sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

KELİMELER VE KAVRAMLAR (81) NÜBÜVVET

KELİMELER VE KAVRAMLAR (81) NÜBÜVVET
A+
A-

NÜBÜVVET

“Nebi”, arapça bir kelime olup, “nebe’ ” kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani “haber verici” anlamına gelir. Ancak nebe’, herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe’, yalnız, doğruluğunda hiç şüphe olmayan bir haber için kullanılabilir [1]Nebi’nin manası, Allah’ın, seçtiği kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime, Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor.[2]
Bazı dilciler, “nebi” kelimesinin “yükseltilmiş” manasında olan “nübüvvet” kelimesinden geldiğini ileri sürerler.

Diğer bir kısım dilciler ise, “nebi” kelimesine, Allah (c.c) ile akıl sahibi kulları arasında bir elçi veya “Biz insanlara, Allah Teâlâ’nın vahy-i ilâhisini bildiren kimse” manası verirler. Nebi’nin çoğulu “enbiya”dır. Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri insanlara bildirdikleri için “enbiya” denmiştir.[3]

Nübüvvet, Yüce Allah ile akıl sahibi kulları arasında elçilik yapmaktır. Böylece dünya ve ahirette herhangi bir mazaret ileri sürmeleri söz konusu olmaycaktır. Nebi kavramı, arı duru akılların kendisiyle tatmin olduğu bilgileri haber verdiğinden bu adı almıştır.[4]

Çoğunluk Kelam âlimlerine göre ise “resul” kelimesi, lugat manası bakımından “nebi” kelimesinden daha geniş ve şümullüdür. Çünkü melekler de, ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da “İlâhi haberciler” anlamında “resul” denmektedir. Bu görüşte olanlara göre, kendisine ilâhî kitab ve müstakil şerîat verilen peygamberler “resul” diye anılırlar. Bu bakımdan, her resul aynı zamanda bir nebidir. Fakat her nebî, resul değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık diliyle”umum-husus-mutlak” ilişkisi vardır. Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ’dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (hukuk sistemini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda “resul” denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet’ten delilleri vardır. Sonuç olarak, nebî ve resul şöyle tarif edilebilir: “Allah Teâlâ’nın seçtiği ve onu Cibril (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken) vahyettiği şeyleri insanların hepsine veya belli bir topluluğa Allah’ın emriyle tebliğ eden bir insandır.[5]

Her akıl sahibini meşgul edip yoran “İnsan nedir,  nereden gelmiştir, nereye gitmektedir,  bu dünyadaki işi nedir, kâinat nedir, sonu ne olacaktır?” gibi suallere en mukni cevapları peygamberler vermiştir.

* Peygamberlik müessesesi öncelikle, insanlara Rablerini, yaratıcılarını tanıtır. O’nun şuunatını, sıfatlarını, isimlerini öğreterek zatı hakkında malumat verir.

* İkinci mühim gayesi insanlara Rablerine karşı vazifelerini öğretmektir.

* Üçüncü olarak yeryüzünde nasıl bir istikamet takip edecekler, birbirleriyle münasebetleri nasıl olacak, muamelatta takip edecekleri ahkâm nelerdir, öğretir.

* Dördüncü olarak ahlak esaslarını tedris ve talim eder, iyi- kötü, hayır-şer, faydalı-zararlı değerlerini koyar. Bunları, insanlar kendi akıllarıyla koyacak olsalar kargaşa çıkar,  anarşi olur. Günümüzde dünya çapında yaşanan anarşinin herkesi derinden düşündürüp, ızdıraba sevkeden, cihanşümul buhranın temelinde bu değerlerin beşerîleştirilme teşebbüsü yatmaktadır. Rabbine karşı Firavunlaşan nesiller insanüstü değer kaynağını (vahyi) reddederek kendi değerlerini kendileri koymaya kalkmış ve bundan da fikirlerde teşeddüd, istikametlerde iğvicac ve çaprazlar, kesişmeler ortaya çıkmıştır. Beşerî tevhid kaybolmuştur, millî birlikler ciddi şekilde kırılmış, parçalanmıştır.

* Peygamberliğin beşinci misyonu uhrevî hedef göstermek, ölümden sonrası hakkında bilgi vermek, insanlığın derin bir yarasına, ebediyet arzu ve aşkına merhem getirmektir. Peygamberliğe inanarak ölüm sonrasında ikinci ve ebedî hayatı görebilen bahtiyarlar ve dünyada daha mes’ud daha istikrarlı ve adaletli, daha ahlaki ve ölçülü bir hayat geçirmektedirler. Uhrevî sorumluluk duygusu her günde yaptıklarına, harekeketlerine, her işlerine, her kararlarına müessir olmakta, yön vermektedir.[6]

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI

Allahû Teâlâ (cc)’nın, kendilerine vahyettiği kimseler; diğer insanlardan bazı vasıflarla ayrılırlar. Elbette peygamberler de insan olmaları hasebiyle; yerler, içerler, sıhhatli ve hasta olurlar, evlenirler. İhtiyarlık ve ölüm onların başına gelir. Ancak, Risâlet görevinin ağırlığı ile bazı üstün sıfatlara haizdirler. Şimdi kısaca bu sıfatlar üzerinde duralım.

SIDK (Doğruluk):

Peygamberler her hususta mutlaka doğruyu söylerler ve kendilerinden asla yalan sadır olmaz. Malûm olduğu üzere Resûl-i Ekrem (sav) kendisine vahiy gelmeden önce de; çevresinde doğruluğu ile ma’ruftu. Herkes onun için “Muhammedü’l Emin” diyorlardı. İslâm’a düşmanlığı ile meşhur Ebû Cehil bile Resûl-i Ekrem (sav)’e hitaben “Biz sana yalancı demiyoruz. Çünkü senin ne kadar emin sadık olduğunu hepimiz biliyoruz. Biz ancak Allah’ın ayetlerini inkâr ediyoruz” [7]demiştir. Nitekim bunun üzerine Kur’an-ı Kerim’de: “(Habibim) Şu hakikati çok iyi biliyoruz ki, onların söyleyegeldikleri (sözler) seni herhalde tasaya düşürüyor. Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar”[8] buyurulmuştur. Nitekim Bizans Kralı Heraklius, Ebû Süfyan b. Harb’e: “- Şu söylemiş olduğun şeyi (Peygamberlik davasını) söylemeden önce, hiç onu yalanla itham ettiğiniz, suçladığınız olmuş muydu?” sualini sorar. Ebû Süfyan b. Harb: “- Hayır” cevabını verir.[9] Dikkat edilirse; Ebû Cehil ve Ebû Süfyan o dönemde, Mekke’nin en önde gelen şahsiyetleridir. Esasen bütün peygamberler; tebliğ görevinden önce de çevrelerinde doğruluklarıyla ma’ruf olan kimselerdir. Mekke müşriklerinden bir gurubun Kur’an-ı Kerim’i, Hz. Peygamber (sav)’in uydurduğunu iddia etmeleri üzerine Allahû Teâlâ (cc): “Eğer (Peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverirdik. Sonra da hiç şüphesiz onun kalb damarlarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mani de olamazdınız. Şüphesiz ki O (Kur’an) takva ehli için kat’i bir öğüttür”[10] hükmü ilahisini beyan buyurmuştur. Dolayısıyla bütün peyamberler ilahi bir murakebe altındadırlar ve her hususta sadıktırlar.

EMANET:

Peygamberler emindirler. Gerek din, gerekse dünya hususunda her türlü itamada şayandırlar. Allahû Teâlâ (cc)’nın emirlerini ve yasaklarını ziyadesiz ve noksansız olarak tebliğ etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de: “O (peygamberler) Allahû Teâlâ (cc)’nın gönderdiklerini tebliğ edenler, O’ndan korkanlar, Allah’tan başka kimseden çekinmeyenlerdir. Hesap görücü olarak Allah yeter”[11] buyurulmuştur. Peygamberlerin vahye ihanet etmeleri veya gizlemeleri asla ve asla düşünülemez. Resûl-i Ekrem (sav): “Allahû Teâlâ (cc)’nın emretmiş olduğu hiçbir şey yoktur ki, size emretmiş olmayayım. Allahû Teâlâ (cc)’nın sakındırdığı hiçbir şey yoktur ki, sizi ondan sakındırmış olmayayım”[12] buyurarak meselenin ehemmiyetini beyan etmektedir.

FETANET: Peygamberler akıllı, zeki ve kuvvetli rey sahibi olan kimselerdir. Akıl noksanlığı, ahmaklık veya herhangi bir hastalık sebebiyle kavrama güçlerinin zaafa uğraması gibi hallerden münezzehtirler.[13] Zira heva ve heveslerine kapılarak Allahû Teâlâ (cc)’ya karşı isyana yeltenen tağuti güçlerin bütün iddialarını ortadan kaldırmakla görevlendirilmişlerdir. Vahyi dosdoğru tebliğ için bu husus zaruridir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de buna delâlet eden birçok Ayet-i Kerime vardır: “Allah kendisine mülk (ü saltanat) verdiği için (şımararak) İbrahim ile Rabbi hakkında çekişeni (Nemrud’u) görmedin mi? Hani İbrahim: “- Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür” deyince o (Nemrud): “- Ben de diriltir, öldürürüm” demişti. İbrahim: “- Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi, sen de onu batıdan getir” deyince inkâr eden o kâfir şaşırıp (ve tutulup) kalmıştır. Allah zalimler gürûhunu muvaffak etmez.”[14]

İSMET:  Peygamberler masumdurlar. Kendilerine vahiy gelmeden önce de sonra da, küfürden ve şirkten korunmuşlardır. Onların herhangi bir şekilde günah işlemeleri de sözkonusu değildir.[15] İmam-ı Maturidi (rha) Kur’an-ı Kerim’den: “(Akıllarınca) Onlar sana vahyettiğimizden başkasını uydurup, bize (atf ve) iftira edesin diye seni bile bile hemen fitneye düşürecekler.  O takdirde seni (candan) dost edineceklerdi.”[16] Ayet-i Kerimesini zikrederek; Allahû Teâla (cc)’nın Resûl-i Ekrem (sav)’e en ufak bir masiyetin dahi gelmesine meydan vermediğini kaydediyor.[17] İslâm ulemâsının büyük bir çoğunluğu; Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere atf edilen “zenb’in günah manasında olmadığı hususunda ittifak etmiştir.[18] Zira “Zenb” kasden veya şehven işlenmiş günahtır. Peygamberler ise bundan Allahû Teâla (cc)’nın lütfû ile korunmuşlardır. “Zelle” de günah manasında değildir.

TEBLİĞ: Peygamberler; Allahû Teâlâ (cc)’nın bütün emir ve nehiylerini, insanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin (Zengin, yoksul, siyah, beyaz vs.) tebliğle memurdurlar. Kur’an-ı Kerim’de: “Ve O kendi heva ve hevesinden söz söylemez. O (Kur’an ve din hususundaki emri) ilkâ edilegelen vahiyden başka birşey değildir”[19] buyurulmuştur. Kur’an-ı Kerim’deki “Kıssa”lardan da anlaşılacağı üzere; peygamberler tebliğ hususunda her türlü çileye katlanmışlardır. Zira Tebliğ’den maksad; Allahû Teâla (cc)’nın emir ve nehiylerini kat’i hüccetlerle insanlara ulaştırmak ve onların kıyamet gününde (Bizim bundan haberimiz yoktu) şeklinde mazeret ileri sürmelerini önlemektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz”[20] buyurulmuştur. Yine bir başka Ayet-i Kerime’de: “Senin Rabbin memleketlerin ana merkez(ler) ine, karşılarında ayetlerimizi okuyacak bir peygamber gönderinceye kadar, o memleketleri helak edici değildir ve biz ahalisi zalim olan memleketlerden başkasını helak edici değiliz”[21] hükmü beyan buyurulmuştur.

Kur’an-ı Kerim’de: “O peygamberler (yok mu?) biz onların kimine kiminden üstün meziyetler verdik. Allah onlardan biri ile söyleşmiş, birini de birçok derecelere yükseltmiştir. Meryem’in oğlu İsa’ya o beyyineleri biz verdik ve onu ruhu’l-kuds ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, onların arkasındaki ümmetler, kendilerine o apaçık bürhanlar (mucizeler) geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ihtilafa düştüler. Neticede onlardan kimi iman etti, kimi küfre saptı”[22] buyurulmaktadır. İmam-ı Maturidi (rha) bu Ayet-i Kerime’de geçen “Biz onların kimine kiminden üstün meziyetler verdik” hükmünü, peygamberlerin görevlerinin önemi ve kapsamıyla açıklamaktadır. Bazıları insanların ve cinlerin tamamına peygamber olarak gönderilirken, bazıları sadece kendi kavimlerine veya belli bir guruba gönderilmişlerdir.[23] Resûl-i Ekrem (sav)’in “bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiği” de kat’i nass’larla sabittir. Fahrüddin-i Razi; bu husustaki hükümleri esas alarak, Resûl-i Ekrem (sav)’in en efdal olduğunu ve bu hususta icma’nın teşekkül ettiğini kaydediyor.[24] Şurası muhakkaktır ki; mü’minler, bütün peygamberlere kat’i olarak inanırlar.

Allahû Teâlâ (cc)’nın peygamberler gönderdiğini; kalb ile tasdik ve dil ile ikrar etmesine rağmen, peygamberlerden bir kısmını inkâr eden kimse kâfirdir.[25] Bu sebeble; Hz. Adem (as)’den beri gönderilen peygamberleri kabul etmekle birlikte, Hz. İsa (as) ve Resûl-i Ekrem (sav)’i peygamber olarak kabul etmeyen yahudiler küfre düştükleri gibi, Resûl-i Ekrem (sav)’in peygamberliğini inkâr eden Hristiyanlar da küfre düşmüşlerdir.[26]

Hem dünyada hem de ahirette kurtuluş ve mutluluğun yolu ancak peygamberlerden geçer. İyi ve kötü bütün inceliklerine kadar ancak onlardan öğrenilir. Allah’ın hoşnutluğu onların aracılığı olmaksızın asla elde edilemez. Davranışların, sözlerin ve huyların iyi olanları onların sünnetlerinden ve getirdikleri hususlardan başkası değildir. Ölçüm işini yapan terazi onlardır. Sözler, huylar ve davranışlar onların söz, huy ve davranışlarıyla ölçülür. Doğru yoldakiler, sapıklardan onlara uymalanyla ayrılırlar. Onlara duyulan ihtiyaç bedenin ruha, gözün ışığa ve ruhun hayata olan ihtiyacından daha muazzamdır. Hangi zorunluluk ve ihtiyaç farzedilirse edilsin, kulun peygamberlere olan ihtiyaç ve gereksinimi ondan kat kat fazladır. Göz açıp kapayıncaya kadar, sünneti ve getirdiği şey hatırından çıksa kalbin bozulacak ve sudan çıkarılıp tavaya konmuş balık gibi olacak, böyle bir kimse hakkında ne düşünürsün! İşte kalb, peygamberlerin getirdiği şeylerden ayrılırsa, kul bu hale hatta daha korkunç bir hale düşmüş gibi olur. Ancak bunu yalnızca diri kalp anlar. Oysa şâir Mütenebbî’nin de dediği gibi, yara  “ölüye” hiç acı vermez.

Kulun her iki cihandaki mutluluğu Hz. Peygamber’in (s.a.) hedyine ( = sünnetine, davranışlarına, tutumlarına) bağlı olduğuna göre kendisi için hayır düşünen, kurtuluş ve mutluluğunu isteyen herkesin O’nun hedyini, sîretini ve hallerini bu konuda cahillikten kurtulacak ve O’nun tabileri, taraftarları ve cemaatı arasında sayılacak kadar bilmesi gereklidir. Bu konuda kimi insanlar (Başkalarından) bağımsız olacak kadar engin bilgiye, kimileri epey bilgiye sahip, kimileri de bilgiden mahrum. Lütuf Allah’ın elindedir, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.[27]

[1] (Rağıb el-Isfahanî el-Müfredât, Nebi maddesi).

[2] (Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el- Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 172)

[3] (İbn Manzur, Lisanul-Arab, Nebi mad.; et-Taftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, II, 128).

[4] El-Müfredat – Rağıb el İsfehani

[5] (Nebî ve resul kelimelerinin terim anlamı, aralarındaki fark ve deliller için bk. et-Taflâzânî, Şerhul-Makâsıd, II/128, el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf, III, 173-174; İbnul-Hümam, Şerhul-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, I/210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhul-Akâidi’l-Adudiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel Âlem, Kahire 1950, IV/40; el-Bûtî, a.g.e., 173).

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/340-341.

[7] Mecmuatu’t Tefasir-İst: 1979 Çağrı Yay. C: 2, Sh: 401 (Haazin Bölümü).

[8] El En’am Sûresi: 33.

[9] M. Asım Köksal-İslâm Tarihi-İst: 1980, C: 11, Sh: 437.

[10] El Hakka Sûresi: 44-48.

[11] El Ahzab Sûresi: 39.

[12] İmam-ı Şafii-Er Risale-Kahire: 1979 (2 bsm) A.M. Şakir Neşri, Sh: 87, Madde: 289.

[13] El Beyadi-İşaretü’l Meram-Kahire: 1368, Sh: 329 vd.

[14] El Bakara Sûresi: 258

[15] Fahrüddin-i Razi-İsmetü’l Enbiya-Kahire: 1968, Sh: 5 vd.

[16] El İsrâ Sûresi: 73.

[17] İmam-ı Maturidi-Kitabû’t Tevhid-Beyrut: 1970, Sh: 208 vd, ayrıca Risaletu’n fi’l Akaid-Sh: 20.

[18] Ebü’l Beka-Külliyat-İst: 1287 Mtb. Amire, Sh: 22-23.

[19] En Necm Sûresi: 3, 4.

[20] El İsrâ Sûresi: 15

[21] El Kasas Sûresi: 15.

[22] El Bakara Sûresi: 253.

[23] İmam-ı Maturidi-Tevilatu’l Kur’an-İst: H. S. Ağa Kütb. Yzm. Vr. No: 61a.

[24] Fahrüddin-i Razi-Mefatihû’l Gayb (Tefsir-i Kebir) İst: 1307-8 C: 2, Sh: 451-453.

[25] Şeyh Nizamüddin ve bir heyet-El Feteva-i Hindiyye-Beyrut: 1400, C: 2, Sh: 263.

[26] Yusuf Kerimoğlu (Emanet ve Ehliyet)

[27] İbni Kayyım el Cevziyye ( Zadul mead)

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.