Mekke’nin Fethi (3) | Siyer Programı – 53. Bölüm
MEKKE’NİN FETHİ
5- Rasulullah(s.a.v.)’ın Kabe-i Muazzamada yaptıkları üzerine düşünceler:
- a) Kabe içinde namaz:
Buhârİ’nin îbn Abbas’tan rivayetini naklederken demiştik ki. Resûlullah (s.a.v.) Beyt’e, oradaki putlar temizlenip, Hz. îbrahim ve ismail’e izafeten yapılmış ellerinde fal oku olan resimler silininceye kadar girmedi. Bundan sonra ancak Beyt’e girdi ama sadece dört köşeye tekbir getirdi ve namaz kılmadan çıktı.
Müslim ise İbn Ömer (r.a.)’den Resûlullah’ın, Usâme, Bilâl ve Osman bin Talha el-Hasbi ile Kabe içine girdiğini, kapısını kapatıp bir müddet orada kaldığını rivayet etmiştir. îbn Ömer diyor ki; Ben, Bilâl çıkınca, Resûlullah’ın orada ne yaptığını sordum. Şöyle dedi: iki direği soluna, birini sağına ve üç direği de arkasına aldı ve namaz kıldı. (O gün Kabe’nin altı direği vardı).
Buhâri’nin de îbn Ömer’den buna yakın rivayeti var…
Ulema da bu iki hadîs arasında tearuz olmadığını beyan eder. Sebebi ise îbn Abbas’ın (ki o Resûlullah’ın namaz kılmadığını naklediyor) Resûlullah (s.a.v.) ile beraber olmadığı, Kâ^e içine girme-
diğinden gelir. Çünkü o namaz kılmadığını, îbn Hâcer’in dediği gibi, bir Usâme’ye, bir kardeşi Fazla isnad ettiriyor. Halbuki Fazl da Kabe’ye beraberce girmemişti. Bilâl’e gelince, o Resûlullah ile beraberdi ve namaz kıldığını isbat ediyor. Binâenaleyh, îbn Ömer’in Bilâl’den rivayet ettiği hadisi, şu iki sebebten dolayı tercih etmemiz gerekir: Bir kere, bu olumlu bir haberdir ve onun bilgisi fazladır. Esas olarak, birşeyi isbat eden haber inkâr edene tercih olunur. İkinci olarak da; Biiâl’in haberi isbath ve müşahedelidir. Çünkü o Resûlullah üe beraberdi, Kabe içinde… İbn Abbas’ın haberi ise gördüğünüz gibi sadece rivayete dayalı, müşahede yönü eksik. Üstelik bir Usâme’den, bir kardeşi Fazl’dan rivayet ediyor. Fazl ise yine Resûlullah’ın yanında değildi.
İmam Nevevİ der ki TTndisçiİPi- BilAl’in rivayetini esas almakta birleştiler. Çünkü o isbat edicidir. Bilgi fazlalığı da vardır. Artık onu tercih vâcib olur[1][90].
Ebû Hanîfe, Şafii, Ahmed ve cumhûr~u ulema da böylece, Kabe içinde musalli herhangi bir duvarına dönüp namaz kılabilir, diyorlar. Bu nafile veya farz olabilir. Ama İmam Mâlik aynı görüşte olup; Nafile namazı caiz görür, ama farz ve müretteb namazı caiz görmez…[2][91].
- b) Kabe hizmeti: şimdi, Resûlullah’ın Kabe’nin anahtarını Osman bin Talha’ya vererek «Ebediyyen ve sonuna kadar sende kalmak üzere – Abdüddâr ve Benî Şeybe’yi kastediyor – bu anahtarı al. Artık senden onu zâlimlerden başkası alamaz» buyurduğunu söylemiştik, îşte buna dayanarak ulemanın hepsi; kıyamete kadar Kabe hizmetlerini o sülâleden almanın caiz olmadığı kanaatine varmışlardır.
imam Nevevi, Kaadi tyâz’dan naklen şunu söylüyor: «Bu Resûlul-lah tarafından onlara verilmiş bir velayettir. Süreklidir ve ilâ niha-ye evlâddan evlâda geçer. Onlardan zorla bu vazife gasbedilemez. Ve bu işe ehil oldukları müddetçe de kimse iştirak bile edemez…» Ben de, bugün bUe bunun geçerli ve Resûlullah’ın vasiyyetinin ve emrinin ellerinde baki olduğu görüşündeyim.
- c) Putların kırılması: Bu da muhakkak kif Allah’ın, Resulüne (s.a.v.) yardım ve büyük zaferle desteklemesinin açık görüntüsüdür. Çünkü O, bu Kabe çevresinde dizilmiş zavallı putlara asâsıyla dokunurken şöyle diyordu: «Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Hak geldi, artık bâtıl gözükemez ve geri gelemez…»
Yine, îbn Ishâk ve ötekilerin rivâyet.ne göre; bütün bu putlar diplerinden kurşunla yere kaynatılıp, yıkılmaması sağlanmıştı. Halbuki o, hangisine asâsıyla dokunsa, ya sırt ustune devriliyor, ya yüzüstü kapanıyordu… Eh nasıl duşup kınlmasındı bunlar? O’na Allah öyle bir inkılâb nasib etmişti ki Kureyş’in en ceberut liderleri, O’nun önünde baş eğip teslim olmuş, bütün bir Mekke O’nun getirdiği dini kabullenmiş, O’nun Hak da’vetine icabet etmişti.
7- Resûlullah’ın fetih hutbesi üstüne düşünceler:
Şu an artık O, Mekke’nin sahibidir. Sekiz sene önce hicret ettiği Mekke şehri. Topyekûn kendisine boyun eğip, risâlet ve hidâyetine teslim olup inanmış bir halde. İşte onlar. O’na her türlü düşmanlığı gösteren ve her işkenceyi tattıran toplum. Şimdi O’nun etrafına toplanmış, saygı ve hayranlıkla, gönülleri buruk halde kendilerine neler söyliyeceğini beklemedeler.
O’na yakışan ise, herşeyden önce, kendisin; zafere erdiren, destekleyip va’dinde doğrulayan yüce Rabbine hamd ü sena ile söze başlamaktı. Ve öylece açtı hitabesini: «Lâ ilahe ülâllahü vahdehu lâ şerike leh». O birdir, ortaksızdır,. Allah va’dinde sadık oldu. Kulunu başarılı kıldı. Tek başına bütün kabileleri dize getirtti… Ve devam edecekti elbette, Kureyş ve öteki kavimler önünde, yeni (îslâmi) toplumun ana ilkesini anlatmaya. Bu ilke Cenâb-ı Hakk’ın şu kavlinde parıldıyordu: «Ey insanlık! Sizi biz, bir dişi ve bir erkekten yarattık. Ama millet ve kabileler halinde üniteîendirdik. Böylece (aranızdaki müsbet yarışma ile) Allah (ölçüsüyle) indinde en şerefli ve en samiminiz ortaya çıkıp tanınsın…»
Eh bunun yanında hemen; o köhne şirk düzenlerinden artakal-mış bayat gelenek ve âdetlerin de müslümanların ayaklan altına gömüldüğünü söylemesi gerekliydi ve öyle yaptı. Baba ve dedeleriyle övünme; ırk, kabile ve milletle böbürlenme; dil, soy ve vücut yapısı ayırımıyla düşmanlık etmenin iptal edildiğini; tüm insanların Adem’den geldiğini ve Âdem’in de topraktan olduğunu ilân etti.
Ve o andan itibaren Kureyş câhiliyyeti dürülüp kaldırıldı. Beraberinde tüm gelenek ve taklidleri de durulmuş oldu. Tabii arkada kalan mazinin derinliğine gömüldü. Böylece Kureyş bütün kirlerinden yıkanıp, yürüyen kervana katılmış oluyordu. Çünkü bundan az ötedeki Tmluşma yeri, Kisrâ’nın sarayı ve Rum ülkesinin göbeği olacaktı. Mekke, bugünden itibaren bir yepyeni medeniyet ve hamlenin doğuş yeri olacak; dünya, topyekûn insanlık oradan alacağı mutluluk elbisesini giyecekti, tşte böylece, o saatte gömüldü ayakların altına câhiliyye kalıntısı herşey, tüm renk ve çizgileriyle. Ve Kureyş, Resûlullah (s.a.v.) ile îslâm için sözleşti. Anlaştılar ki: Ne Arab’ın Acem’e, ne Acem’in Arab’a üstünlüğü yok; ancak takva ve dindeki ciddiyetle üstünlük edinilir. Yine tek üstünlüğün ve büyüklüğün İslâm kılığıyla, övünme de sadece îslâm’ın ilkelerine tam bağlılıkla olabilir. Bunun için, Allah dünyanın güdümünü onlara teslim edip, dünya güdücülerini onlara boyun eğdirdi.
Şaşıyorum; kokuşmuş bu lâşe, ölüp gömüldükten sonra tekrar ondört asır sonunda nasıl hortlayıp çıkabiliyor[3][93].
8- Kadınların bey’atı ve ona dair ahkâm: Bazı hususları aşağıda özetliyelim :
- a) Müslümanların topyekûn kalkınıp üstün bir millet olabilmesi için; kadınların her sorumlulukta – ve tam bir eşitlikle – erkeklere katılışını gösteriyor.
Bunun için de, halife veya müslümanlann hâkiminin; meşru ve mümkün olan her hususta, İslâm toplumu için uygulanacak kararlarda, onların da re’ylni ve güvencesini toplaması gerekiyor. Tıpkı erkeklerden söz aldığı ‘gibi. Ve aralarında hiçbir ayırım gözetmeden. ..
Bu açıdan bakarsak, görürüz ki; müslüman kadın da dininin esas ve gereklerini öğrenmekle yükümlüdür. Tıpkı erkeğin öğrendiği gibi… Ve tabii; ilim, fikir, strateji cinsinden her türlü silâhla da kendine meşru ve mümkün olduğu derecede donanması, dini yıkmak için pusuda bekleyen düşmana karşı her tedbiri alması zarurîdir. Öyle ki, nefsine biçtiği ahid ve boynuna geçirdiği bey’at yükünü ehliyetle taşıyabilsin…
Çünkü herkes kabul eder ki, cahil oldukça kadının bir sorumluluk yüklenmesi, hele de çevresindeki yabancıların hiylelerüıe karşı uyanık olması mümkün değildir.
- b) Kadınlarla, Resûlullah (s.a.v.)’ın yaptığı bey’atın izahında gördüğünüz gibi onlarla sözleşme sadece söz olur, el tutuşma yapılamaz. Ama erkeklerle bey’at böyle değil tabii. Bu daha öteye uzanarak, yabancı olduğu bir kadının elini müslüman erkeğin tutmasının caiz olmadığım ortaya koyar. Ben bunun aksine hiçbir görüşe de rastlamadım, hiçbir İslâm âlimine de… Olabilir ki, tıbbi zaruretler, tedavi ve diş çekme gibi hallerde bir ruhsat tanınmıştır… Kadınlarla tokalaşmanın artık yaygınlaşıp âdet halini alması bazılarının sandığı üzere, asla zaruret değildir… Çünkü Kitab ya da Sünnetle sabit olmuş bir hüküm, örf ve âdetle değiştirilemez. Ancak, o hükmün kendisi örfe dayanarak oluşmuşsa bu olabilir. Çünkü öyle bir hüküm zaten, muayyen bir duruma bağlı ve onunla şartlıdır. Burada ise öyle birşey söz konusu değil tabiî.
- c) Yine, bey’at hadisinde gördük ki; kadının, yabancı erkeklerin sesini duyması da mubahtır. Ama ihtiyaca bağlı olarak. Ve onların sesleri de avret değildir. Bu cumhurla birlik Şafiî’nin görüşüdür. Ama Hanefilerden bazısı, kadının sesinin de avret olduğu görüşündedir. Onlar da bu hususta, yine kadınlardan bey’at alınışını bildiren hadîse ve öbür birçok hadise dayanıyorlar[4][94].
[1][90] Fethü’l-Bâri: 3/304 ve Nevevî’nin Müslim Şerhi: 9/82.
[2][91] TarhuVTesnb, Hafız el-lrâfci: 5/175.
[3][93] Bu hortlama insanlığın düşüşü ve kıyametin yaklaşışını bildlrse gerek… (Mütercimler)
[4][94] Hanefinin dayanağı: Ahzâb sûresi, 32. âyetinde. Peygamber hanımlarına olan hitapta; «cezbedlci sesle konuşma» menedllmiş. Buna öbür delillerle yasaklımı – kısmi ve özel – hükmedilmiştir, (Mütercimler)