Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (cc.)’a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetînce sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa(sav)ya, a’line, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmetin üzerine olsun.
Öncelikle iman olmadan salih amelin kabul olamayacağı, imanın sağlam kalabilmesi için salih amele muhtaç olunduğu anlaşılmalıdır.
İman olmadan salih amelin olmayacağına dair olaylardan bir kaçını zikredelim.
Resulullah (sav) Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken; önce insanları tevhide davet etmesini, eğer kabul ederlerse namazı ve zekatı emretmesini söylemiştir. Görüldüğü gibi önce iman sonra salih amel gelir.
Kur’an’da iman ve salih amel 72 kez beraber zikredilmiştir.
İman olmayınca yapılan amellerde kişiye fayda sağlamayacaktır. Allah c.c Zümer 65.ayetinde ‘’Eğer Allah’a şirk koşarsan muhakkak amelin boşa çıkar ve elbette hüsrana uğrayanlardan olursun.’’ Diye buyurarak insanoğluna bu hakikati haber vermiştir.
Nisa 48.ayetinde de şirkin affedilmeyeceğini beyan ederek şöyle buyurmakta ‘’Hiç şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz’’ Ne yazık ki bizler bugün Allah azze ve celle’nin rahmetinden o kadar ümitvar olmuşuz ki içimizde korkuya dair hiçbir şey kalmamış nerdeyse. Malesef çoğu insan iman hakikatini bilmediği gibi küfür ve şirktende bir haber yaşıyor.
Musa (as)’ın Asasını yere atması.
ARAF 145- Ve onun için o levhalarda her şeyden yazdık, nasihat ve hükümlerin ayrıntılarına ait herşeyi (belirttik). Haydi bunlara sıkı sarıl, kavmine de emret, onlar da en güzeline sarılsınlar. Size yakında o fasıkların yurdunu göstereceğim.
ARAF 150- Musa, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndüğünde şöyle dedi: “Bana arkamdan ne kötü bir halef oldunuz! Rabbinizin emriyle dönüşümü beklemeden acele mi ettiniz?” Elindeki levhaları bıraktı ve kardeşi Harun’u başından tutarak kendine doğru çekmeye başladı. Harun, “Ey anamın oğlu!” dedi, “inan ki, bu kavim beni güçsüz buldu, az daha beni öldürüyorlardı, sen de bana böyle yaparak düşmanları sevindirme ve beni bu zalim kavimle bir tutma.”
ARAF 154- Musa’nın öfkesi geçince levhaları aldı. Onlardaki yazıda, ancak Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve rahmet vardı.
Bu ayetlerin tefsirine bakıp üzerinde biraz düşünüldüğünde imanına şirki bulaştıran bir topluma karşı peygamberin tavrını görmekteyiz.
Abdullah İbn-i Ömer (radıyallâhu anh) de şöyle der: “Uzun bir ömür sürdüm. Bizim her birimize Kur’ân’dan önce iman veriliyordu. Sonra öyle insanlar gördüm ki, onlara imandan önce Kur’ân veriliyor, o da Fatiha’dan sonuna kadar onu okuyor, ama ne emrettiğini, neleri yasakladığını ve nelerin bellenmesi gerektiğini bilmiyor.” (Hayatü’s Sahâbe/Hadislerle Müslümanlık, 3/512)
İman, salih amelle olgunlaşıp tamamlanır. İmanın pasif kalmaya asla tahammülü yoktur. Onun müminin içinden çıkıp dışına aksetmesi gerekir. Eğer bir iman, bu tabii hareketi sağlayamıyorsa, ya sahtedir ya da ölüdür. İman, güneşten uzak kapalı bir kutuda yetiştirilmeye çalışılan çiçek misali, sadece kişinin iç dünyasında gizlenip kalamaz. Böyle bir iman yok olmaya ve ölüme terkedilmiş demektir. İman, salih amel ile beslendikçe kuvvet kazanır ve hayat bulur.
Nasıl ki bir bina temelleri, bir ağaç kökleri üzerinde varlık kazanıyorsa; ameller de imana dayandığında bir mana ifade eder.
“Gerçek iman”la“inandığını zannetmek” farklı şeylerdir. İnsanların çoğu kendi zannına / anlayışına göre iman eder ve bu imanın sahih olup olmadığını araştırmaz.
Kuran bu gerçeğe parmak basıyor ve zannın gerçek ilmin ve hakikatin yerini tutmayacağını haber veriyor. “Oysa onların bu konuda bir bildikleri yok; sadece zanna uyuyorlar. Zan ise asla gerçek bilginin yerini tutamaz. O halde bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka arzusu olmayan kişilerden sen de yüz çevir. İşte bildikleri bu kadar. Şüphesiz kendi yolundan sapanı en iyi bilen rabbindir, doğru yolu bulanı da en iyi bilen O’dur.”(Necm: 28 – 30.)
Bizim gerekliliklerini yerine getirmeden, elimizi taşın altına koymadan hayatı ve mematı oyun ve eğlenceden ibaret zannederek selef-i salihinin ifadesiyle “cenneti garanti etmişçesine” neşe içerisinde geçirdiğimiz vakitler Nasreddin Hoca fıkrası gibi. Hoca merkebini ıslık çalarak arıyormuş ya. Hem eşeğini kaybettiğini öğrenen hem de hocanın neşesini gören komşusu bu durumunun sebebini sorunca hoca cevabı yapıştırmış, “Bakmadığım bir tek şu tepenin arkası kaldı. Orada da bulamazsam sen o zaman seyret feryadı!” demiş. Şimdi biz de tıpkı hoca gibi henüz tepenin ardını görmediğimizden -kabri, haşri, mizanı henüz bilemediğimizden- keyfimiz yerinde lakin orayı gördüğümüzde -Allah muhafaza- bizim için geç olmasın.
Rabbim Hakkı hak bilip Hakka sarılan, batılı batıl bilip batıldan uzaklaşan kullarından eylesin. (AMİN)