlar, -gördüğünüz gibi- çeşitli kuşkular ve sorulardır. Işte bu kuşku ve sorular, dinin mahiyeti ve metoduna ilişkin ön gerçeği anlamamak ya da unutmaktan doğmaktadır.
O Allah (c.c) , insan yaratılışını bu din aracılığı ile veya başka bir yolla değiştirebilir. Fakat O, insanı bu şekilde yaratmıştır ve bu şekilde yaratışının hikmetini de yalnız kendisi bilir. Hidayete erişmeyi de çabaların ve hidayeti istemenin sonucu yapmıştır…
Allah insan fıtratını, sürekli olarak çalışabilir bir şekilde yaratmış ve hiçbir zaman fıtratın durgun, etkisiz kalmasını istememiştir…
Allah, ilahi nizamı, insan hayatında, insanın çabaları sonucunda ve insan gücünün sınırı içinde tümüyle gerçekleşmesini istemiştir.
لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ وَاِذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ سُٓوءاً فَلَا مَرَدَّ لَهُۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَالٍ
Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah’ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah’dan başka bir veli de bulunmaz. (Ra’d – 11)
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِۙ وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُوفَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
Derken, Allah’ın izniyle onları tamamen bozdular. Davud, Calut’u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi ve ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah’ın, insanları birbirleriyle savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka bozulur giderdi. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı büyük bir lütuf sahibidir.
(Bakara – 251)
İnsan, gösterdiği çabalar, harcadığı güçler ve ilahi nizamın gerçekleşmesi, kötülüğün ve bozukluğun hem kendisinden ve hem de hayattan uzaklaştırılması yolunda gösterdiği sabır oranında Allah’ın istediği seviyeye ulaşabilir.
اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? (Ankebût – 2)
وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِب۪ينَ
Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. (Ankebût – 3)
Allah’ın yarattıklarından hiçbirinin “neden Allah (c.c) bütün bunları bu şekilde yaratmıştır ki böyle olmuşlardır sorusunu sormaya hakkı yoktur. Ve yaratılanlardan hiçbiri Allah’tan hiçbir şey soramaz. Çünkü hiçbir yaratılan, bu kâinatın düzenini, bu düzenin kainattaki varlıkların tabiatlarında gerektirdiği özellikleri tam olarak ne bilebilir ve ne de bilme imkanına sahiptir. Bu durumda, “neden” “niçin” sorularını ne ciddi bir mü’min, ne de ciddi bir kafir sorar. Mü’min sormaz. Çünkü Allah’a karşı -Allah’ın sıfatlarını, zatını ve yetkilerini bildikten sonra- saygısızlıktan uzak bir huşu içindedir. Böylece mü’min, düşüncesinin tabiatını, sınırını ve böyle alanlarda işleme imkanına sahip olmadığı bilen insandır. Ciddi kafir de bu soruları sormaz, çünkü başlangıçta Allah’ın varlığına inanmamaktadır. Eğer Allah’ın varlığına insansa, bunların Allah’a ait uluhiyetin gerektirdiği şeyler olduğunu da bilir.
لَا يُسْـَٔلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْـَٔلُونَ
O, yaptığından sorumlu olmaz, onlar ise sorumlu tutulacaklardır. (Enbiyâ – 23)
Çünkü yalnız O, gözetici, koruyucu ve yaptıklarını mutlak bilendir. İşte bu tip acayip soruları soranlar ne ciddi mü’minler, ne de ciddi kafirlerdir. Ancak gülünç ve inancında sabit olmayan zavallılardır. Onun için böyle saçma sorulara önem vermemek ve ciddi bir şekilde ele almamak gerekir. Belki Allah’ın uluhiyetinin mahiyetini ve gereklerini bilmeyen cahiller de bu soruları sorar. Bu cahile işin aslını öğretmek için izlenecek yol da ona direk cevaplar vermek değil, uluhiyetin gerçeğini ve gereklerini bildirme yoludur. Bundan sonra ya buna inanır ve mü’min olur, ya da kabul etmez ve inkâr ederek kafir olur. Böylece tartışma da son bulmuş olur. -Tartışmanın amacı basit bir gösterişten ibaret değilse- Müslüman yaptığı tartışmaları -içine gösteriş girdiği anda- derhal bırakmalıdır.
Fakat Allah’ın kullarından her biri, yukarıda sıraladığımız gerçekleri anlama, öğrenme, insanın pratik hayatındaki işleme ve etkilemelerini görme hakkına sahiptir. Ve bu gerçekleri ışığı altında, insan, tarihi olayları yorumlayacak ki, bir yandan bunların tarihsel gelişme çizgisini anlayabilsin, öte yandan bu çizgiyi nasıl takip edeceğini, nasıl yöneleceğini ve yöneteceğini araştırsın. Ve nihayet Allah’ın hikmeti ve kaderi çerçevesinde yaşasın…
DEVAMI BİR SONRA Kİ YAZIMDA İNŞAALLAH…