KELİMELER VE KAVRAMLAR (76) MELE-MÜTREF
MELE-MÜTREF
Mele; Bir görüş üzerinde söz birliği yapmış topluluk demektir.[1]
Mele’ kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de otuz ayrı yerde geçmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bu terim, genellikle bir topluma tesir edip yönlendirme gücüne sahip kişiler ve yöneticilerin kendileriyle istişare yaptığı bir kesim için kullanılmaktadır. “Mele'” kelime olarak bir olumsuzluğu bünyesinde taşımamakla birlikte; Kur’an-ı Kerim’de bu kelime ile toplumlarını, Allah’ın peygamberine karşı kışkırtıp, onlara uymaktan alıkoyan ve oldukça kibirli tiplerden oluşan zümre kast edilir. Bu tip mele’in önemli bir özelliği de; toplumda iyilik, cömertlik, ilim, hikmet gibi insanı gerçekten yükselten vasıflarla değil de; zorbalık, zulüm, hor görme gibi insanı aşağıların aşağısına indiren özelliklerle veya zenginlik ve dünyevî makamlarla üstünlük taslayanlardan oluşmasıdır. Allah Teâlâ peygamberlerini gönderdiği zaman, onlara karşı ilk tavır alanlar ve getirdikleri mesajı reddedenler her zaman büyüklük taslayan müstekbir, mutraf ve mele’ kavramlarının içine giren yöneticiler ve sermaye sahibleri olmuşlardır.
Buna karşılık tarih boyunca Cenabı Allah’ın gönderdiği peygamberlere ilk önce uyan kimselerinde mustazaflar oldukları görülmektedir. Müstekbirler (mele’) ise kendilerinden daha büyük ve daha şerefli kimselerin olabileceğini kabul etmedikleri için, şereflerin en büyüğü olan peygamberliğin kendilerine değil de dünyevî açıdan kendilerinden aşağı olan kimselere verilmesini hazmedememişler ve onların karşısına dikilip işkenceler yapmış, inananları sürekli olarak küçümseyip durmuşlardır. Müstekbirler (büyüklük taslayanlar)ın, inanan kimseleri küçümsemelerinin sebebi, onların manevî büyüklüklerinin karşısında kendi hiçliklerini daha müşahhas şekilde hissetmeleridir. İnanan insan, hiçbir maddi güce sahip olmasa bile, Rabbinin vaadine güvenerek bütün zalim güçlere karşı meydan okur, kendilerini ilâhlaştıranları ve onlara uyanları tanımadığını bütün açıklığıyla yüzlerine karşı haykırır. İşte bunun içindir ki akılları cahilî yaşamın pislikleriyle bulanmış kalabalıkları etkilemek için sahip oldukları servet ve makamları ileri sürerek büyüklenir ve inanan insanlara bu yolla saldırılarda bulunurlar. Aslında bu, müminlere karşı duydukları aşağılık duygusunu değişik bir ifade ile itiraf etmelerinden başka bir şey değildir.
Onların nefislerini ilâhlaştırmış olmaları vahyin gerçekliğini kavramalarını engelliyordu. Allah Teâlâ, Nuh kavminin mele’inin peygamberlerine karşı takındıkları tavrı şöyle dile getirmektedir: “Nuh kavminin ileri gelen (mele) kâfirleri; “Seni ancak bizim gibi beşer olarak görüyoruz. İçimizden sana basit görüşlü en adi kimselerden başkasının tabi olduğunu görmüyoruz. Bilâkis yalancı olduğunuzu sanıyoruz” dediler” (Hûd, 11/27).
Kur’an-ı Kerim’de zikredildiği gibi, sonraki Resuller benzer türde direnmelerle karşılaştılar, sürülmekle hatta öldürülmekle tehdit edildiler. Medyen halkının müstekbir (iman etmeyi kibirlerine yediremeyen) mele’i Şuayb (a.s.)’a şöyle diyordu; Ey Şuayb! Seni ve seninle birlikte iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut da bizim dinimize döneceksiniz” (el-A’râf, 7/88).
Firavn ve mele’inin Musa (a.s)’a karşı takındığı tavrı Allah Teâlâ şöyle dile getirmektedir: Sonra Musa ve kardeşi Harun’u ayetlerimiz ve apaçık delillerimizle Firavn ve mele’ine (erkânına) gönderdik. Fakat onlar kibirlendiler. Zaten kendileri büyüklük taslayan bir kavimdi” (el-Müminun, 23/45-46).
MUTRAF, MUTRAFİN
Kendisine verilen bol nimetlerle azıp şımaran ileri gelenler.
“Mutraf” “Te-Ri-Fe” fiilinin “Ef-A-Le” Babına nakledilmiş hali olan “Et-Ra-Fe” fiilinin ism-i mef’ulüdur. “Terife”, “Suyu bol, taze ve hoş olmak, birisini nimetlendirmek” “Etrafe” ise, “azgınlıkta ısrar etti, bolluk verdi, şımarttı, nimetten ötürü sevindirtti” anlamlarına gelir. “Et-Ra-Fe”, “isteği yerine getirmek, nimetlendirmek, arzu edileni vermek, şımartmak, coşturmak, azdırmak” manâlarında; “mutraf” ise, “dünya nimetleri ve şehvani şeyler hususunda geniş bir bolluğa ve nimete sahip kılınan” manâsında kullanılır.
Kur’an-ı Kerim’de “mutraf” kelimesi” “mele” teriminde olduğu gibi ilâhî emirleri unutup şirke dalan milletlere gönderilen peygamberleri inkâr edenlerin öncüleri olarak kullanılmaktadır. Bundan da anlaşıldığı gibi Mutraf, şirk toplumlarında dengesiz sermaye dağılımıyla ortaya çıkan, sermayenin büyük kısmını eline geçiren sınıftır. Bu sınıf, toplumun “müstaz’af” yani fakirliğinden dolayı küçümsenen, hor ve fakir görülen kesimlerinin üzerine basa basa yükselmiş, müstaz’afların ellerindeki bir avuç malı, ezerek, sömürerek, güç kullanarak almış, sonra da elde ettiği bu mallarla azdıkça azmış, şımarmış kimselerdir.
Mutrafin, tarih boyunca insanlığa gönderilen her rasûle maddî servetleriyle karşı durmuşlar, Allah’ın kendilerine nimet vermesinin kendilerinin iyi kimseler olduğuna delil teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim onlardan şöyle bahsediyor:
“Biz şirke dalmış hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın mutrafları (varlıkla şımarmış kimseleri); “biz sizin getirdiğiniz şeyi inkâr ediyoruz” derler. Her seferinde de, “biz malca ve evlâtça daha çoğuz ve biz azaba uğratılacak değiliz” derler ” (es-Sebe, 34/34-35).
Kurtûbî (671/1272), Katâde (118/736)’den rivayetle, âyetlerde geçen “mütrafiha” kelimesini şöyle açıklıyor: “Beldenin zenginleri, idarecileri, zorbaları ve şerrin kumandanları; peygamberlere dediler ki: “Eğer Allah dinimiz ve faziletimizden razı olmasaydı bu bolluğu, bu zenginliği bize vermezdi” (Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kurân, Dımaşk 1374, XIV, 305). Bu sözleri ile zenginliklerini, haklı ve doğru yolda olmalarına açık bir delilmiş gibi göstermek istiyorlar. Halbuki, servetin asıl kaynağını ve sahibini unutanlar için zenginliğin, dalalet kaynağı olduğu, “Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde muhakkak taşkınlık eder azarlardı” (eş-Şûra, 42/27) âyeti kerimesinden anlaşılıyor.
İbn Kesîr (774/1372) ise şöyle diyor: “Allah Teâlâ Rasûlünü teselli edip ve kendisinden önceki peygamberleri örnek almasını emrederek, şirke dalmış olan her memleketin; nimet, haşmet, servet ve riyaset sahipleri ile zorbaları, liderleri ve şerde önderlerinin gönderilen peygamberlere iman etmediklerini haber vermektedir.
İbn Kesîr bu âyetlerin tefsirinde şu hadisi nakleder: “Bize Kesîr… Ebû Hureyre’den nakletti ki Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuş: “Muhakkak ki Allah Tealâ sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak ve ancak kalplerinize ve amellerinize bakar” Müslim ve İbn Mâce Buharî, Kesîr kanalıyla Ca’fer İbn Burkân’dan nakleder”(İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, (çev: B. Karlığa-B. Çetiner). İstanbul 1986 XII, 6661, 6663).[2]
“Onun (Nuh’un) kavminden kâfir olan âhirete kavuşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz (mutraflaştırdığımız) ileri gelenler dediler ki: Bu, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer ve sizin içtiğinizden içer. Eğer kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz elbette hüsrana uğrayan kimseler olmuş olursunuz” (el-Mü’minûn, 23/33-34).
Bu âyetlerde bahâne olarak Rasûlün bir insan olmasını gösterirken, aşağıdaki âyetlerde de atalarının izini takip edip onları taklid ettiklerini belirtmekteler.
“İşte böyle, senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın mutrafları (varlıkla şımarmış kimseleri); biz babalarımızı bir ümmet(din) üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uymaktayız” dediler. “Ben size babalarınızı, üzerinde bulduğunuzdan daha doğrusunu getirmiş olsam da (yine babalarınızın yoluna)mı? (uyacaksınız)” dedi. Dediler ki; “doğrusu biz (herşeye rağmen) seninle gönderileni tanımıyoruz” (ez-Zuhruf, 43/23-24).
“Biz bir ülkeyi (dalmış bulundukları zulümleri yüzünden) helâk etmeği dilediğimiz zaman oranın mutraflarına (gönderdiğimiz Peygamberler vasıtası ile itaatı) emrederiz. Buna rağmen, orada fısk yaparlarsa o ülke üzerine (azâb) söz hak olur ve biz de orayı darmadağın ederiz” (el-İsrâ, 17/16);
“Âzâbımızı hissettikleri zaman onlar, derhal oradan (kaçmak için hayvanlarını) mahmuzluyorlardı. (Boşuna) kaçmayın, (bol bol) verilip içinde şımartıldığınız (mutraflaştırıldığınız) (nimetle) yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz” (el-Enbiya, 21/12-13):
“Nihayet biz onların refahtan şımarmış ileri gelenleri (mutrafları)nı azab ile yakaladığımız zaman hemen feryada başlarlar. Bugün artık feryâd etmeyin, bize karşı size yardım olunmaz” (el-Mü’minun, 23/64-65)
Allah’u Teâlâ, Vakıa sûresinde insanları ashab-ı yemin (amel defterleri sağdan verilenler), ashab-ı Şimâl (amel defterleri soldan verilenler) ve öncüler olarak üçe ayırmaktadır. Kur’an: Mutrafların, ashab-ı şimâl olarak Cehennemdeki durumlarını şöyle tasvir etmektedir.
“Âshab-ı şimâl (kitabı sol tarafından verilenler) …Nedir o ashab-ı şimal (solun adamları)? Delikçiklere işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, kara dumandan bir gölge altında ki ne serindir, ne de faydalı. Çünkü onlar bundan önce mutraflar idiler (varlık içinde şımarmışlardı). Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı. Ve diyorlardı ki: “Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?” De ki: “Öncekiler de sonrakiler de belli bir günün muayyen bir vaktinde toplanacaklardır” (el-Vakıa, 56/41-50)
Günümüz kapitalist toplumlar bir hayli güçlü olduğu için, dünyaya mutraflar egemen olmuş gözükmektedir. Mutrafın günümüzdeki karşılığı sermayeyi ellerinde tutan kapitalistlerdir. Bunlar, var güçleriyle Uluslararası ağlar oluşturarak insanların kanlarını vampirler gibi sömürmektedirler. Fakat ataları olan Karun gibi onlar da bir gün yok olacaklardır. Kur’an-ı Kerim’de kapitalistlerin en belirgin örneği Karun’dur. Şimdikiler de Karunvâri bir hayat yaşamaktalar. Akıbetleri de aynen onun gibi olacaktır. Hz. Musa’nın; malında fakirlerin hakkı olduğu ve zekâtını vermesi gerektiğine dair ikazlarını dinlemeyen, en sonunda kibir ve inadın zirvesine varan Karun, O’nu inkâr ederek -Firavun ve mele’inin yaptığı gibi- Hz. Musa’yı sihirbaz ve sahtekârlıkla itham etmeye başlar. Sahibi olduğu muazzam servetin, Allah’ın bir lütfu olduğunu inkâr ederek bunu sadece kendi kabiliyeti ile elde ettiğini iddia eder. Bu haliyle kavmi içindeki çoğunluğun, Hz. Musa’ya iman ve itimadını sarsıp delâletin kaynağı haline gelen Karun, Musa (a.s)’ın ikazlarını dinlemediğinden, sarayı ve bütün serveti ile beraber yerin dibine batırılır.[3]
Firavun, siyasî zulüm ve istibdadda bir sembol olduğu gibi; Karun da ekonomik istibdad ve ihtikârda bir semboldür. Bu suretle Karun kıssası, muhtekir bir kapitalistin kıssasıdır (Elmalılı, a.g.e, V, 3755).
“Karun, Mûsâ’nın kavminden idi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak, güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: Şımarma, Allah şımaranları sevmez” (el-Kasas, 28/76).
“Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi, dedi. O (mağrur), bilmedi mi ki Allah, kendisinden önceki nesiller arasında kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaatı bulunan nice kimseleri helâk etmiştir. Suçlulara günahlarından sorulmaz” (el-Kasas, 28/78),.
“Nihayet Biz, onu da, evini barkını da yere batırdık, Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini (savunup) kurtaranlardan da değildi” (el-Kasas, 28/81).
“Biz refah içinde şımarmış nice, şehri helâk ettik. İşte meskenleri onlardan sonra pek az oturulmuştur. Onlara hep biz varis olduk (hepsi bize kaldı)” (el-Kasas, 28/58).
Refah sebebiyle azgınlaşanlar ve mallarının kendilerini ölümsüzleştireceğini zannedenler fıskı fücurun yayılmasını arzu ederler. Ayrıca elde ettikleri imtiyazları kaybetmemek için İslam’a karşı savaşmayı ihmal etmezler. Mele ve mütref kavramlarını siyasi sistemden ayrı düşünümesi mümkün değildir. Bu incelik iyi anlaşılmalıdır. Türkiye’de cahili sermayeye sahip olan kesimler (mürtefin) ve zalim politikanın simsarları (mele) İslam’a karşı savaştadırlar.[4]
[1] H.Ece İslamın temel kavramları
[2] Şamil İ.A.
[3] Şamil İA
[4] Y.Kerimoğlu – Kelimeler ve Kavramlar/Mele-Mütref