KELİMELER VE KAVRAMLAR (73) KÜFÜR-KÂFİR-TEKFİR
Örtmek veya şükrünü yerine getirmeyerek erişilen nimeti örtmek, nankörlük etmek. Bundan dolayı arapçada karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye kâfir (örten) denmiştir. Terim olarak küfür, imanın zıddı yani imansızlıktır. Başka bir deyişle Allah’ın varlığını ve birliğini, peygamberliği, Hz. Muhammed’in Allah katından getirdiği kesin olarak belli olan şeyleri inkâr etmektir. İslam dininde inanılması gereken şeylere inanmayan kimseye de gerçeği örttüğü için kâfir denir. Küfür için iman edilecek şeylerin tümüne inanmamak şart değildir. Bunlardan birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür.[1]
Küfür kalben olduğu gibi söz ve davranışla da olabilir. Her hangi bir zorunluluk olmadığı halde diliyle insanı küfre götürecek bir söz söyleyen, inanılması gereken şeyleri küçümseyen onlarla alay eden yahut imanla bağdaşmayan işleri yapanlar da kâfir olur. Ancak ölüm tehdidi karşısında bulunan bir kimse gönlü imanla dolu olduğu halde canını kurtarmak için istemeyerek küfrü gerektiren bir söz söylerse dinden çıkmış olmaz (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1960, c.1, s. 207-208; Asım Efendi Kamus Tercümesi, c.2, s. 662).
Küfrün en büyüğü; Allah’ın birliğini ve şeriatı veya peygamberliği inkâr etmektir.[2]
Yine aynı kökten gelen küfran ise nimeti örtmek yani nankörlük etmek demektir. Günahları örten bedele de keffret denir.Küfr din dilinde imanın zıddıdır yani imansızlıktır. Bir insanın iman etmesi mümkünken iman etmesi gerekirken iman etmemesidir. Bu çeşit küfr yalanlamayı inkarı ve iman ilkelerini ikrarı (söylemeyi) terk etmek demektir.[3]
“…Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.”(Bakara 85)
“Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür.”(Adiyat 6)
“Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra yine sizi öldürecek, yine diriltecektir ve sonra yalnızca O’na döndürüleceksiniz.”(Bakara 28)
“Şâyet kendilerine (niçin alay ettiklerini) sorsan, “Biz sadece lâfa dalmıştık ve aramızda eğleniyorduk”, derler. De ki: “Allah’la, O’nun âyetleriyle ve peygamberiyle mi eğleniyordunuz?” Boşuna özür dilemeyin! Çünkü siz, (sözde) iman ettikten sonra küfrünüzü açığa vurdunuz. İçinizden (tövbe eden) bir zümreyi affetsek bile, suçlarında ısrar etmeleri sebebiyle, diğer bir zümreye azap edeceğiz.”(Tevbe/65-66)
Kafirin Kalbi
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur. Kalpler dört sınıftır:
1.Tertemiz bir kalptir ki onun içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu kalp mü’minin kalbidir.
2.Simsiyah bir kalptir ki baş aşağıdır. Bu kalp kâfirin kalbidir.
3.Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlı bir kalptir. Bu kalp münâfığın kalbidir.
4.Açık bir kalptir ki orada hem iman, hem de nifak bulunur. O kalpteki imanın misâli, baklanın misâline benzer. O baklaya tatlı su yardım eder. Oradaki nifakın misâli ise, çıbanın misâline benzer. O çıbanın gelişmesine irin ve sarısu yardım eder. Bu bakımdan bu iki maddeden hangisi galipse, o kalp için bu galip madde ile hükmedilir.[4]
“Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”(Bakara/6-7)
Küfrün Sebepleri
a- Büyüklenme (istikbar),
b- Haddi Aşmak (Taşkınlık),
c- Haset,
d- Düşmanlık
e- Utuv ve Tuğyan (Çılgınlık, azgınlık),
f- İstiğnâ (Kendini yeterlilik zannı),
g- Cebbarlık (İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koyması)
Yukarda yazılı maddelere dikkat edersek bunlar mü’min bir kimsede olmaması gereken vasıflar. Dolayısıyla Müslümanlar kâfirlerle ilişkilerinde bu meseleyi dikkate alarak ilşkilerini sürdürmelidirler ki diyaloglarında mü’min olmayan bir kimse bilerek yani kasıtlı, ya da kasıtsız olarak küfür amelini ya da fiilini işleyebilir mü’minler bu konuda uyanık davranmak zorundadırlar.
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.”(Maide 51)
“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: «Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur.» Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tutku) larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.”( Bakara 120)
“Ey müminler, kendinizden başkasını sırdaş ve dost edinmeyiniz. Olanca güçleri ile size zarar dokundurmaya, dirliğinizi bozmaya çalışırlar, karşılaştığınız her sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır ama kalplerinde saklı tuttukları kin daha büyüktür. Eğer düşünecek olursanız size ayetlerimizi açık açık anlattık.”( Al-i İmran 118)
Allah azze ve celle Kur’an’ın birçok ayetinde mü’minlerle kâfirlerin ilişkilerini belirlemiştir. Mutlak manada onları dost edinmek, sırdaş olmak, onlara benzemek kesinlikle yasaklanmıştır. Bu durum ameli değil akidevi bir meseledir ki, Mü’minler için tek yol Allah’ın kitabına uymaktır. Fakat Allah cc izin verdiği kadarıyla onlarla ticaret yapmak ve ilişkide bulunmak caizdir.
1) Kavli Küfür
Elfaz-ı küfür denilen insanı küfre götüren sözlerden birini surçu lisan veya ikrah-ı mulci olmadan şaka ile bile olsa (Allah Muhafaza) söyleyen kişi imandan sonra küfre girmiş olur. Bazı kişiler “Bir kelime ile dinden dönmek olur mu?” derler. Oysa bir kelime-i tevhid ile iman dairesine giriliyor. O halde tevhidin manasını bozan bir kelime ilede (HafazanAllah) dinden çıkılır. Bu bahis elfaz-ı küfür bölümünde izah edilmiştir.
Lâfzî Olarak: İslam itikadına aykırı olarak söylenen sözler de imanı bozar Bunlara” Elfazı Küfür” denir. Yanı issanı küfre götüren sözlerdir. Bu sözleri bilerek söyleyenlerin küfrü hakkında İslam uleması müttefiktir. Ancak bilmeyerek söyleyenlerin küfre girmesi hususu ihtilaflıdır. Cumhuru ulema küfür olur demiş bazıları ise cehaleti mazaret görmüşlerdir. Bir Müslüman bunları öğrenmesi ve kendini (akidesini) muhafaza etmesi farzdır.
Elfazı Küfrün istisna-i Durumları
Elfazı küfürden müstesna (küfre götürmeyen) çeşitli durumları vardır.
A- Çoçuk: Akıl baliğ olmamış olan bir çocuk teklife muhatap olmadığından elfazı küfür söylemekle tekfir olunmaz. Ancak velisi durumundaki kimselerin zarurat-ı diniyeyi çoçuklara öğretmeleri üzerlerine farzdır.
B – Sürçü lisan: Elfazı küfrün söylenmesi kasdetmediği halde dil sürçmesi ile sadır olması durumunda küfür vaki olmaz.
C- Kinayeli Söz: Birden fazla mana içeren tevile müsait olan ve manalarından birisi küfür alameti olmayıp kişinin imanının bozulmamasına delalet ederse o söz elfazı küfür olarak değerlendirilmez. Hatta bir söz yüz (100) manaya gelse 99 manası küfre birtek manası da imana delalet etse yargıcın imana delalet eden manası üzerine hükmetmesi lazımdır. Zira bir mü’min mürted olmaktan kurtulması 100 tane kâfirin imana davet eilmesinden evladır.
Bu durum dahi mürtet ile kafir arasındaki farkın büyüklüğüne alamettir.
D- Cinnet: Delilik halinde söylenen bir elfazı küfür de değerlendirmeye tabi olmaz Ancak cinnet durumu aralıklı olupda ayıldığı vakit söylenirse küfür hükmü ile degerlendirilir.
E – Sekr: Sarhoş olup ne söylediğini bilmeyen kimsenin söylediği elfazı küfür de küfür hükmü ile degerlendirilmez.
F – Uyku: Uykuda sayıklama durumunda ne söylediğini uyandıktan sonra tam bilmeden söylenen elfazı küfür de değerlendirilmez.
G – İkrah: Baskı altında elfazı küfür veya efali küfür söylemektir.
2) Ef al-i Küfür
Küfrü mucib bazı fiil ve hareketlerdir. Herhangi bir küfür itikadının sembolü olan alametlerdir. Bunlara alamet-i farika veya şiaru küfür denir. Kalenseve-ul Mecus denilen şapka, zünnar denilen hristiyanların bel kuşağı, salip denilen haç· ın. kosriç ve gıyyar gibi alametlerin takınılması giyilmesi veya kuşanılması efali küfürdendir.
Gerek efali küfür gerekse de elfazı küfür durumlarıyla, küfre girmenin mümkün olduğu hususunda Kuran-ı Kerimde bazı ayeti kerimeler vardır.
“Şüphesizki İman ettikten sonra küfürde ileri gidenlerin tevbeleri bu yüzden asla kabul edilmeyecektir! İşte onlar ise, dalalete düşenlerin ta kendileridir.”(Al-i İmran 90) buyrulmaktadır.
Bu ayeti kerimede bir kimsenin iman ettikten sonra elfazı küfür, efali küfür ve ya bilerek irtidat etmek suretiyle küfre giren kimselerin samimi olarak tevbe etmeden girdikleri küfür halinda devam etmek suretiyle ölen kimselerin kafir olarak öldükleri, zamanında tevbe etmedikleri için sonradan tevbelerinin kabul olunmadığı ve ahiret hayatında varacakları yerlerinin ebediyen cehennem olduğu keyfiyetleri tamamen ifade olunmaktadır.[5]
Tekfir meselesi: Bu mesele, Müslümanların birliğe en ziyade muhtaç oldukları zamanımızda, iyi anlaşılması, söz ve tavırlarımızı ona göre ıslah etmemiz gereken bir meseledir.
Bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek.
Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir. Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Hatta bir mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir. Bu konudaki tartışma, Haricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz. Ali’nin döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.
Hz. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali’yi, Allah’ın hükmünü bırakarak beşerin hükmüne başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Haricî olarak adlandırılan bu gurubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilahare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir.
Bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.
Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
a) Haricîler: Değişik fırkalara bölünmüş olan Haricîler, büyük günah işleyen ve tövbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir. Ancak böyle bir günah işleyen kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda aralarında ihtilaf vardır. Bazılarına göre ise, mümin değildir ama muvahhiddir. Küfre girmiştir ama onun küfrü, küfran-ı nimet kabilinden bir küfürdür. Tövbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalacaktır.
Haricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın, Hz. Âdem’e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren şu ayeti delil olarak zikrederler; “Bir zamanlar biz, meleklere (ve cinlere); “Adem’e secde ediniz ” dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu” (el-Bakara, 2/34). Onlara göre şeytan Allah’a itaatkâr ve O’nu bilen biriydi. Hz. Âdem’e secde etmekten kaçınarak büyük günah işlemiştir. Bu nedenle kâfir olarak lanetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur (Şehristânî, Nihayetu’l-İkdam fî İlmi’l-Kelâm, Bağdat t.y 471).
Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi, Allah’a başkaldırma ve O’na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir ve bu nedenle de imandan çıkmış küfre girmiştir.
b) Mutezile: Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez ama bu kimse mümin de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tövbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.
Mümin, övgüye lâyık bir kimsedir. Oysa büyük günah işleyen kişi, Kur’an’da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır. Bu durumda olan kişi kâfir de değildir (Kadî Abdulcebbar, Şerhu Usûli’l-Hamse, Kahire, 1965, 712).
Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri âyetler: “Mümin olan hiç fasık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar” (Secde, 32/18).
“Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar” (el-Bakara, 2/81).
“Kim bir mümini kasten öldürürse cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir” (en-Nisâ, 4/93).
Mutezile, bu ve benzeri ayetlere dayanarak büyük günah işleyenin mümin olmaktan çıktığı ve fasık olduğunu, cehennemde de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir.
Hadislerden getirdikleri deliller ise; “Emanete riayet etmeyen kimsenin imanı yoktur” hadisiyle benzeri hadislerdir (bk Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, çev: S. Uludağ, İstanbul 1980, 265).
Mutezile’nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah işleyen biridir veya hep iyilik. Yahut iyiliğin yanında kötülük de işlemektedir. Sadece iyilik işliyorsa mümindir ve kurtuluşa ermiştir. Sırf kötülük işliyorsa, o zaman taatı yok demektir ve kâfirdir. Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez. Ya iyiliği, yani taatı fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır. Hangisi fazla ise, kişi ona nisbet edilir. iyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine hükmolunur (Kadî Abdulcebbar, a.g.e., 624).
c) Mürcie: Haricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak davranan fırka Mürcie’dir. Onlara göre amelin iman üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. İman, Allah ve Resulunu bilmektir. Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaktır (Eş’arî, Makalâtu’l-İslâmiyyîn, Wıesbaden 1980, 132). Büyük günah işlemenin de ona bir yararı yoktur.
d) Ehl-i Sünnet: İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır. Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî arzular da olabilir. Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler. İşlediği günah büyük de olabilir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez. Ama sırf Allah’ın emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri mümin değil, kâfirdir.
Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı imanın temel direği, taatleri (Allah’ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınmayı) da dalları olarak değerlendirmişlerdir. iman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana gelir. Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemeyeceği gibi, birkaç dalı eksik olan ağaç da ağaç olmaktan çıkmaz. Eksik bir ağaçtır sadece. Selef, iman eksilir ve artar derken dallar mesabesinde olan taatlerin eksilip artabileceğini kastederler. Böylece taatleri de imandan sayarlar. Yani amel imanın bir cüz’üdür. Ancak bu cüz’den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz. imam Eş’arî (ö. 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve artmayı kabul ettiği görüşünde oldukları belirtir (Risaletu Ehli’s-Sağr, Mısır-1987, 93; Ayrıca bk. Enfal, 8/2; Tevbe, 9/124; Fetih, 48/4).
Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine sokar. Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil bir iman değildir. Kâmil iman, Allah’ın emirlerine riayet ve yasaklarından sakınmakla gerçekleşir. Küfür nasıl kademe kademe ise, iman da öyledir. Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında; iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden farklıdır.
Günah işleyen kimsenin küfre girmeyeceği ayetlerle de sabittir. Adam öldürmek büyük günahlardandır. Bununla birlikte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, adam öldürmek hadiselerinde üzerinize kısas farz kılındı” (el-Bakara, 2/178). Ayetin devamında da şöyle buyurulmaktadır: Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman kısas düşer.” Görüldüğü gibi ayet katili, öldürülenin velisinin kardeşi olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin kastedildiği apaçıktır. Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır:
Müminlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz” (Hucurat, 49/9). Bu ayette de, birbirleriyle savaşan iki gurubu da mümin olarak nitelemektedir.
Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tövbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için dua edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (s.a.s)’in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmet’in kesintisiz icmaı vardır. Halbuki bu gibi şeylerin müminden başkası için caiz olmadığı meselesinde ümmet yine ittifak halindedir (Taftazânî, a.g.e 264).[6]
Tekfir hususunda dikkat edilmesi gerekenler:
Resûlüllah (SaUallahü Aleyhi ve Sellem):Her hangi bîr kimse din kardeşine; «ey kâfir,» derse bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne a’lâ! Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner. buyurdular.[7]
“Bizi, dosdoğru olan yoluna ilet!”.(Fatiha 6)
Ulemâ, her ahlâkın ifrat ve tefridi olmak üzere, iki tarafı bulunduğunu açıklamıştır ki, bu ıkı taraf da kınanmıştır. Hak olan. Orta olandır Bu hususu. Cenâb-ı Hakk “İşte böylece Biz sizi orta bir Ümmet kıldık ” {Bakara. 143) ayetiyle tekid etmektedir Ayette geçen,”sözünden maksad, âdil ve dosdoğru olandır. Mümin delillerle Allah’ı tanıyınca, hidayete ulaşmış bir mümin olur. Bu halin meydana gelmesinden sonra, onun şehevî ameller, öfke dolu fiiller ve malını infak etme hususunda ifrat ve tefritin iki ucu arasındaki orta bir yol olan adaleti bilmesi gerekir. Böylece mümin kul, Allah’tan her türlü ahlâk ve her türlü fiil hususunda bu iki aşın ucun arasında kalan ve orta yol olan, dosdoğru yola iletilmesini ister.[8]
Dereceleri Bakımından Küfrün Çeşitleri
Her küfür kelimesi sahibini kafir etmez. Küfre girmenin de belirli derecesi vardır. Bu bakımdan küfür yine iki çeşittir.
a) Küçük Küfür
Küçük küfre küfran-ı nimet de denir. Bu Allah(c.c)’a, Peygamberine, Dinine ve Nimetlerine karşı nankörlüktür. Bu çeşit küfrün faili istilahı manada tekfir edilemez.
Küçük küfür yüce Allah(c.c)’ın ihsan ve in’am ettiği ni’metlerin kadrini bilmemek ve onlara hürmetsizlik etmektir. Bu husustaki tevazu bazen küfran-ı nimeti istilzam eder. Bu da küfran-ı nimet olur. Bazen de ni’metin takdisi iftihar olur ki bu da aynı hükmü gerektirir. Bu durumlardan kurtulmanın yegâne çaresi ne küfran-ı nimet olsun, ne de iftihar olsun, meziyet ve kemalat ikrar edilmekle beraber mün’imi hakiki olan yüce Allah’ın eseri ve ni’metleri olduğunu kavrayıp ikrar etmektir.
İslam dinin, gerek kuranı kerimden gereksede rasulullahın sünnetinden olan emir ve yasaklarına uymak şükür, uymamak ise küfran-ı nimettir. Nimete şükür vaciptir. Şükretmemek haramdır. Yüce Allah’m vermiş olduğu nimetlerine şükretmek kulun görevi ve mükellef olduğu bir ibadettir. Şükrün terki ise küfran-ı nimettir. Ancak ıstılahi küfür değildir.
“İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır.”(İsra/83)
İman-ı kâmil sahibi mü’minin görevi Allahın verdiği nimetlere şükreder onun Allah’tan olduğunu bılir. Kendini dünya malına kaptırıp azgınlık yoluna girmez. Sıkıntılarda ise her şeyin Allah’tan olduğunu bilip, Allah’tan ümidini kesmez. Ve bu iman kuvveti kendisi için her sıkıntıda en büyük teselli olur. Nimete şükretmeyen ve her halukarda ümidini korumayan kişiye kâfir denmez. Bu kişi haram işlediği için ancak ameli fasık olur.
b) Büyük Küfür
Büyük küfür; mutlak küfür çeşitlerinden her birisi bu nev’i küfürdendir. Gerek küfrü muayyen, gerek küfrü mutlak, gerek büyük küfür ve gerekse de küçük küfür çeşitlerinin her birisi farklı farklıdır. Ancak bunları birbirine karıştıranlar yanlış karar ve sonuçlara varmışlardır. Bu küfür çeşitleri isimde müşterektir. Ancak müsemmada müşterek değildir. Bunları ayırt edemedikleri için tarihte iki fırka haktan sapmışlardır. Hariciler her nev’i küfrü mutlak manada ele almışlar ve her küfrü dinden çıkartan küfür manasında değerlendirmişlerdir. Murcie ise bunun tam zıddı olarak her türlü küfrü mukayyed manada ele alarak her çeşit küfrü İslamdan çıkarmayan küfürden saymışlardır.
Cehalet, mazeret midir? Sorusuna biz, “cehalet mazerettir; ama herkese, her mes’elede, her zaman değildir.” deriz. Küfrü ele alırken, bazen istılahı bazenda lügat manası hakim olduğundan tek tek ele almak lazımdır. İslam, mutlak manada müsbeti ve menfi ele alırken, müsbetin gündeme gelmesi için olur. Menfiin değil, aksi olursa, insanı tehlikeye götürür. Cehaletin zıttı ilimdir; İlmin boş bulduğu yeri, cehalet doldurmuştur. Namazı terk eden kâfirdir derken, “terk eden” nekreli” bir ifade olduğundan umum olarak ele alınır. Yani umumiyet kim terkederse sözündedir. Ancak “Ahmet terkederse” denilmiyor, işte buna “tekfırul amme” denilir. Katiyyetle umum meseleleri tekfir etme, muayyen tekfir değildir. Katiyyetle umum meselelerde tekfir, meselelerin hükmünü beyan etme tekfuru! Muayyen değildir.
Namazı terk etmenin hükmü nedir? Denildiğinde, namazı terketmek küfür, terkeden kâfir dir denilir. Ancak, “ben namazı terk ediyorum” denilirse, senin kafir olduğun hükmü verilmesi için, Namazı terk etmenin, böyle bir cürmü irtikab etmenin ne demek olduğunu bilmen gerekir, yani, mazeret hüccet ikame edilmesi gerekir. Bu gibi müşkülatların kaynak noktası, temelde ifadelerin ve ifade biçimlerinin anlaşılmamasından kaynaklanmakladır.[9]
Küfürden korunma yolları:
“O halde sen ve beraberinde tevbe edenler, emrolunduğunuz şekilde, doğru yolu tutun. Sizden hiçbiriniz büyüklenip, Allah tarafından konulmuş sınırları aşmasın; çünkü unutmayın yaptığınız herşeyi O görüyor.”(Hud 112)
“Emrolunduğun gibi” Rabbinin emriyle amel etmek ve ona davet etmek üzere “dosdoğru ol.” İstikamet, vahyî ve İslâmî hükümleri indirildiği gibi, beyan etmek ve ibadet vazifelerini eksiksiz ve aşırıya gitmeden yerine getirmek gibi hem akaid hem de amellerde dosdoğru olma manasını ihtiva etmektedir. Bundan dolayı istikamet üzere olmak çok zordur. Bunun için Efendimiz (s.a.) “Beni Hûd suresi ihtiyarlattı” buyurmuştur.
Ya Muhammedi Sen ve seninle birlikte iman edenler itikad, amel ve ahlâk hususunda ifrat ve tefrite düşmeden istikamet yoluna sarılın. İstikamet Allah’ın zat ve sıfatlarında birliğini kabul etmeyi, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza görme, melekler ve arş gibi gaybî hususlara iman etmeyi, Kur’an’ın ibadetler ve muameleler çerçevesinde emrettiklerine sarılmayı gerektirir. Bu, yüksek bir derece olup, nefsiyle cihad eden, nefsi arzulan ve şehvetlerini tatminden vazgeçenler dışındaki kimseler için oldukça zordur.[10]
“Ey iman edenler! Eğer siz, Allah’ın davasına yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı İslâm’ın hakkını koruma yolunda sağlam tutar.”(Muhammed 7)
İslâm’ın ikamesine yardımcı olan kişiler Allah’ın yardımcıları olarak isimlendirilirler. Allah insanlara serbest irade vermiştir. İnsan ister isyan eder, ister itaat eder. Ancak ikna yoluyla insana itaat yolu açık bırakılmıştır. Çünkü O, serbestlik bahşettiği alanlarda insanlara isteklerini zorla kabul ettirmez. Bilâkis nasihat ve muhakeme yoluyla kabul ettirmek ister. İnsanları tavsiye ve nasihatla doğru yola ulaştırmak Allah’ın işi olduğundan Allah, İslâm’ı yaymak için güçlerinin son noktasına kadar çabalayanları “yardımcıları ve dostları” olarak adlandırır. Gerçekte bu, bir kulun ulaşabileceği en üst derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bu gibi diğer ibadetleri yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat o, Allah’ın dininin yayılmasına çalıştığında, Allah’ın “dostu ve yardımcısı” olma gibi eşsiz ve yüce bir konuma yükselmektedir. Bu da bir insanın bu dünyada ruhî yücelme ile kazanabileceği en yüksek makamdır[11].
[1] Şamil İ.A.
[2] El- Müfredat
[3] H.Ece İslamın temel kavramları
[4] İmam Ahmed, Taberânî
[5] Ş.Sarı- İslam Akaidi c4
[6] Şamil İ.A.
[7] Müslim İman 111
[8] Tefsir-i Kebir
[9] Ş.Sarı-İslam Akaidi c.4
[10] V.Zuhayli (Hud 112)
[11] Tefhimu-l Kur’an (Al-i İmran 52)