sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

İsra Ve Mi’rac Mûcizesi | Siyer Programı – 20. Bölüm

İsra Ve Mi’rac Mûcizesi | Siyer Programı – 20. Bölüm
A+
A-

İsra Ve Mi’rac Mûcizesi

 

               İsrâ (Gece yürüyüşü) kelimesiyle, Yüce Allah’ın peygamberine Mekke’deki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya ka­dar lütfettiği yolculuk kastedilir. Mi’râc kelimesi ise, bu yolculuğun ardından, Resûlullah’ı yüksek gök tabakalarına çıkarmak, sonra in­san, cin, melek ve diğer mahlûkatın bilgilerinin tükendiği sınıra ulaştırmak anlamında kullanılmaktadır. Bunların tümü bir gece için­de olmuştur.

               Bu mucizenin tarihin tesbitinde; Bi’setin onuncu yılında mı, yoksa bundan sonra mı oldu diye ihtilâf edilmiştir. İbn Sa’d’ın Tabakatü’l- Kübrâ’sındaki rivayetine göre Mi’rac hâdisesi hicretten onsekiz ay önce olmuştur.

               Müslümanların büyük çoğunluğu bu yolculuğun, ruh ve beden birliğinde olduğu kanaati üzerindedirler. Bunun için Mi’rac, Allah’­ın kendi Resûlü’ne ikram buyurduğu, hayret verici mucizelerinden biridir.

               Mi’rac kıssasına gelince, onu Buharı ve Müslim uzun bir şekil­de rivayet etmiştir. Özet olarak şöyledir:

               Mi’rac gecesinde, Resûlullah’a bir burak getirildi. Burak, eşekten büyük, katırdan küçük, adımını gözünün erişebildiği yerin ile­risine koyan bir binek hayvanıdır… Yine o gecede Resulullah (s.a. v.) Mescid-i Aksâ’ya girdi. Orada iki rek’at namaz kıldı. Sonra Ceb­rail (a.s.) ona, süt dolu bir kâse ile yine şerbet dolu bir başka kâse getirdi. Resulullah süt dolu kâseyi içti. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselâm: «Fıtratı seçtin» dedi. Yine o gecede birinci, ikinci, üçüncü kat göğe çıkarıldı. Bu şekilde ta Sidretü’l- Müntehâ’ya gö­türüldü. İşte o zaman Yüce Allah ona vahyedeceğini vahyetti. Beş vakit namaz o gecede farz kılındı. Aslında namaz, gece ve gündüzde elli vakit idi[1][63].

               Ertesi gün sabah olunca ve Resulullah (s.a.v.) gördüğü şeyleri halka anlatınca müşrikler bu taze haberi birbirlerine anlatmak ve onunla alay etmek için öbek öbek toplanmaya başladılar. Bir kısım müşrikler, «Mademki oraya gittin ve içinde namaz kıldın» diyerek, Mescid-i Aksâ’yı kendilerine tasvir etmesini istediler. Resulullah Mes­cid-i Aksâ’yı ziyaret ettiği vakit; bakışlarıyla etrafı süzmeyi, duvar­larının sayısını ve şeklinde aklında tutmayı düşünmemişti. Bunun üze­rine Yüce Allah Mescid-i Aksâ’nm şeklini gözünün önüne getirdi de onların sordukları gibi tafsilâtlıca onun özelliklerini teker teker sayıverdl. Buhâri ve Müslim, Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu nakle­diyor: «Kureyş beni yalanlayınca, Hİcİr’da ayağa kalktım. Yüce Al­lah benimle Beyt-i Makdis arasındaki uzaklığı giderdi. Ben de ona bakarak bütün özelliklerini onlara haber verdim.»

               Bir kısım müşrikler Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e giderek onun Mi’rac olayını tasdik etmeyeceğini ve bu durumu yadırgayacağını umarak, Resûlullah’ın söylediklerini ona anlattılar. Hemen Ebû Bekir (r.a.) : «Eğer bunu o söylediyse, mutlaka doğrudur. Ben bundan daha ak­la uzak görünenleri tereddütsüz kabul ediyorum…» diyerek onlara gerekli cevabı verdi.

               îsrâ gecesinin sabahında, Cebrail Aleyhisselâm gelip Resûlul­lah’a namazın nasıl kılınacağım ve namaz vakitlerim öğretti. Zaten Hz. Peygamber (s.a.v.) namaz farz kılınmadan önce Hz. ibrahim (a.s.)’in yaptığı gibi sabah ve akşamleyin ikişer rek’at namaz kı­lıyordu. [2][64]

 

Dersler ve İbretler

               1- Peygamberimiz Ve Mucizeler Hakkında Birkaç Söz:

               Bazı araştırmacılar, Resûlullah’ın hayatının basit bir beşeri ha­yat olduğunu tasvir etmekte, pek de mübalâğaya düşkündürler. Bu husus onun hayatının mucize ve hârikaların ötesinde sihirli bir ha­yat olmadığını açıklamadaki mübalâğadan dolayıdır. Onlar şunları da söylüyorlar: Zaten Hz. Muhammed mucize ve hârikaları hoş kar­şılamıyordu. Kendisinden mucize isteyenlere pek de iltifatta bulun­muyordu. Bu araştırmacılar şunu sürekli söylüyorlar: «Mucizeler ve hârikalar onun kendi işi değildir. Buna imkânı da yoktur.» Yine o araştırmacılar bu konuda Cenâb-ı Hakk’ın şu türlü: »De ki, o âyetler ancak Allah’ın katındandır[3][65]» âyetlerini sık sık delil gösteri­yorlar ve hep okuyucunun kafasında; «Hz. Peygamberin yaşayışı­nın, Allah’ın sadık peygamberlerin desteklediği mucize ve hârika­lardan büsbütün uzak olduğu…» fikrini yerleştirmek istiyorlar.

               Resûlullah’ın siyreti hakkındaki bu düşüncenin kaynağını araş­tırdığımız zaman, onun aslında Gustav Le Bon, Oğuste Comte, Hume, Goldziher ve benzeri müsteşriklerin fikirleri olduğunu görü­yoruz. Bu nazariyenin esası ve sebebi öncelikle bu mucizeleri yara­tana imanın olmayışıdır. Çünkü Allah’a iman, gönüllere iyice yer­leşince, bundan sonra diğer şeylere iman etmek kolay olur. Böyle olunca da artık şu dünyada mucize diye isimlendirmeye değer hiç­bir şey kalmaz…

               Müsteşriklerin bu görüşünü müslümanlardan bir grub hemen mal bulmuş mağribî gibi kapıverdi. Zaten islam dünyasının en bü­yük talihsizliği de, müslümanların, bu yabancıların fikirlerini etra­fa yaymak için tüm gayretlerini ve bilgilerini seferber etmeleri ol­muştu. Aslında onların Avrupa içinde doğan ilmi uyanış görüntü­süyle gözlerinin kamaşmasından ve yabancıların süslü yalanlarıy­la büyülenmelerinden başka bir sebeb yoktu. Bu müslümanların ba­şında Şeyh Muhammed Abduh, M. Ferid Vecdi ve Hüseyin Heykel gibi kişiler gelmektedir.

               İslâm’a karşı fikri savaş açan ve İslâm’a şübhe sokmak isteyen müsteşrikler, etraflarına bakınca; bizzat müslumanlardan bazı kişi­lerin ifadelerinde; müslümanları dinlerinden şübheye sokmak ve kendi görüşlerini benimsetebilmek için yeni fırsat ve imkânlar bul­dular. Yine onların bu sözleri îslâm düşmanlarına, kafalarda dinsiz­lik fikirlerini yerleştirmek, îslâm akidesini değiştirmek için eski usul­lerini kullanmaya da ihtiyaç bırakmadı.

               Bu müslüman aydınlar, Resûlullah’ın: kahramanlık, dâhilik, ko­mutanlık gibi muayyen vasıflarını, çarpıcı ve övücü cümlelerle gün­deme getirme yolunu seçtiler. Aynı zamanda, onlar, müslümanların kafasında, Resûlullah’ın yepyeni bir portresini çizebilmek için, ak­lın kavrayamadığı hârika ve mucizelerden uzak bir şekilde genel hayatını anlatmakta mübalâğaya girdiler. Onların ifadelerinde Hz. Peygamber’in hayatı bazan «Dâhi Muhammed», bazan «Komutan Muhammed», bazan da «Kahraman Muhammed» şeklini alıyordu. Fakat bunların hepsinde, her halükârda «Nebi ve Resul Muhammed» sıfatını örtmesine özen gösteriliyordu.

               Zira Vahiy, hârika ve gaybiyatı ihtiva eden nübüvvet gerçekle­rinin tümü, (bu kahramanlık ve dehâ ta’birlerinin yayılma işlemi sonunda) mucizelerin başında «vahiy ve nübüvvet» bulunduğuna göre, o «Resul Muhammed” sıfatıyla birlikte bir efsaneler âlemine fırlatılıp atılmış oluyordu Böyle olunca da, tabiî olarak; Resûlullah’ın etrafında çeşitli milletlerin ve insanların çoğalması, onun bay­rağı altına girmesi, herkesin onun Davetine doğru koşmasının se­bebi, yalnızca onun dehâsı ve komutanlığıdır diye düşünülecekti!.. Bakınız, kendilerine hedef olarak seçtikleri şey açık bir şekilde yeni bir isimlendirme gibi, «Müslümanlar» yerine «Muhammedîler» keli­mesini yaymakta kendini gösteriyor.

               Biz, ilmî bir araştırmanın ışığı altında, hakikati ortaya koymak için çaba sarfettiğimiz zaman, Hz. Muhammed gerçeğinde bu ta­savvur ve tahayyülün yeri nedir, görülecektir:

  1. a) Biz, Resûlullah’ın hayatında açıkça kendini gösteren »vahiy olayını» (bu konuda yeterli açıklama yapılmıştı) enine boyuna dü­şünmeye koyulduğumuz zaman, Resûlullah’taki en bariz sıfatın, «Nü­büvvet» sıfatı olduğunu görüyoruz. Bu konuda ne şek, ne de şübhe vardır. Nübüvvet, bizim duyu ölçülerimize uymayan, gaybî mânâ­lardan biridir. O halde, hârika ve mucizenin mânâsı, Resûlullah’ın asli hüviyyetinde gizlidir. Buna göre Peygamberimizin mucizelerini inkâr etmeleri mümkün olmuyor; ancak nübüvvetin mânâsını yık­makla ve onları Resûlullah’ın hayatından çıkarıp atmakla mümkün oluyor. Bu da, açıkça dinin kendisini inkâr etmekle eşit olur. Müs­teşriklerden ve araştırmacılardan bazıları; sadece Resûlullah’ın ze­kâsını, dehâsını, kahramanlığını ve işleri yönetmedeki kabiliyyetini açıklamakla yetinerek; bu niyetlerini sözlerinde gizleseler de neti­ceyi beyan eden öncülleri söylemeleri yetip artıyor bile. Çünkü, ön­cüleri kabul ettikten sonra netice kendiliğinden gelir…

               Birçokları âciz kaldıktan sonra neticeyi açık açık söylüyorlar. Nitekim Şibli Şümmeyil’in, «Dine inanmayı, müstahil olan mucizeye inanmak», diye tanımladığı gibi…[4][66]

               Dinin aslında şek veya inkâr bulununca, mucizelerin parçaları­nı inkâr veya isbat etme hususunda bir araştırmaya girmesinin hiç bir anlamı olmadığını herkes bilir.

  1. b) Resûlullah’ın hayatını ve hayatındaki bir kısım olayları ak­lımıza getirdiğimiz zaman, Allahü Teâlâ’nın, onun eliyle birçok mu­cizeyi yarattığını görüyoruz. Onları kabul etmemeye bir sebeb ol­madığı gibi reddetmeye de imkân yoktur. Çünkü o mucizeler bize kadar mütevatir ve sağlam senetlerle nakledilmiştir. O hadisler ke­sinlik derecesine ulaşmıştır.

               Mübarek parmaklarının arasından su akmasını bildiren hadîs bunlardan biridir. Buhârî bu hadisi, Kitâbül-Vuzû’da Müslim Ki-tâbü’l-Fedâü’de, İmam Mâlik Muvatta’m, Kitâbü’t-Tahâre bahsinde rivayet etmiştir. Yine aynı hadisi birçok hadis imâmı, çeşitli tarik­lerle rivayet etmişlerdir. Zürkani, Kurtubi’den şunu nakleder: Re­sûlullah’ın parmaklarından su akması büyük topluluklar huzurunda birkaç yerde tekerrür etmiştir. Birçok tarikden gelmiştir ki, onla­rın toplamı, mânevi tevatürden elde edilmiş kesin ilim ifade eder[5][67].

               Müşrikler Resûlullah’tan, ayı ikiye bölmesini istedikleri vakit, Resûlullah’ın devrinde gerçekleşen înşikak-ı kamer (ayın ikiye bö­lünmesi) mucizesini ihtiva eden hadîs de bunlardan biridir, Buhârî bu hadisi, Kitâbü’l-Ehâdîsi’l-Enbıyâ bölümündn Müslim Kitâbü’s-Sı-fâti’l-Kıyâme bölümünde ve bunların dışında dıger hadîs imamları da rivayet etmişlerdir. îbn Kesir hadisler sağlam senetlerle nakledilmiştir. înşikak-ı kamer mûcizesinn Peygamberi­mizin zamanında vukubulduğu ve bu mucizenin in suni hayrette bırakan mucizelerden biri olduğu üzerinde bütün ulema ittifak ha­lindedir[6][68]» demiştir.

               Isrâ ve Mi’rac hadisi de bunlardan biridir ki, biz o münâsebet­le bu konuyu burada açıkladık. îsrâ ve Mirac hadisi «Müttefekun aleyh» dir. Sübûtunun kat’iyyeti inkâr edilemez. îsrâ ve Mi’rac mu­cizesinin Peygamberimizin mucizelerinden en barizi olduğu bütün müslümanların icmaıyla sabittir.

               Ne tuhaftır ki; mucizelerin ve hârikaların ismini bile Resûlul-lah’ın hayatıyla yaklaştırmayan ve sanki dâhilik sadece Resûlullah’a aitmiş gibi, dâhilik sıfatını sürekli gündeme getiren bu adamlar, sıhhati kat’iyyet derecesine ulaşmış olan bazı mütevatir hadîsleri görmezlikten ve bilmezlikten geliyorlar. Onlar, bu tür hadîsler san­ki hadîs kitablarında yokmuş gibi, ne müsbet, ne de menfî yönden onlardan hiç bahsetmiyorlar. Hâlbuki o hadîslerden herbiri için on­dan fazla tarik sayılabilir.

               Bu hadisleri bilmezlikten gelmelerinin sebebi, bu hadîslere bak­tıkları zaman karşılaşacakları zor ve müşkil durumdan kaçabilmek içindir. Çünkü bu durum, onların kafalarında dönüp duran naza­riye üe açık seçik bir şekilde çelişmektedir[7][69].

  1. c) Mucize, düşünce ve tefekkür nezdinde, müşahhas bir mânâsı olmayan kelimedir. Onunla ancak mücerret izafî bir mânâ kaste­dilir. Halk ıstılahında yerleşmiş bulunan mânâsına göre mucize, âdet ve alışılagelmiş şeylerin dışına çıkan her iş ve durum demek­tir. Her alışılagelmiş olan şeyler zamanın ve asırların değişmesiyle değişiverir. Kültürlerin, anlayışların ve ilimlerin çeşitli olması se­bebiyle çeşitlilik arzeder. Nice işler vardır ki; bir zamanlar muci­ze iken, bugün bilinen ve alışılagelmiş şeylere dönüşmüştür. Kültür­süz ve ilkel insanlar arasında mucize oluverir… Her akıllı insanın anladığı hakikat şudur ki; alışılagelen ve alışılagelmişin dışında ka­lan herşey aslında bir mucizedir.

               Bu duruma göre yıldızlar bir mucize, saman yollarının hareke­ti bir mucize, çekim kanunu bir mucize; insandaki sinir sistemi bir mucize, kan dolaşımı bir mucize; insanda bulunan ruh bir mucize, insan da başlı başına bir mucizedir. İnsana «Metafizik bir canlı» «bilinmez, gaib canlı» diye isim veren Fransız düşünürü ve edibi Chateau-briand’ın bu ifadesi, ne kadar da ince bir seziştir!..

               Ancak, insan -uzun alışkanlıktan ve âdetin sürüp gitmesinden dolayı- bütün bunların mucize yönünü ve mucizenin değerini unu­tuyor. İnsan aldanarak ve bilmeyerek mucizeyi alışkanlık haline gelen şeylerle, aniden karşı karşıya gelmesi olarak telakki edebili­yor. Sonra belli bir zaman geçince, alıştığı ve itiyat haline getirdiği şeylerden eşyaya olan imanı veya inkârı için ölçü ediniyor. İnsan medeniyette ve ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu da insanın aca-ib bir cehaletidir.

               İnsanın basit düşüncesi bile bütün çıplaklığıyla açıklıyor ki, bu kâinatın tümünü mucize olarak yaratan Allah’a, bu kâinata bir di­ğer mucize ilâve etmesi veya âlemi üzerine inşâ ettiği sistemin bir kısmında değişiklik yapması çok zor gelmez. Nitekim İngiliz müs­teşrik William Jones, bu mealde şu görüşü ileri sürmektedir:

               «Âlemi yaratan kudret, ondan birşeyi çıkarıp atmaktan veya birşey ilâve etmekten âciz değildir. Akla göre bu tasavvur dışıdır, demek kolaydır. Fakat o, tasavvur dışıdır denilen şey yine de âle­min yaratılışı derecesinde tasavvur dışı değildir.»

               Demek oluyor ki, bu âlem mevcut olmasaydı ve mucize ile hâ­rikaları inkâr edenlerden ve bunların varlığını düşünmeyenlerden bi­rine denilseydi ki; şöyle bir âlem yaratılacak. Şübhesiz ki, o, daha baştan şöyle cevab verecekti: Hayır, bu tasavvur dışıdır. O kişinin bu düşünceyi reddetmesi, mucizelerden herhangi birini tasavvur et­meyi inkârdan daha beterdir…

               Her Müslümanın Resûlullah’ı ve Yüce Allah’ın ona ikram bu­yurduğu mucizeleri böyle anlaması gerekir.

               2- O güne kadar Resûlullah’ın başından geçen olaylar arasın­da îsra ve Mi’rac mucizesinin yeri:

               O güne kadar Resûlullah, Kureyş’ten her türlü işkenceyi gör­müştü. O işkencelerden bir diğeri de, Taife yaptığı hicret esnasın­da vukubulmuştu. Olayın açıklaması, yukarıda geçti. Hz. Peygam­ber, Rabia Oğulları’nın bağında dinlenmek gayesiyle oturduktan son­ra Rabbi’ne ettiği dua ve münâcatta; her kiş’nin başına gelebilecek duygusallık ve yardıma muhtaçlık hali görülmüştür. Bu da, insanın, Allah’a karşı ubûdiyyetinin bir görüntüsüdür. Ve Resûlullah’ın bu ilticasında, şanı Yüce Allah’a şikâyetinin ve O’nun yardımıyla afi­yetini istemesinin anlamı ortaya çıktı!..

               Belki de o, başına gelen hâdiselerin, birşeyden ötürü Allah’ın kendisine gadablanmış olması sebebiyle vuku bulmuş olacağından korkmuştu. Bu yüzden de, duasının arasında şunu da demişti; «Eğer bana kızgınlığın yoksa, çektiklerimin hiçbirine aldırış etmem.»

               Bunlardan sonra, Isrâ ve Mi’rac ziyafeti Allah tarafından ona bir ikram olarak, azim ve kararlılığını yenilemek için gelmişti. Yi­ne Mi’rac, Resûlullah’ın kavminden çektiği eza ve cefaların, Allah’­ın kendisini terketmesi veya ona kızması yüzünden değil de; an­cak bunların Allah’ın bir kanunu olduğuna ve her zaman, her asır­da İslâm Davetinin kanununun böyle olduğuna işaret etsin diye geldi.

               3- Resûlullah’ın geceleyin Mescidi Aksâ’ya götürülüşündeki hikmet

               Gerçekten, Hz. Peygamber’in Beyt-i Makdis’e götürülmesi ile ora­dan da yedi kat göklere çıkarılışının aynı anda olması, Mescid-i Aksâ’nın Allah katındaki mevkisine ve kudsiyetine işaret etmektedir. Yine İsa Aleyhisselâm’ın getirdiği ile Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ge­tirdiği arasındaki sağlam alâkaya ve bütün peygamberlerin ara­sında, Allah kendileriyle gönderdiği tek din bağının bulunduğuna İşaret etmektedir.

               Yine bunda bir işaret vardır ki, o da her asırda yaşayan müslümanlar tarafından bu mukaddes bölgenin muhafazasının ve her türlü düşman müdahalesinden korunmasının gerekli olduğudur. San­ki ilâhi hikmet, bugünün müslümanlarını, bu mukaddes yer üze­rinde bulunan Yahudiler karşısında perişan olmamaya, korkaklığa kapılmamaya ve gevşememeye; bu mukaddes yerden yahudileri te­mizlemeye ve orayı tekrar eski sahipleri olan mü’minlere iade et­meye çağırıyor.

               Anlayan kim? Belki de bu yüce yolculuğun etkisiyledir ki, Selâhaddin Eyyûbi (Allah rahmet eylesin) ya zafer, ya ölüm diyerek bu büyük savaşa atılmıştı. Haçlıları geri püskürtünceye kadar, bu mukaddes bölgede haçlı saldırılarını kırmak için bütün gayretini sarfetmişti ve sonunda haçlılar, eli boş olarak geri dönmek zorun­da kalmışlardı.

               4- Cebrail Aleyhisselam, Resûlullah’a süt ve şarab sunduğu zaman, Resûlullah’ın sütü şaraba tercih etmesi, İslâm’ın fıtrat dini olduğuna sembolik bir işarettir. Yâni bu öyle bir dindir ki; ahkâmın da, akidesinde hep, insanın fıtratının gereği olan şeylerle uyum sağlar, insanda bulunan temiz fıtratla, sonradan arız olan şeyler, yâni onunla aykırılık teşkil eden şeyler İslâm’da yoktur. Şayet fıtrat, uzunluğu ve boyutları olan bir vücut olsaydı, elbette İslam din ona yetecek kadar geniş bir elbise olurdu!..

               İslâm’ın geniş alanlara yayılmasındaki ve insanlar tarafından çabucak kabul görmesindeki sırların en önemlisi budur. Yani fıtrat dini oluşudur. Çünkü, insan medeniyet yolunda ne kadar yükselirse yükselsin, maddi mutluluk da onu ne kadar bürürse bürüsün yine o, fıtratın gereklerine cevab vermek için aramaya devam edecek ve tabiatına ters düşen inanç ve ödevler bağından kurtulmaya çabalıyacaktır. İslâm ise, beşer fıtratında bulunan bu yönelişleri cevablandıracak biricik nizamdır…

               5– İsrâ ve Mi’rac hem ruh, hem cesetle birlikte olmuştu. Mütekaddiminden ve Müteahhirînden bütün müslümanlar bunun üzerinde ittifak etmişlerdir. Nevevi, Müslim şerhinde şöyle diyor:

               «İnsanların ekserisinin, seleften çoğunluğun, kelâmcılardan, hadişçilerden ve fıkıhçılardan müteahhir imamların tümünün üzerinde bulunduğu kanaat şudur ki; Resûlullah cesediyle, Mi’rac’a götü­rüldü. Hadîslere vâkıf olanlar ve araştırmacılar bilirler ki, hadisler de buna delâlet etmektedir. O halde yeni bir delil olmaksızın o ha­dîslerin zahirinden sapmak doğru değildir. Onları böylece anlamak da muhal birşey değil ki, te’vîle ihtiyaç duyulsun[8][70]».

               îbn Hacer de Buhâri Şerhi’nde diyor ki: «Gerçekten îsrâ ve Mi’rac aynı gecede, uyanıklık halinde ve (cesedle ruh her ikisi birlikte gerçekleşmiştir. Hadisçilerden, kelâmcılardan ve fakihlerden cumhûr-u ulemâ bu kanaate sahiptirler. Sahih haberlerin zahiri onun üzerinde ittifak halindedir. Bunlardan uzaklaşmak uygunsuz olur. Çünkü onda akılla tenakuza düşecek bir durum yoktur ki, tevile ihtiyaç duyulsun[9][71]

               İsrâ ve Mi’rac’ın; beden ile ruhun birlikte olduğunda şübheye mahal bırakmayan bir delil de; yukarıda zikretmiş olduğumuz, Kureyş müşriklerinin bu olayı alaya almaları, şaşkınlıkla karşılama­ları ve Peygamberimizi yalanlamada acele etmeleridir. Çünkü mesele sadece bir rü’ya meselesi olsaydı ve Resûlullah bunu bir rü’ya şeklinde onlara haber verseydi; onların bu olaya şaşmalarına, göz­lerinde büyütmelerine ve inkâr etmelerine gerek kalmazdı. Çünkü uykuda görülen şeylerin belli bir sının yoktur. Bilâkis bu gibi bir rüyayı görmek o vakit müslümana da, kâfire de caiz olur. Eğer iş böyle olsaydı, elbette, müşrikler Resûlullah’ı susturmak maksa­dıyla ondan Mescidi Aksâ’nın özelliklerini, kapılarını ve duvarları­nı sormazlardı.

               Bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine ve aklın bunu nasıl değer­lendirdiğine gelince, kâinat ve hayat mucizelerinden her mucize nasıl gercekleşiyorsa o da öyle gerçekleşmiştir. Biz biraz önce de­miştik ki, bu kâinatta olup bitenlerin tümü mucizeden başka birşey değildir. Akıl bunların tümünü kolaylıkla ve basit bir şekilde kav­radığı gibi, yine mucizeleri de kolaylıkla ve basit bir şekilde kavra­ması mümkün olur.

[1][63] Mi’rac ve îsrâ kıssası hakkında daha fazla bilgi edinmek istenirse, Müslim’in veya Buhârî’nin sahihlerine ya da diğer hadîs kaynaklarına başvurulsun. Ml’râc-ı İbn Abbas» gibi kitabiara güvenmekten sakınmak gerekir. Bu kltab yalan ve uydurma sözlerle doludur. İbn Abbasın bu kitabla hiçbir alâkası yoktur.

[2][64] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 154-156.

[3][65] Ankebût sûresi, âyet: 50.

[4][66] Dr. Şibli Şümmeyll bu sözü «Yaratılış ve Tekâmül Nazariyesi» adlı kltabıu Arapçaya tercümesinin ön sözünde zikretmiştir.

[5][67] ZÜPkani, Muvatta1 Şerhi: c. 1, s. 65.

[6][68] İbn Kesîr, Tefsir: 4/261.

[7][69] «Muhammed’in Hayatı» adlı kitabın yazarı da bunlardan biridir Resûlul]ıh’:n hayatı hakkında hayalî nazariyesinin kendi aleyhine dönmemesi İçin bu eıbl hadislerin zorlamasından kaçarak sağa sola garib \slpalar yapıyordu.

[8][70] Nevevi Şerhi, Sahih-i Müslim: c. 2, s. 290.

[9][71] Îbn Hacer, Pethu’1-Bâri: c. 7, a. 136- 137.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.