BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd Âlemlerin Rabbi Allah’a (c.c) mahsustur. Salât ve Selam Peygamberimiz Hz. Muhammed’e, Ehl-i Beyt’ine, Ashabına ve tüm Müminlerin üzerine olsun.
Bu ayki yazımızda da Allah nasip ederse Hucurat Suresi’nin tefsirine devam edeceğiz inşAllah.
‘’Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakaplarla’ çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim Tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.’’ (Hucurat 11)
İslam’ın Kur’an-ı Kerim’in yol göstericiliği ile kurmuş olduğu üstün insan topluluğunun yüce bir edebi vardır. O toplumda herkesin dokunulmaz bir haysiyeti vardır. Bu haysiyet o toplumun haysiyetidir. Herhangi bir bireyi ayıplamak bizzat insanın kendisini ayıplaması gibidir. Çünkü toplumun tümü birdir, bir bütündür ve haysiyeti birdir.
Kur’an-ı Kerim bu ayette mü’minlere şu sevimli seslenişle “Ey inananlar” diyerek sesleniyor. Ve aralarında bir toplumun diğerini yani bir grup erkeklerin diğer grup erkekleri alaya almalarını yasaklıyor. Gerekçe olarak da alay edilenlerin belki yüce Allah katında onlardan daha hayırlı olabileceklerini gösteriyor. Ya da bir grup kadınların diğer grup kadınlarla alay etmesini yine aynı gerekçe ile yani alaya alınan kadınların yüce Allah’ın ölçüsünde daha hayırlı olabileceği gerekçesi ile yasak ediyor.
Bu kutsal ifadede, erkeklerin kendilerinde ve kadınların da kendilerinde gördükleri “dış değerlerin’’ insanların tartıldığı gerçek ölçüler olmadığının gizliden gizliye iması vardır. Ve ortada başka değerler de vardır. Belki onlara gizli kalmış olabilir. O değerleri yüce Allah bilmekte ve kullarını onunla tartmakta ve değerlendirmektedir. Zengin bir kimse fakir bir adamla alay edebilir. Güçlü bir adam zayıf bir kimse ile alay edebilir. Vücudu düzgün olan böyle olmayanla, zeki olan saf ve eğitim görmemiş birisi ile alay edebilir. Çocuklu olan kısır olanla akrabası olan yetimle alay etmiş olabilir… Aynen bunun gibi güzel olan kadın çirkin ile, genç olan yaşlı ile, vücudu düzgün olan vücudu kusurlu olanla, zengin olan fakirle alay etmiş olabilir. Fakat bütün bunlar ve benzerleri, yeryüzünün değerleridir, gerçek ölçü değildir. Yüce Allah’ın terazisi bunlardan başka ağırlıklarla yükselir ya da alçalır.
Ancak ne var ki Kur’an-ı Kerim sadece bu ima ile yetinmiyor. Aksine iman kardeşliğini harekete geçiriyor ve iman edenlere kendilerinin adeta “bir tek kişilik”ten ibaret olduklarını, içlerinden birisini ayıplayanın kendisini ayıplamış olacağını hatırlatıyor. “Belki alay ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler.” Ayette geçen “lemz” kelimesi ayıp anlamınadır. Fakat bu sözün öyle bir tınısı ve çağrışımı var ki, sanki bu söz gözle görülen bir yaralamadır yoksa manevi bir ayıplama değildir.
Alaya alma ve ayıplamaya kişilerin hoşlanmadığı alay ve ayıp duygusuna kapıldıkları kötü lakap takma da dâhildir. Müminin diğer mümin üzerindeki haklarından biri de kendisini küçük düşürecek ve hoşuna gitmeyecek kötü lakaplarla çağırılmamasıdır. Müminin mümine karşı edeb kurallarından biri böyle yakıştırmalarla kardeşini üzmemesidir. Nitekim Resulullah cahiliyet devrinde takılmış olan isim ve lakapları değiştirmiştir. Resulullah’ın o lakap ve isimlerde ince hissi ve yüce kalbi sahabelerini küçük düşürecek ya da kendilerini horlayıcı nitelikle niteleyen unsurları hissetmiştir.
ZANDAN KAÇININ
Ayet yüce Allah’ın ölçüsündeki gerçek değerleri ima ettikten, kardeşlik duygusunu harekete geçirdikten, hatta bir tek kişilikte bütünleşme bilincini vurguladıktan sonra imanın anlamını ele alıyor ve mü’minleri bu şerefli niteliği yitirmemeleri için uyarıyor. Alaya alma, ayıplama ve lakap takma gibi hareketlerle imandan sapmamaları için onların dikkatini çekiyor. “İnandıktan sonra fasık olmak ne kötü bir addır.” Bu iman ettikten sonra dönmek gibi bir şeydir. Sonra ayet bunu zulüm kabul ederek onları tehdit etmektedir. Zulüm kelimesi bilindiği gibi şirki ifade eden terimlerden birisidir. “Kim Tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir.” İşte ayet, bu üstün ve şerefli topluma ruhsal terbiye kurallarını böylece yerleştiriyor.
‘’Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. (Müslümanların ayıp ve kusurlarını) araştırmayın; bir kısmınız bir kısmınızı (arkasında hoşlanmayacağı sözle) çekiştirmesin. Hiç sizden biriniz ölü kardeşinizin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz (değil mi)? O halde (gıybet etmekte) Allah’dan korkun. Muhakkak ki Allah Tevvâb’dır = tövbeleri kabul edendir, Rahîm’dir= çok merhametlidir.’’ (Hucurat 12)
Bu ayet ise, şerefli ve üstün olan toplumda kişilerin haysiyeti, özgürlükleri ve kişilikleri etrafında bir başka dokunulmazlık duvarı daha örmektedir. Bu duvarı ayet, onlara duygularını ve vicdanlarını nasıl temizleyeceklerini etkileyici ve akıllara hayret verecek bir üslup içinde öğretirken örmektedir.
Bu ayet surenin genel örgüsüne uygun olarak, şu sevimli sesleniş ile başlamaktadır. “Ey inananlar” Sonra ayet, bu üstün toplumun fertlerine birçok zandan kaçınmalarını emretmekte ve başkaları için içlerinde doğan zan, şüphe ve kuşkuya kendilerini kaptırmamalarını istemektedir. Kutsal ayet bu emrin sebebini “Zira zanların bir kısmı günahtır.” şeklinde açıklamaktadır. Buradaki yasak zannın çoğuna yönelik olup kural olarak bazı zanlar günah olduğuna göre, bu ifadenin insanın ruhuna bıraktığı ilham kötü zandan tamamen kaçınılmasıdır. Çünkü insan hangi zannın günah olacağını bilemez.
Kur’an-ı Kerim vicdanlara kötü zanla kirlenip de günaha girmemesi için böylece temizler. Ve vicdanı her türlü düşünce ve kuşkudan temiz kılıp uzak tutarak yaratıldığı gibi bembeyaz lekesiz bırakır. Böylece o vicdanın sahibi din kardeşlerine kötü zannın yıpratamayacağı bir sevgi besler, şek ve şüphelerin kirletemeyeceği bir duruluk kazanır, endişe ve beklentilerin bulandıramayacağı bir iç huzuru kazanır. Kötü zanlardan arınmış bir toplumda yaşamak ne kadar huzurludur!
Ancak ne var ki, bu durum İslam’da, bu parlak ve şerefli noktada, yani vicdanların ve kalplerin eğitimi noktasında kalmaz. Aksine bu ayet, insanların birbirleri ile ilişkilerinde uyulması gereken bir prensip getirirken, İslam’ın tertemiz toplumunda yaşayan insanların hakları çevresinde de bir koruma duvarı örer. Dolayısı ile bu toplum da kişiler bir töhmetten dolayı cezalandırılmazlar, bir şüpheden dolayı yargılanmazlar ve insanların yargılanmalarında zan asıl temel dayanak olamaz. Hatta zan, insanlar hakkında ya da çevreleri üzerinde kovuşturma için bile gerekçe olamaz. Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- : “Bir zanda bulunduğun zaman kovuşturmasını yapma” buyurur (Bu hadisi, Harise b. Numan kanalı ile rivayet eder). Bunun anlamı, insanlar sorguya çekildikleri şeyi işledikleri açıktan açığa ortaya çıkan kadar suçsuz, hakları ve özgürlükleri dokunulmaz kabul edilir demektir. Ve yine, insanların çevrelerinde dönüp dolaşan zannı kovuşturmak gayesi ile takip edilebilmesi için zan yeterli gerekçe değildir.
İnsanların haysiyetlerini, haklarını, özgürlüklerini ve şereflerini korumada bu ayetin ulaştığı boyuta hangi sistem ulaşabilir? Acaba demokrasi, özgürlük ve insan haklarını korumada gözleri kamaştıran en güzel ülkenin bu uğurda varmış olduğu son nokta, Kur’an-ı Kerim’in iman edenlere bu çağırısı yanında hangi seviyeye ulaşabilir? Nitekim İslam toplumu gerçekten bu prensip üzerine kurulmuş ve bu toplum bu prensibi önce vicdanında gerçekleştirmiş sonra da hayata geçirmiştir.
Sonra yüce Allah toplumun garanti altına alınması ile ilgili olarak zanlardan kaçınma ile ilintili bir başka prensibe geçiyor. “Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayınız.”
Kusur araştırmak, kötü zannı izleyen bir hareket olabileceği gibi, onunla ilgisi olmadan başlı başına eksikliği ortaya çıkarmak ve insanın kötü durumlarını öğrenmek için yapılabilir.
Kur’an-ı Kerim, ahlâkın ve kalplerin temizliği hedefine uygun olarak bu aşağılık harekete ahlâki yönden karşı koyuyor ve böylece başkalarının kusurlarını araştırmak ve fenalıklarını ortaya çıkarmak gibi aşağılık yönelişlerden kalpleri temizlemeyi hedef ediniyor.
Fakat bu mesele, etkisi açısından bundan daha uzak boyuta sahiptir. Bu aslında, İslam’ın sosyal sisteminde, yasama ve yürütme sisteminde uyguladığı ana prensiplerden birisidir.
Elbette ki insanların, hiçbir durumda çiğnenemez ve hiçbir halde dokunulamaz özgürlükleri, dokunulmazlıkları ve haysiyetleri vardır.
Şerefli ve yüce İslam toplumunda insanlar canları, yuvaları, sırları ve ayıplarından emin olarak yaşarlar. Hangi gerekçe ile olursa olsun, insanların can, konut, gizli sırlar ve ayıp dokunulmazlığı çiğnenemez. Hatta bir suçu izleme ve kovuşturma izni İslam düzeninde insanların ayıplarını araştırmak için bahane olamaz. Herkes dış görünüşüne göre değerlendirilir. Dolayısı ile insanların içlerini kimsenin araştırmaya hakkı yoktur. İnsanlar, ancak ve ancak dışa vurdukları suçlar ve aykırı davranışları nedeni ile cezalandırılırlar. Hiçbir kimsenin birisi hakkında zanda bulunmaya, tahmin yürütmeye hatta insanların gizlice herhangi bir yasak hareketi yapıp yapmadıklarını öğrenmeye ve bunun için onların ayıplarını araştırmaya ve onları yakalamaya hakkı yoktur. Yapabilecek tek şey vardır: O da suçlunun suçu işlediği ve bunu açığa vurduğu zaman, her suç için İslam’ın getirdiği ve belirttiği diğer garantiler eşliğinde cezalandırılmasıdır.
Ebu Davut anlatır: Bize Ebu Şeybe oğlu Ebu Bekir, ona da Muaviye, ona A’meş Vehb’in oğlu Zeyd’den naklederek haber verir: Bir adam İbni Mesud a getirilir. Ona: “Şu adam filancadır. Sakalından şarap damlıyor” derler. İbni Mesud der ki: “Bizlere, başkalarının kusurunu araştırmak yasak edildi. Eğer bir kişi suçunu açığa vurursa onu cezalandırabiliriz ”
Mücahid de “Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın” ayetini, sizler için açığa çıkanı alın, Allah’ın örttüklerini bırakın demektir diye açıklar.
İmam Ahmet Ukbe’nin kâtibi Düceyn’den nakleder: Düceyn Ukbe’ye der ki: “Bizim şarap içen komşularımız var. Ben polisi çağırıp bunları yakalatacağım.” Ukbe: “Böyle davranma, onlara öğüt ver ve tehdit et onları” der. Düceyn öyle yapar fakat komşuları şarap içmekten vazgeçmezler. Bunun üzerine Düceyn yine Ukbe’ye gelir ve “Ben onları içki içmemeye çağırdım fakat vazgeçmediler. Ben polis çağıracağım, onları yakalasın der. Bunun üzerine Ukbe: “Yazıklar olsun sana. Sakın yapma! Çünkü ben Resulullah’ın şöyle dediğini işittim: “Kim bir mü’minin ayıbını gizlerse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kızı diriltmiş gibi olur”
Süfyan es-Sevri Sa’d oğlu Raşid’den, o da Ebu Süfyan oğlu Muaviye den nakleder. Muaviye der ki: Ben Peygamber’i şöyle derken işittim: “Eğer, sen insanların ayıplarını araştırırsan onları bozmuş ya da bozmaya yaklaştırmış olursun.” Ebu’d-Derda der ki: “Hz. Muaviye’nin duymuş olduğu bu sözden yüce Allah kendisini faydalandırsın.”
İşte ayet, İslam toplumunun temel sisteminde yer almak için yolunu tutmuş ve sadece vicdanları süslemek ve kalpleri temizlemekle kalmamış, aksine insanların dokunulmazlıkları, hakları ve özgürlükleri etrafında bir koruyucu duvar olmuştur. Artık onlara yakından veya uzaktan herhangi bir bahane veya perde altında dokunulamamıştır.
Bu ileri görüşlülük ve yüksek ufuk nerede? Bin dört yüz sene sonra, dünyanın demokraside, özgürlükte ve insan haklarını korumada en ileri olan ülkesi nerede?
Bundan sonra, Kuran’ın eşsiz bir şekilde ortaya koyduğu hayret verici bir üslup içinde dedi-kodu yasaklanması geliyor:
“Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz: ‘
Birbirinizi çekiştirmeyiniz. Sonra yüce Allah öyle bir sahne sunuyor ki bizlere, en kaba gönüller ve en az duyarlı ruhlar bile bu sahneden, çekinir ve tiksinir. Bu sahne kardeşinin etini yiyen bir kardeşin tablosudur… Ölü kardeşinin eti… Sonra yüce Allah, onlardan önce davranarak, tiksinti uyandıran bu hareketten onların hoşlanmadıklarına göre çekiştirmekten de hoşlanmayacaklarını ediyor.
Ayette insanlara yasak etmiş olduğu kötü zan, ayıp araştırma, dedi-kodu takva duygusunu coşturma ile bu gibi günahlardan işleyenlerin rahmet arzusu ile derhal tevbeye koşmalarını tavsiye izliyor. “Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” Bu ayet de, Müslümanlar topluluğunun hayatına nüfuz ediyor ve insanların dokunulmazlığı etrafında bir duvara kalplerde ve gönüllerde de derin bir edeb kuralına dönüşüyor. Bu dedi-kodu konusunda Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- da Kuran’ın iğrenç gıybetin görüntüsünden korku, tiksinti uyandırmada akıllara durgunluk veren üslubuna uygun olarak çok titiz davranırdı.
Ebu Davud’un naklettiği bir hadiste, Ka’nebi’den, o Muhammed oğlu Abdulaziz’den, o Ala’dan, Ala babasından, babası da Hz. Ebu Hüreyre’den şu hadisi nakleder: Peygamber’e “Gıybet nedir ya Resulullah?” diye sorulur. Resulullah “Gıybet din kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır” deyince, peki “Ya söylediğim nitelikler kardeşimde varsa?” diye sorulunca, Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- “Eğer söylediğin nitelikler onda varsa onu gıybet etmiş olursun, eğer söylediklerin onda yoksa ona iftira etmiş olursun” buyurur. (Bu hadisi Tirmizi rivayet eder ve sahih olduğunu bildirir)
Ebu Davut, Müsedded, Yahya, Süfyan, Akmar oğlu Ali, Ebu Huzeyfe, Hz. Ali senet zinciri ile şu hadisi bizlere nakleder: Hz. Aişe der ki: Resulullah’a “Safiyye’nin şöyle şöyle olması sana yeter” dedim. (Müsedded’in rivayetine göre boyunun kısalığını kastetmişti) Bunun üzerine Resulullah “Öyle bir söz söyledin ki, şayet denizin suyuna karıştırılsa idi onu bulandırırdı” buyurur. Hz. Aişe der ki: Resulullah’a birisini anlattım da bana dedi ki: “Başıma şu şu hallerin geleceği tehdid edilirken bir başka insanın durumundan söz edilmesini sevmem.”
Yine Ebu Davut, Malik oğlu Enes’ten nakleder ve der ki: Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- der ki: “Miraca çıktığım gece, bakırdan tırnakları olan ve yüzlerini göğüslerini tırmalayan bir topluluk gördüm. “Bunlar da kim ey Cebrail?” dediğimde, bana “Bunlar insanların etlerini yiyen ve haysiyetlerine dil uzatanlardır” dedi.”
Maiz ve Gamidiye, birlikte zina ettiklerini itiraf edince, bu suçlarını hiçbir zorlama olmaksızın kendi arzuları ile ikrar edip Resulullah’a kendilerini temizlemesi için direttiklerinde, Resulullah da onları recm ederek idam eder. Sonra Peygamber birisinin, arkadaşına: “Gördün mü şu Allah’ın günahını örttüğü, fakat nefsini köpekler gibi recm edilmesine yol açtığı kimseyi?” dediğini işitir. Resulullah bir süre yürüdükten sonra, bir merkep leşine rastlar ve “Filanca ile filanca neredeler?” diye sorar. Sonra bu kişilere, “İninde şu merkep leşinden yiyin bakalım” der. Onlar: “Allah bağışlasın seni ey Allah’ın Resulü. Hiç yenir mi bu?” deyince, Resulullah “Biraz önce kardeşinize yaptığınız hakaret bunu yemekten daha beterdir, kudret eli ile yaşadığım yüce Allah’a yemin ederim ki, onlar şu anda, o cennet ırmakları içerisinde yüzüyorlar” der. (İbni Kesir tefsirinde rivayet eder ve isnat zinciri için sahihtir der)
İşte böyle değişmez, sürekli bir tedavi ile İslam toplumu temizlenmiş ve yücelmiş ve bulunmuş olduğu noktaya yeryüzünde yürüyen bir düş, tarihin koynunda gerçekleşmiş bir ideal olma noktasına ulaşmıştır...
İman edenlere yapılan bu tekrar tekrar seslenişlerden, onları sosyal ve psikolojik eğitimin yüce ve parlak ufkuna yükselttikten sonra… İnsanların haysiyetleri, özgürlükleri ve dokunulmazlıkları etrafında güçlü garanti duvarlarını ördükten sonra… Ve bütün bunları da onların ruhlarında harekete geçirilen “duyarlılık” ve yüce Allah’ı O’nun korkusunu bilme ile garanti altına aldıktan sonra… Kur’an-ı Kerim, bu yüce ufka kurmuş olduğu şu basamaklardan sonra, renk renk ve cins cins insanlığın tümüne seslenerek, onları bir tek kök ve bir ölçüye bağlıyor. Ki bu yüce ufka yükselen bu seçilmiş insan topluluğu bu bir tek kök ve tek ölçü üzerinde durmaktadır.
Rabbim anladıklarımızı yaşayabilmeyi ve yaşatabilmeyi nasip etsin inşAllah.
Selam ve Dua ile…