sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

PEYGAMBERLER NEYE DAVET ETMİŞTİR

PEYGAMBERLER NEYE DAVET ETMİŞTİR
26.07.2022
4.148
A+
A-

ÖNSÖZ

Hamd; övgüye layık olan, mülkünde ortağı bulunmayan, hakimiyetin kayıtsız şartsız tek sahibi olan, kullarına hidayeti bulmaları için kitaplar ve peygamberler gönderen Allah (c.c.)’ya mahsustur.

Salat ve selam; insanlara hidayetin rehberliğini yapan, onları karanlıklardan aydınlığa davet eden, görevini bihakkın yerine getiren başta Rasulullah Efendimiz (sav)’e ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.

Ne yazık ki günümüzde insanlar için Allah(c.c)yu tanıma, peygamber’i tanıma ve İslam’ı öğrenme ilgisiz kaldıkları bir durum haline gelmiştir. Bu ilgisizliklerin faturasını ağır bir şekilde ödeyen insanoğlu bu çırpınışını fark etmiyor ve gün geçtikçe daha da ağır faturalar ödemeye devam ediyor. Günden güne bu durum alışkanlık haline gelmesiyle inanç halini almış ve büyük bir bağlılık söz konusu olmuştur. İnsanlar yaşadıkları hayata, alışkanlıklara öylesine bağlanıyorlar ki bunu hayatları için olmazsa olmaz görmeye sonra da onlara kutsiyet yüklemeye başlıyorlar. İşin en çetin yönü ise bu alışkanlıklar eğer batıl bir alışkanlık ise bu da Hakk’a karşı çıkmaya,O’nu kabul etmemeye neden oluyor.Tabi bu alışkanlıkların edinilmesindeki en önemli faktör yaratılış gayesini unutmak, düşünmemek ve araştırmamaktır. Bu durum ilgi göstermesi gerekene ilgisiz kalmasına ve ilgi göstermemesi gerekene de ilgi gösterip bağlanmasına sebep olmaktadır. Bu yanlış karar beraberinde birçok yanlışları getirerek olay içinden çıkılmaz bir duruma doğru gitmektedir.

İşte Allah (c.c.) peygamberlerini insanları tevhide, aslına, özüne, yaratılış gayesine uygun hareket etmeye davet etmek için ve içlerinde bulunduğu bataklıktan kurtarmak için göndermiştir. Asıl ilgi odaklarının ne olması gerektiğini, davranışlarını neye göre şekillendirmeleri gerektiğini anlatmak, göstermek için gönderilmişlerdir. İnsanları bekleyen hesap gününü haber vermek ve onları bugüne hazırlamak için gönderilmişlerdir. Kısacası peygamberlerin tevhid davetinde, açtıkları bu okulda kurtuluş vardır. Yaptıkları derslerde ebedi saadet vardır.

İşte biz bu kitapta peygamberlerin daveti olan tevhidi ve bu davetin neleri kapsadığını ele almaya çalıştık. İnsanların peygamberlerin davetine nasıl karşılık verdiğine ve bu davetin nasıl anlaşılıp hayata geçirilmesi gerektiğine değinmeye gayret ettik. Çünkü İslam adına atılması gereken ilk adım Tevhid ’dir. Tevhid olmadan iman olmaz. İman olmazsa amellerin kıymeti kalmaz. Bu da ebedi olarak Cehennem’e gitmeye sebep olur. Tevhid üzerinde hassasiyet ile durulması gereken ve devamlı olarak gündemde tutulması gereken bir kelimedir, inançtır, düsturdur. Peygamberlerin davetini anlamak tevhidi anlamaktır. Tevhidi anlamak da MÜSLÜMAN OLMAKTIR. Tevhid sadece Müslüman olmak için değil Müslüman kalmak için de gereklidir. Tevhidin önemi, değeri anlatmak ile bitmez. Bu konunun ciddiyetinden dolayı böyle bir çalışma yapma gereği duyduk. Allah (cc) anlamayı ve sonrasında hayata geçirmeyi nasip etsin.

Gayret bizden Tevfik Allah’tandır…

26 Zilhicce 1442

05 Ağustos 2021

RESULLER İLK OLARAK NEDEN REDDEDİLDİLER, TAŞLANDILAR, SÜRGÜN EDİLDİLER

Acaba hiç düşündünüz mü? Veya Düşündük mü? Yaşadıkları toplumların her konuda en iyi örnekleri olan Peygamberler o toplumlar tarafından neden reddedilmiş, taşlanmış ve hemen kabul görmemişlerdi. Hakikaten de Resuller yaşadıkları beldelerde en dürüst, en güvenilir kabul edilen insanlardı. Onların güvenilir ve dürüst olduklarını sadece kendisine iman eden müminler değil bilakis kendisine muhalefet eden azılı kâfirler dahi itiraf etmekten kendilerini alıkoyamamışlardır.  Böyle olmasına rağmen yine de bir takım batıl sebeplere sarılarak davetinden uzaklaşıyorlardı. Esasen siyer kitaplarında nakledilen bir olayda Allah Rasulü(Sas) Mekke toplumuna hitaben “Ben şu dağın ardında üzerinize saldırmak üzere gelen atlı bir süvari ordusu gördüm desem bana inanır mısınız?” dediğinde Mekkeliler “tabi ki inanırız sen bize hiç yalan söylemedin” demişlerdir. Hatta Hz. Muhammed(Sas)’e El-Emin lakabını takanlarda kendileri değil miydi? En kıymetli eşyalarını kendilerine dahi güvenmeyerek Resule emanet edenler onlar değil miydi? Mekke Eşrafı Hacerü’l Esvet’in yerine koyulma meselesinde Rasulullah(Sas)’in hakem olmasından hoşnut olmamışlar mıydı? Bu bariz güzel sıfatların yanında hiçbir zaman kendilerine “Sen yalancısın, hainsin, emanete riayet etmezsin” diyememişlerdi. Sadece ona mı?  Bu durum Hz. Muhammed(Sas) ile aynı görevle vazifelendirilen bütün peygamberler için ortaktır. Onların dürüstlük ve adaletlerini gönderildikleri toplumlar itiraf edegelmişlerdir.

Bütün peygamberler kavimlerine tebliğ etmek için karşılarına çıktıklarında bu tebliğin ağırlığını zedeleyecek hiçbir kötü ahlaka sahip olmamışlardır. Bilakis kavimleri tarafından takdir edilen hayranlık duyulan ve övülen kimseler olmuşlardır. Öyle ki; Salih (as)’ın kavmi tebliğe muhatap olduklarında Salih (as) için sen iyi birisiydin diyerek, O(a.s.)’ı lider seçmeye hazırlandıklarını ifade ederken ona duymuş oldukları hayranlıklarını gizleyememişlerdir.

Mısır zindanlarında suçsuz olduğu anlaşılan Yusuf (as) için her şey ortaya çıktıktan sonra kendisine iftira atan kadın bu güzide peygamber hakkında da şöyle söylemiştir; (Hükümdar topladığı o kadınlara:) “Yusuf’un nefsinden murad almak istediğinizde sizin durumunuz neydi?” dedi. Onlar: “Allah için, haşa” dediler. “Biz ondan hiçbir kötülük görmedik.” Aziz (Vezir)in de karısı dedi ki: “İşte şu anda gerçek orta yere çıktı; onun nefsinden ben murad almak istemiştim. O ise gerçekten doğruyu söyleyenlerdendir.” (Yusuf/51)

Açıkça görülmektedir ki peygamberler gönderildikleri toplumun önce gönüllerini kazanmış ve onları kendilerine hayran bırakmıştır. Allah (cc) onların dürüstlükleri, adil oluşlarını, üstün bir ahlaka sahip olduklarını ortaya çıkaracak olaylar yaratmış ve ileride kendilerine tebliğde bulunacak olan bu peygamberlere karşı bir güven duygusunun oluşmasını sağlamıştır.

Nitekim böyle olması da gerekirdi. Zira peygamberler yeryüzünün en ağır yükünü omuzlayan seçilmiş insanlardır. Özel olarak bu iş için yaratılmışlardır. Bundan dolayı bu emaneti taşıyabilmeleri için en dürüst ve en güvenilir olmaları şarttır. İnsanlar dahi basit eşyalarını bile emanet edeceklerinde güvenilir kişiler arıyorken, hatta soyguncular bile beraber iş yapacakları kişiyi seçerken bile güvenilir bir kimse arıyorken; elbette ki Allah (cc) bu iş için en güvenilir olanı seçecek ve ezelden yaratacaktır. Zira bir peygamber kavmine tebliğ etmek için gittiğinde kavmi; “Sen bir zamanlar bizi aldatmıştın, şunlara ihanet etmiştin, malımıza el koymuştun” deselerdi elbette ki toplumların güvensizliğine ve kaçınılmaz olarak resullerin davetinin önünde bir engel olurdu. Dolayısıyla Rasullerin mazilerinde dahi güveni sarsacak herhangi bir durum meydana gelmemiştir. En başından beri ifade ettiğimiz gibi bu hal iman ehlinin dışında küfür ehlinin bile şahit olduğu bir husustur.

Yine Rasullerin bir başka yönleri de nübüvvetten önce kavimleri tarafından bilinen ve tanınan kişiler olmasıdır. Meçhul ve bilinmeyen kişilikler değillerdi. Böyle olması muhatapları tarafından olumsuz karşılanabilir, zihinlerde bilinmezliklerin oluşturabileceği bir takım bit yenikleri belirebilirdi. “Biz onu tanımıyoruz, kavmin, nesebin aslında en önemlisi davet sürecinin başlangıcına kadar nasıl bir hayat yaşadın” gibi sorular, Peygamberlerin önünde bir engel oluşturabilirdi. Bu sebeple Hz. Muhammed (Sas) kavmine şöyle diyordu;

 

قُلْ لَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا تَلَوْتُهُ عَلَيْكُمْ وَلَٓا اَدْرٰيكُمْ بِهٖؗ فَقَدْ لَبِثْتُ فٖيكُمْ عُمُراً مِنْ قَبْلِهٖؕ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

…Bilirsiniz ki, ben sizin içinizde bundan önce yıllarca bulundum. Siz hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?”(Yunus 16)

Allah (c.c.) Mustafa (seçilmiş) olan resullerinin eminliklerini ve güvenilirlikleri muhtelif sebepler yaratarak topluma tanıtmayı murad etmiştir. Kıyıda köşede kalmasına müsaade etmemiş, toplumlarda kendilerine gönderilen Resulleri vukuu bulan olaylardaki tepkileriyle gayet açık seçik olarak tanımıştır. Keza Hz. Hatice validemizin İlk vahiy geldiğinde Hz. Muhammed(Sas)’in endişeli halini görünce kendisiyle yaptığı konuşma dikkate şayandır. “Rasulullah(Sas) başına gelen olayı eşine anlatarak: “Kendimden korkuyorum”dedi.  Bunun üzerine eşi: “Allah’a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin” diyerek, onu teselli etti.

Gerçekten de Hz. Hatice validemizin dediği gibiydi. Diğer Resuller de böyle olmalarına rağmen neden reddedildi, işkence edildi, boykot yapıldı, hicret etmek zorunda kaldılar. Hâlbuki yukarıda da açıklandığı üzere tanınan ama saydığımız özellikleri ile tanınan peygamberler olmalarına rağmen yaşadıkları bu olaylar hakikaten düşündürücüdür. Bu sorulara herkes kendisince birtakım cevaplar bulmuştur. Bu cevapların doğruluk payı da mevcuttur. Ancak kuşatıcı bir cevabı yine ancak Resullerin davetlerini araştırdığımızda bulabiliriz. Bütün Peygamberlerin daveti ve çağrısı zaman, mekân fark etmeksizin aynıydı. Bu davet “La İlahe İLLALLAH” Kelime-i Tevhidinde karşılığını bulmuştur. Evet, bütün peygamberlere muhalefet bir tek cümle ile başlıyordu. Bu kelime için Resuller taşlanıyor, işkence ediliyor, maddi anlamda boykot yapılıyor, hatta canlarına kastediliyordu. Nasıl bir kelime idi ki bir anda güven ve dürüst olmalarına rağmen düşmanlık, kin, öfke ve zulüm Resule karşı beldenin gündemi oluyordu. O ana kadar ahlaki düzeyleri ve faziletleri sebebiyle değer gören sözüne itibar edilen kimseler, bu kelimenin çağları aşan davetini haykırdıklarında bir anda her şey değişiveriyordu. İşin başı da sonu da bu kelimede bitiyor, La İlahe İLLALLAH gerçeği.

Bugün bizler çağları aşan, devrim ve inkılap gerçekleştiren bu kelimeyi söylediğimiz halde bize niçin kimse bir şey yapmıyor? Gece gündüz sürekli tekrarlıyoruz hatta hoparlörden günde 5 defa nida ediliyor. Ama buna rağmen ne bir düşmanlık ne bir değişim ne de sürgün gerçekleşiyor. Yoksa herkes Müslüman mı oldu ya da bugün ki müşrikler artık iyice olgunlaştılar da meselelerini daha medeni düzeyde halletmeye mi başladılar? İkisi de değil. Demek ki telaffuz ettiğimiz bu kelime çevremizde bir yankı uyandırmıyor. Bırakalım çevreyi kendi hayatımızda dahi yankı uyandırmıyor. Çünkü ne bu kelimeyi söyleyen ne de dinleyen bu kelimenin ne olduğunu bilmiyor ve anlamıyor. Bu kelime anlaşılmadığı ve bilinmediği için peygamberlerin bu kelimeyi haykırdıkları için başına gelen bugün aynı kelimeyi söyleyenlerin başına gelmiyor. Çünkü bu kelime tüm berraklığı ve gerçekliği ile anlaşılsa birçok şeyin değişeceğini göreceğiz. Böylelikle bunu sadece söyleyenler ve dinleyenler manasını öğrendiklerinde bu kelimeyi bunun için değil sevap kazanmak için ya da vakitlerini iyi değerlendirmek için söylediklerini ileri sürerek kelime-i tevhidin asıl manasını kabul etmediğini hal ve davranışlarıyla ortaya koyacaktır.

Ya da İslam ile fazla bir ilgisi olmayan bir kimse başkalarından duyduğu hatta her gün minarelerden yankılanan bu kelimenin asıl manasını öğrendiğinde belki amansız bir düşman kesilecek, geçmişte peygamberlere yapılanın aynısını bugün bu kelimeyi hakkıyla söyleyip haykıranlara yapacaktır.

Yahut da İslam’dan uzak hayat yaşayan, ancak fıtratını ve karakterini fazla yıpratmamış olan, kendisi ve insanlar için güzel şeyler yapmayı amaçlayan insanlığını kaybetmemiş kimseler de bu kelimenin asıl manasını öğrendiğinde bu kelimeye sıkı sıkı sarılacak ve bütün hayatını artık bu kelime uğrunda yaşama gayretinde olacaktır.

Kısaca bütün mesele kelime-i tevhidin ilk günkü gibi anlaşılması meselesidir. O günkü gibi bu kelimeyi söyleyenin ne söylediğinin neyi kastettiğinin, amacının ne olduğun herkes tarafından anlaşıldığı bir düzeye gelmesi meselesidir. Kabul edenin neyi kabul ettiğini reddedenin de neyi reddettiğini bilmesidir asıl konu.

PEKİ, NEDİR BU KELİME-İ TEVHİD?

Bilindiği gibi “La” harfi Arapçada olumsuzluk edatıdır. Yok saymak, reddetmek, inkâr etmek gibi manalara gelir. “İlah” kelimesine gelince işte önemli olan nokta burasıdır. Bugün anlamından uzaklaştırılan, içi boşaltılan ve bir yetki verme anlamına geldiği unutturulan bir kelimedir. Hal böyle olunca kelime-i tevhidin anlamı da saptırılmış oluyor. “İlah”; hakim otorite, kural ve kanun koyan, kulluk edilen, dualara icabet eden, kendisinden istenilen, hayranlık duyulan, en çok sevilen kendisine meyledilen, kendisine sığınılan, koruyuculuğuna sığınılan, karşısında acze düşülen, ihtiyaç ve sıkıntıları gideren, kendisine yapılan kulluğun karşılığını veren, güven ve esenlik veren gibi manalara gelir.

“İlla”; İstisna edatıdır. Ancak, hariç, müstesna gibi manalara gelir.

“Allah” kelimesi ise özel isimdir.

Şimdi “La İlahe İllallah” kelimesini bu verdiğimiz anlamlarla toparlamaya çalışalım. Bir kişi La İlahe İllallah demekle şunları söylemiş oluyor; “Ben Allah’tan başka kural ve kanun koyan, ibadet ve itaat edilen, sevilen ve izzet ve şeref aranan bütün sahte ilahları reddediyorum. İlah olarak yani; kural ve kanun yani anayasa belirleyen olarak, kulluk ve itaat edilen olarak, boyun bükülen ve karşılık beklenen olarak sadece Allah’ı tasdik ediyorum. Hayatıma Allah’tan başkası karışamadığı gibi, duygularımı, fikirlerimi, düşüncelerimi, isteklerimi, sevdiğim ve sevmediğim şeyleri, yapacağım ve yapmayacağım şeyleri, kabul edeceğim ve reddedeceğim şeylerin tamamını Allah’ın belirlemiş olduğu esaslara göre tanzim ediyor ve uyguluyorum demektir. İnsan olarak hayatımda gerçekleştireceğim her bir ameliyeyi kısacası aldığım nefesten attığım adıma kadar her şeyi Allah’ın emir ve talimatlarına göre belirliyorum demektir. “Muhammeden Rasulullah” ise; Gerçekleştirdiğim tüm bu tasdik ve fiilleri Rasulullah (sav)’in sünnet-i seniyyesine uygun bir şekilde tatbik ediyorum yani Allah Rasulu (sav) Allah’ı nasıl ilah kabul ettiyse bende öyle ilah kabul ediyorum demektir.

Peki bunlardan dolayı insanlar neden öldürülsün, neden dövülsün neden uzaklaştırılsın? Denilebilir. Rabb kavramını da işin içine kattığımızda mesele biraz daha aydınlanmış oluyor. Rabb demek; terbiye eden, çekip çeviren, yaratan, helal ve haram hudutlarını belirleyen, sözü tutulmaya, hükmü tutulmaya layık olan demektir.

Şimdi Rasulullah (sav) ile ilk Müslümanlar bu kelime-i tevhid ile ne kastediyordu? Rabb kavramını ve inmekte olan ayetleri göz önünde bulundurmaya çalışarak neyi kastettiklerini anlamaya çalışalım;

“Ey Müşrikler! Biz sizin Allah’ı bırakıp da kulluk ettiğiniz, tazim ettiğiniz, kural ve kanun aldığınız, ümit beslediğiniz, korktuğunuz, çekindiğiniz, anayasa belirleme hakkı tanıdığınız, hükmetme yetkilerinin olduğunu düşündüğünüz, izzet ve şeref aradığınız, sizin için en iyi olanı seçeceğine inandığınız, itaat edilmesi gerektiğine kanaat getirdiğiniz putlarınızı, sahte ilahlarınızı, kanaat önderlerinizi, siyasi liderlerinizi, hoca(!)larınızı, Laikliğinizi, Demokrasinizi, bütün izmlerinizi, kural ve kanun koyduğunuz ya da  anayasa belirlemesi için vekil(ilah) seçtiğiniz çağdaş Darun Nedve olan meclislerinizi, isyan içerikli örf ve adetlerinizi reddediyoruz ve tanımıyoruz. Biz bütün bunların sadece ve sadece Allah’ın yetkisi olduğuna inanıyoruz ve boyun eğiyoruz. Allah’tan başkasının bu haklara sahip olmadığına, bu yetkinin ancak yaratan, kainatı çekip çeviren, rızıklandıran, öldüren, hayat veren ve bütün bunları kendi iradesiyle yapan Allah’a ait olduğuna inanıyoruz. Eğer bu hakkı, yetkiyi alıp da sizin yaptığınız gibi içinde bulunduğumuz çağı gerekçe göstererek, ya da büyüklerimizden böyle gördük diyerek, Allah’tan başkasını gözümüzde büyütüp ona ölçüsüz bir sevgi besleyerek bir başkasına vermeyiz. Söyleyin bakalım; sizi kim yarattı? Yeri ve göğü kim yarattı? Kainatı çekip çeviren kim? Üzerinize gündüzü devamlı kılsa geceyi, geceyi devamlı kılsa gündüzü size kim verebilir? Bu soruya cevap olarak ismini verdiğiniz zat mı kural ve kanun koymaya, itaat ve kulluk edilmeye layık yoksa bunlardan hiçbirisini yapamayan hatta yapılışında hiçbir katkısı olmayan kendileri de sizin gibi bir mahluk olanlar mı?

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فٖٓي اِبْرٰهٖيمَ وَالَّذٖينَ مَعَهُۚ اِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ اِنَّا بُرَءٰٓؤُ۬ا مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِؗ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَٓاءُ اَبَداً حَتّٰى تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَحْدَهُٓ اِلَّا قَوْلَ اِبْرٰهٖيمَ لِاَبٖيهِ لَاَسْتَغْفِرَنَّ لَكَ وَمَٓا اَمْلِكُ لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍؕ رَبَّـنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَاِلَيْكَ اَنَبْنَا وَاِلَيْكَ الْمَصٖيرُ

“İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz(reddediyoruz). Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir” demişlerdi…” (Mümtehine/4)

Evet kısacası bütün peygamberler ve onlara tabi olanlar kelime-i tevhidi bu anlamda söylemişlerdi. Zira bu ifadeler Kur’an-ı Kerim’den derlenip toparlanan ifadelerdir.

O halde bu ilan ve haykırış ve hareket tarzı karşısında muhatapların vermesi gereken tepkiler nelerdir bunları incelemeye çalışalım.

Birincisi; bu ilanı duyanlardan beklenilen bu çağrıya, ilana ortak olup kabullenip boyun eğmektir. Zira akl-ı selim olandan da beklenen budur. Tarih boyunca bu çağrıya davete uyanlar mutlaka olmuştur.

رَبَّنَٓا اِنَّـنَا سَمِعْنَا مُنَادِياً يُنَادٖي لِلْاٖيمَانِ اَنْ اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّاࣗ رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّـَٔاتِنَا وَتَوَفَّـنَا مَعَ الْاَبْرَارِۚ

“Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.”(Al-i İmran/193)

İkinci bir tavır ise; bütün saflığı ve berraklığıyla ortaya çıkarılan bu ilan karşısında sessiz kalıp neticeyi veya insanların tepkisini bekleyenlerdir. Bunların davetin ilk zamanlarında beliren insan grubudur ki kabul etmeleri muhtemel kişilerdir. Bunların önündeki engelin en büyüğü günümüzde hüküm süren beşeri sistemlerdir. Baskı ve zulümden çekinen, bu kelimeyi kabul etmesi halinde başına gelecek olanlardan tedirginlik duyan kimselerdir. El alem ne der diyenler de bu gruba dahildir. Dediğimiz gibi bunların daveti kabul etmesi muhtemeldir. Bu baskı ve zulüm kalktığında daveti kabul etmeleri umulur. İşte bunların rahat bir şekilde bu dini kabul etmeleri için Rabbimiz Müslümanlara şöyle buyurmaktadır;

وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّٖينُ كُلُّهُ لِلّٰهِۚ فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ

“Fitne(Baskı ve şiddet) kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.”(Enfal/39)

Üçüncü bir tavır ise şiddetle karşı durmaktır. Bu karşı çıkanlarda hep sayıca iman edenlerden fazla olmuştur. Karşı çıkışlarında kendilerini haklı görürler. Çünkü birisi ya da birileri çıkıp; o güne kadar önem verdiği değerlerini, kutsal addettiği sembolleri, itaat ettiği sistemleri, onur ve şeref olarak gördüğü örf ve adetlerini, ölçüsüzce saygı ve sevgi gösterdiği atalarını reddediyor. Onların mantığına göre elbette bunları reddedenlere karşı çıkılacak ve mücadele edilecek, gerekirse her yola başvurulacak, hapsedilecek ve öldürülecek. Çünkü peygamberler ve onlara uyanlar hayatlarındaki her şeyi reddediyorlar. Kendilerini saygı duyduğuna saygı duymuyor, sevgi göstermiyor, tazim etmiyor, itaat ve ittiba göstermiyor, korktuklarından korkmuyorlar. İşte bu büyük bir ayrışmayı zıtlığı beraberinde getiriyor. Yeryüzünün en zıt insanları bunlar olduğuna göre kavga, savaş, anlaşmazlık kaçınılmazdır.

قَالُٓوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْۚ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَلٖيمٌ

“Dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur.”(Yasin/18)

وَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهٖٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَخْرِجُوهُمْ مِنْ قَرْيَتِكُمْۚ اِنَّهُمْ اُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ

“Kavminin cevabı ise sadece, “Çıkarın bunları memleketinizden! Güya onlar kendilerini fazla temiz tutan insanlar!..” demek oldu.”(Araf/82)

وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِهٖ وَتَبْغُونَهَا

عِوَجاًۚ وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَلٖيلاً فَكَثَّرَكُمْࣕ وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدٖينَ

وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِهٖ وَتَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَلٖيلاً فَكَثَّرَكُمْࣕ وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدٖينَ

قَالَ الْمَلَأُ الَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِهٖ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَٓا اَو لَتَعُودُنَّ فٖي مِلَّتِنَاؕ قَالَ اَوَلَوْ كُنَّا كَارِهٖينَ

“Bir de tehdit ederek Allah’ın yolundan O’na iman edenleri çevirmek, Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermek üzere her yol üstüne oturmayın. Hatırlayın ki, siz az (ve güçsüz) idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!?”

“Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilen gerçeğe inanmış, bir kısmı da inanmamışsa, artık Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”

Şu’ayb’ın kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şu’ayb! Andolsun ya kesinlikle bizim dinimize dönersiniz ya da mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkarırız.” Şu’ayb, “İstemesek de mi?” dedi.” (Araf/86-88)

قَالَ فِرْعَوْنُ اٰمَنْتُمْ بِهٖ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّ هٰذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَدٖينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَٓا اَهْلَهَاۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ

لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَعٖينَ

“Firavun, “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha!” dedi. “Şüphesiz bu halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. Göreceksiniz!””Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım.”(Araf/123-124)

Bu kavga, savaş ve karşı duruş ile alakalı ayetler çoktur ancak biz bu kadarı ile iktifa ediyoruz.

O halde kelime-i tevhidin ne anlama geldiğini iyice kavramamız gerekiyor. İyice kavramamız gereken bir diğer şey ise; bu izah ettiğimiz anlamıyla kabul edilmeyen, tasdik edilmeyen bu kelimeyi söylüyor olmanın ne derece makbul ve geçerli olacağıdır. Bu kelimeyi asıl manasına uygun olarak kabul etmemek imanın geçersiz olması demektir. Zira kelime-i tevhid iman kelimesidir, imana giriştir. Unutmayalım ki peygamberler ve onlara ittiba edenler kelime-i tevhidi yukarıda izahını yaptığımız şekilde tevhide davet etmişlerdir. Eğer böyle olmasaydı o kadar kavga, savaş ve ayrılık neden ve niçin olacaktı ki?

PEYGAMBERLER BEŞERİ SİSTEMLERİ YIKMAK; YERİNE HAK NİZAMI HAKİM KILMAK İÇİN GÖNDERİLMİŞLERDİR

Ne yazık ki günümüzde peygamberlerin gönderiliş gayesi anlaşılmadığı gibi peygamberlerim kim olduğu ne için çalıştığı da bilinmiyor. Peygamberlerin neden gönderildiği ve ne için çalıştığı konusunda sahip oldukları bilgi ve hayallerinde yer alan peygamber portresi bu bilgiden ne kadar uzak olduklarının açık ispatıdır.

Peygamber ile alaka sahip olunan bilgi; sokağa çıkıp insanlara nasihatte bulunan, elinde asası ak sakallı bir dede, çocuklara şeker dağıtan, gençleri fuhuştan men eden, yaşlılara vaazda bulunan, toplumun kötü alışkanlıklarına savaş açan, halk içerisinde iyiliklerin yayılması için çalışan, etliye sütlüye karışmayan, hele hele devlet işleri ile hiç işi olmayan, savaşları sadece bir savunmadan ibaret olan ve 23 senelik koskoca nübüvvet hayatı bir güle hapsedilen, güler yüzlü, söylediği bazı sözler tarihe geçen kişi olarak biliniyor.

İyi de madem böyle niye bütün peygamberler zamanın yöneticileri ile sürtüştü. Neden o kadar işkence gördü, niçin o kadar savaş yaptı. Madem etliye sütlüye karışmıyor, madem yöneticiler ile bir işi yok, devlet işlerine karışmıyor neden tehdit edildiler neden engellenmeye çalışıldılar.

Bir düşünsenize yukarıda toplumun sahip olduğu peygamber portresi hiç Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin karşı duracağı bir portre mi? Bilakis eğer öyle olsaydı bu yöneticiler peygamberleri desteklerlerdi. Halkı bir arada tutuyor, onlara vergilerinizi verin, bak isyan çıkarmayın, iyi insanlar olun, evden işe işten eve, fırsat buldukça camiye gelin, siz sadece sizden istenileni yapın, komşularınıza iyi davranın, topraklarınızı koruyun, devletinize sahip çıkın deseydi bu yöneticiler peygamberle karşı çıkarlar mıydı? Kesinlikle değil. Hatta maaşa bağlamak dahi isterlerdi.

Ama durum peygamberlerde ve hak davetçilerde böyle değildir. Peygamberlerden ilk olarak rahatsız olanlar; sistemleri zulme dayanan, kural ve kanunları kendi keyfi arzularına göre belirleyen, şahsi çıkarlarına yönelik yönetim şeklini benimseyen beşeri sistemlerin liderleridir. Çünkü peygamberler ilk olarak bunların karşısına dikilir ve hedeflerinde de bu kimseler vardır. Çünkü peygamberler çarpık düzenleri yıkıp yerine hak nizamı kurmaya gelmişlerdir. Onlar, insanları kula kulluktan kurtarırken bu yöneticileri, hakimiyetin Allah’a ait olduğunu beyan ederken bu çarpık sistemlerini hedef alırlar. Çünkü peygamberler böyle topluluklara gönderilirler.

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوحٖٓي اِلَيْهِ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ

“Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, “Şüphesiz, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin” diye vahyetmişizdir.” (Enbiya/25)

وَلَقَدْ بَعَثْنَا فٖي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولاً اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُؕ فَسٖيرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبٖينَ

“Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” (Nahl/36)

Evet peygamberler sapıklığın zirveye çıktığı toplumlara gönderilirler. Bir toplumda sapıklığın zirveye çıkmasının en temel sebebi kural ve kanunlarıdır, yani anayasalarıdır, yani yönetim şekilleridir. Kendilerine düstur olarak kabul ettikleri, ölçü bildikleri, kural ve kanunlarına uydukları, uymayanları uyardıkları idare şeklidir. Bu anayasanın, kural ve kanunların, yönetim şeklinin kaynağı bir beşer ürünü olduğu için toplumda sapıklık zirveye ulaşır ve Allah tam bu noktada peygamber göndererek bu sapıklığa sebep olan etkeni ortadan kaldırmakla görevlendirir. Peygamberler bataklıktaki sinekle uğraşmaz direk bataklığı kurutmaya odaklanırlar. Evet peygamberler fuhuştan menetmiştir, kötü alışkanlıkları terk etmeyi, iyi davranışları ahlak haline getirmeyi emretmiştir. Ama işe buradan başlamamıştır. Örnek verdiğimiz gibi bunlar o bataklık da sinektir. Bataklık kuruyunca zaten sinekler yok olacaktır.

Nasıl ki bataklık sinekleri kendine çekiyorsa, beşeri sistemlerde bütün ahlaksızlıkları, anarşiyi, zulmü üzerinde toplayacaktır. Bunun çok iyi farkında olan peygamberler, gönderildikleri toplumların kurulu düzenleri yıkmak için uğraşmışlardır. Bu yönetim şekillerinden büyük ölçüde rant sağlayan, kendisi için büyük bir menfaat kapısı olan yöneticiler ve onların KÖPEĞİ olan sahte din bilginleri ve zengin takımı işte bunun için peygamberin karşısına çıkan ilk grup olmuştur.

وَمَٓا اَرْسَلْنَا فٖي قَرْيَةٍ مِنْ نَذٖيرٍ اِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَٓاۙ اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِهٖ كَافِرُونَ

وَقَالُوا نَحْنُ اَكْثَرُ اَمْوَالاً وَاَوْلَاداًۙ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبٖينَ

“Biz şirke dalmış hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın mutrafları (varlıkla şımarmış kimseleri); “biz sizin getirdiğiniz şeyi inkâr ediyoruz” derler. Her seferinde de “biz malca ve evlâtça daha çoğuz ve biz azaba uğratılacak değiliz” derler ” (es-Sebe, 34/34-35)

وَكَذٰلِكَ مَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ فٖي قَرْيَةٍ مِنْ نَذٖيرٍ اِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَٓاۙ اِنَّا وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا عَلٰٓى اُمَّةٍ وَاِنَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ مُقْتَدُونَ

قَالَ اَوَلَوْ جِئْتُكُمْ بِاَهْدٰى مِمَّا وَجَدْتُمْ عَلَيْهِ اٰبَٓاءَكُمْؕ قَالُٓوا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِهٖ كَافِرُونَ

“İşte böyle, senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın mutrafları (varlıkla şımarmış kimseleri); biz babalarımızı bir ümmet(din) üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uymaktayız” dediler. “Ben size babalarınızı, üzerinde bulduğunuzdan daha doğrusunu getirmiş olsam da (yine babalarınızın yoluna)mı? (Uyacaksınız)” dedi. Dediler ki; “doğrusu biz (her şeye rağmen) seninle gönderileni tanımıyoruz” (ez-Zuhruf, 43/23-24).

Kendi tahtları ellerinden gitmesin diye peygambere karşı girişmiş olduğu bu savaşta halkın hassas noktalarını (din, vatan, fakirlik korkusu) gıdıklayarak onları da bu savaşa ortak etmiş ve peygamberlere ve davetçilere karşı bir seferberlik başlatmışlardır. Çünkü halkın desteğini almadan bu seferberliği başlatmaları mümkün olmadığı gibi kendi tahtlarını, saltanatlarını korumaları da mümkün değildir. Halka da benim tahtımı koruyun, tahtım elden gidiyor, elimdeki büyük bir menfaat kapısı kırılıyor diyecek halleri yok. E nasıl yapacaklar. Halkın dini duygularını, vatan sevgilerini kabartarak peygambere düşman edecek ve böylelikle kendi şahsi çıkarları için bütün insanları kendi amaçlarına ortak edecektir. Bunun Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir örneği vardır;

وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونٖٓي اَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُۚ اِنّٖٓي اَخَافُ اَنْ يُبَدِّلَ دٖينَكُمْ اَوْ اَنْ يُظْهِرَ فِي الْاَرْضِ الْفَسَادَ

“Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Mûsâ’yı öldüreyim. (Faydası olacaksa) Rabbini yardıma çağırsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (Mümin/26)

Bakın bakın Firavun’a bakın. Senelerdir halkını eziyor, sömürüyor, köleleştiriyor ama ne oluyorsa birden halk sevdalısı halk adamı oluyor. Aslında Firavun’un halkını düşündüğü yok o bu cümleyi telaffuz ederken şunları demek istiyordu;

“Yani, ben bunun bir devrim yapabileceğinden veya bozgunculuğa neden olacağı için tehlikeli olduğundan korkuyorum. Bu yüzden o, herhangi bir şey yapmadan önce, çıkaracağı bozgunculuğu önleyebilmek için onun öldürülmesi gerekir. Firavun’un öne sürdüğü bu neden, Hz. Musa’nın öldürülmesi için yeterli bir delil olarak görülmüştür.
Firavun’un korktuğu hususlardan birisi olan “dini değiştirmek” ifadesinin iyice anlaşılması gerekir. Çünkü Hz. Musa (a.s), Firavun’un korktuğu bu husus dolayısıyla öldürülmeyi hak etmiştir. Buradaki “din” ifadesi ile yönetimin işleyiş biçimi kastedilmektedir. Yani, Firavun’un deyimiyle: “Ben onun, hükümdarınızı değiştireceğinden korkuyorum” deniliyor. (Ruhu’l-Meani, cilt: 24, sh: 56) Başka bir ifadeyle, “onların siyaset, kültür, medeniyet, ekonomi ve Mısır’da yürürlükte olan sistemleri” burada “din” olarak nitelenmiştir. Firavun, Musa’nın yaptığı davet sonucunda söz konusu sistemin değişeceğinden korkuyordu. Fakat her sahtekar politikacı gibi Firavun da aslında kendi iktidarının elinden gideceğini söylememiş ve tam tersine “Ey Kavmim! Musa’nın hareketi, sizlerin dinini yıkmaya yönelik olduğu için ben onu öldürmeyi istiyorum. Ama ben kendimi değil, sizleri düşünüyorum. Sizler benim iktidarımdan yoksun kaldığınız takdirde, çok kötü durumlara düşersiniz. İşte bu yüzden Musa’nın öldürülmesi gerekir. Nitekim o, bir vatan-millet düşmanıdır.” demiştir.”[1]

O zaman anlaşılıyor ki peygamberler bizim bildiğimiz peygamberler değil. Onlar insanları hayatını değiştirmek, asıl değer ve ölçülerinin ne olduğunu onlara göstermek. Sistemlerinde, iş yerlerinde, evlerinde kısacası hayatın her alanında Allah’ın razı olmadığı ne kadar hal, tavır, düşünce, fikir varsa hepsini yıkmaya ve yerine tek iyisini tek güzel olanı yerleştirmeye gelmişlerdir. Çünkü onlar Allah’ın sözcüsüdürler. Allah’ın hakkını Allah’a teslim etmek için gelmişlerdir. İşte Allah’a ait yönetme, kural ve kanun koyma, itaat etme gibi hakları kendisinde gören başkanlar, krallar ve liderler bunun için peygamberlerle sürtüşmüş ve onlara varlık hakkını tanımamak için uğraşmışlardır. Hatta diyebiliriz ki peygamberlerin daveti ilk olarak sezen ve anlayan da onlardır. Nitekim;

قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى

قَالَ رَبُّنَا الَّـذٖٓي اَعْطٰى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدٰى

قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْاُو۫لٰى

قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّٖي فٖي كِتَابٍۚ لَا يَضِلُّ رَبّٖي وَلَا يَنْسٰىؗ

Firavun, “Sizin Rabbiniz kim, ey Mûsâ?” dedi.

Mûsâ, “Rabbimiz, her şeye hilkatini (yaratılış özelliklerini) veren, sonra onlara yol gösterendir” dedi.

Firavun, “Ya geçmiş nesillerin hâli ne olacak?” dedi.

Mûsâ, şöyle dedi: “Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin katında bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır. Rabbim, yanılmaz ve unutmaz.”(Taha/49-52)

Firavun ’un Musa (a.s.)’ın verdiği cevaba bir anlam veremedik değil mi? Ne alaka? Musa (a.s.) ne diyor o ne diyor? Bir bakalım Firavun bunu söylerken acaba neyi kastediyor ya da Musa (as)’ın verdiği cevapta neyi fark etmiş de bu cevabı vermiş;

Firavun ‘un sorduğu soru çok kurnazca bir soruydu. Bu soruyla şöyle demek istiyordu: “Eğer her şeye ayrı ayrı yaratılışını verenden başka rab yoksa, Yüzyıllardan beri başka ilâhlara tapan bizim atalarımızın hali ne olacak? Tüm bu insanlar hatalı mıydı? Hepsi azabı mı hak etti? Onların aklı yok muydu?” Böylece Firavun belki atalarına saygısızlık gösteren Hz. Musa’ya karşı sinirini yatıştırmak istiyordu. Aynı zamanda Firavun saray adamlarını ve diğer Mısırlıları Hz. Musa’nın davetine karşı kışkırtmak istiyordu. Bu oyun, Hakk’a davet eden herkese karşı oynanmış ve aklı ermeyen kişileri kışkırtmakta her zaman etkili olmuştur. Bu kurnazca oyuna burada değinilmiştir, çünkü aynı oyun Mekkeliler tarafından Peygamberimiz’e (s.a) karşı da oynanıyordu.[2]

 

وَعَجِبُٓوا اَنْ جَٓاءَهُمْ مُنْذِرٌ مِنْهُمْؗ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هٰذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌۚ

اَجَعَلَ الْاٰلِهَةَ اِلٰهاً وَاحِداًۚ اِنَّ هٰذَا لَشَيْءٌ عُجَابٌ

وَانْطَلَقَ الْمَلَأُ مِنْهُمْ اَنِ امْشُوا وَاصْبِرُوا عَلٰٓى اٰلِهَتِكُمْۚ اِنَّ هٰذَا لَشَيْءٌ يُرَادُۚ

مَا سَمِعْنَا بِهٰذَا فِي الْمِلَّةِ الْاٰخِرَةِۚ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا اخْتِلَاقٌۚ

ءَاُنْزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِنْ بَيْنِنَاؕ بَلْ هُمْ فٖي شَكٍّ مِنْ ذِ كْرٖيۚ بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِؕ

“Kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu, yalancı bir sihirbazdır.” “İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey!İçlerinden ileri gelenler, “Gidin, ilâhlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur’an) içimizden ona mı indirildi?” diyerek kalkıp gittiler. Hayır, onlar benim Zikrimden (Kur’an’dan) şüphe içindedirler. Hayır, henüz azabımı tatmadılar.”(Sad/4-8)

Kur’an’ın ifade tarzı müşriklerin kitlelerin kalbindeki bu gerçeğe karşı koymak ve onların atalarından kalma çürük inançlarına bağlı kalmalarını sağlamak, bu yeni dinin çağrısı ardında dış görünüşün ötesinde çirkin hesapların olduğu imajını vermek için nasıl bir yönteme baş vurduklarını da tasvir etmektedir. Onların işlerin iç yüzünü bilen ve yeni dinin bu çağrısının arkasında nelerin gizlendiğini anlayan büyükler olarak kendilerini halka tanıttıklarını ortaya koymaktadır. “Onlardan ileri gelenler, `yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur.”

Öyleyse bu yeni çağrı ile amaçlanan ne din ne de inançtır. Burada amaç, bunların ötesinde başka bir şeydir. Bu konuyu, halk kitleleri, ehliyetli olan uzmanlarına bırakmalıdır. Gizli-kapaklı hesaplardan anlayan ve yapılan manevraları kavrayabilen yetkili kişilere havale etmelidir. Kitleler, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalı, bilinen ilahlarına tapmaya devam etmeli ve bu yeni çağrı ile ortaya konan manevranın perde arkasını düşünmemeli, onunla ilgilenmemelidir! Zira halkın bu çağrıya karşı direnebilecek yetenekli ve yeterli uzmanları vardır. Kitleler müsterih olmalıdır. Zira, sözde ileri gelen büyükler, onların ilahlarını inançlarını ve milletin çıkarını en güzel şekilde kollamaya çalışacaklardır!

Bu yöntem, zalim yöneticilerin kitleleri kamuoyunu ilgilendiren konularla ilgilenmekten, gerçekleri düşünmekten alıkoymak için sürekli olarak kullandıkları alışılagelen bir plandır. Zira, kitlelerin bizzat kendilerinin gerçekleri öğrenmek için uğraşmaları ilahi mesajı hesaba katmayan yöneticiler ve yine bu özelliği taşıyan ileri gelenler, büyükler için ciddi tehlike oluşturur. Onların, kitleleri içinde boğdukları saçma planlarını temelsiz planlarını deşifre eder. Zaten, gayri meşru yönetimler kitleleri ancak temelsiz planlar için de boğarak hayatlarını sürdürebilirler![3]

Bu açıklamalardan sonra net bir şekilde söyleyebiliriz ki; Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller; peygamberin çağrısını Müslüman olduğunu söyleyenlerden daha iyi anlamışlardır.

“İslam dini, Tevhid inancını net bir şekilde ortaya koymak ve daha önceki inanç sistemlerinde bulunan Tevhidin etrafında meydana gelen sapmaları, uydurma anlayışları ve mitolojileri temizlemek için son derece özen göstermiştir.

İslam’ın bu konuya özen göstermesinin nedeni, Tevhidin bütün kainatın temelini oluşturan en büyük ve en başta gelen gerçek olmasıdır. Bütün bir kainatın bu gerçeğe açık ve kesin bir şekilde tanıklık etmesidir. Aynı zamanda Tevhid, insan hayatının hem ana ilkelerinde hem de detaylarda kendisi üzerinde kurulmadığı müddetçe huzura kavuşamayacağı temel kaidedir.Tevhid inancı her şeyin başında gelen, büyük ve önemli bir gerçektir. Bütün bir varlık onun temeli üzerinde durmaktadır. Evrendeki her şey, O’nun bir tanığı, bir belgesidir.

Gözlerimizle, apaçık olarak gördüğümüz bu evrende hükmeden evrensel (doğal) yasaların birliği, bu yasaları belirleyen, düzenleyen iradenin de tek olması gerektiğini haykırmaktadır. Nerede ve ne zaman bu evrene baksak bu gerçek ile yasaların birliği ile karşılaşırız. Bu, onlara hükmeden iradenin birliğini ön plana çıkaran bir birliktir.”[4]

PEYGAMBERLERİN DAVETİ KARŞISINDA ATALAR DİNİ

Peygamberlerin karşı çıktığı ve yıkmak için çalıştığı şeylerden bir tanesi de atalar dinidir. Toplum üzerinde geçerli olan kanunlar iki tanedir. Bu kanunlar insanların yaşayış şekillerini, davranış biçimlerini, insanlar arası hatta uluslararası ilişkilerini belirler. Bir tanesi yazılı olanlar ki bunlar anayasalar ve bunların sistem haline getirildiği devletler. İkincisi ise yazılı olmayan olanlardır ki bunlarda kültür, örf ve adetlerdir. Cemiyet halinde yaşamak zorunda olan insanların meydana getirmiş oldukları bu topluluğun uymak zorunda olduğu kanunlar vardır. Aksi taktirde onlara toplum demek mümkün değildir. Onları bir arada tutan ve birbirine bağlayan böylelikle birçok ihtiyaçlarını karşılamalarına neden olan bu kanunlardır. Toplumlar ikisine de uymak konusunda gayet titizdirler. Bunları kendi değerleri olarak kabul ederler ve yüklemiş oldukları kutsallık sebebince de uğrunda canlarını dahi feda ederler. Bunlara öylesine sıkı sıkıya bağlıdırlar ki bunlar uğrunda peygamberleri ve hak davetçiler reddetmişler, onları yurtlarından sürmek istemişlerdir.

İster yeni inşa edilen bir toplum olsun isterse de önceden beri var olan bir toplum olsun fark etmez peygamberler iki türlü kanunlarından Allah’ın razı olmadığı toplumlara gönderilirler. Yukarıdaki başlıkta peygamberlerin anayasa haline getirilen sistemlere karşı mücadelesinden bahsettik. Atalar dini de peygamberlerin mücadele ettiği bir akımdır. Buradaki mücadelesinde ileri gelenlerin tepkisini aldıkları gibi toplumun da tepkisini üzerlerine çekerler ve işleri gittikçe zorlaşır. Peygamberi anlamadan, dinlemeden yargılamışlardır. Sırf uzun süreden beri alışa geldikleri yaşam tarzlarına değindiği için. Sağ duyu ile yaklaşmayı tercih edeceklerine kendilerini saldırıya uğramış gibi hissederek taassup ehli olduklarını ispat ederek savunmaya geçmişlerdir. Kime karşı neyi savunduklarını düşünmeden. Bu saldırılarının doğru olup olmadığına bakmadan. Ne kadar haklı diye düşünmeden. İşte öylesine bağlılar örf ve adetlerine…

Ataları yanılmış olamaz. Kültürleri, örf ve adetleri onlara göre dünyanın en iyisi en güzeli hatta en doğrusu. Dolayısıyla bu örf ve adetlerde yanlış diye sorgulanacak hiçbir şey olamaz. Bunlara uyulmalı ve kesinlikle taviz verilmemelidir. Asırlardır yaşanıyor olması buna karşı çıkanın batıl, yanlış bir yolda olduğuna bir delildir onlar için. Ya da kendilerine bu örf ve adetleri miras bırakan atalarına karşı olan sevgi ve kanaatleri yine bu yola karşı çıkanların batıl olduğuna dair bir işarettir onlar için. İşte peygamberlerin karşısında duran toplumların zihin yapısı kısaca böyledir. Bir kez olsun sorgulamamışlar, dayatılanı ve ezberletileni uygulamışlar ve eğer sorgularlarsa da ihanet edeceklerini düşünmüşlerdir. Kendileri hak yola davet edildiklerinde de bu davetten kendilerini müstağni görerek yani gerek görmeyerek kendilerine kendi gittikleri yolun yettiğini başkasına gerek olmadığını ifade ederek şöyle cevap vermişlerdir;

وَاِذَا قٖيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَـتَّبِـعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاؕ اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـٔاً وَلَا يَهْتَدُونَ

“Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara/170)

Bu ayette kastedilenler ister İslâm’a her çağrıldıklarında, kendilerine hukuk sistemlerini ve ibadet geleneklerini sadece bu ilahî kaynağa dayandırmaları gerektiği her hatırlatıldığında, bu dinin onaylamadığı cahiliye geleneklerinden kopmalarının lâzım geldiği onlara her söylendiğinde bu ayette nakledilen sözü hatırlatan müşrik Araplar olsun; isterse atalarından kendilerine miras kalmış olan kültür birikimine bağlılıklarını sürdürmekte ısrar ederek bu yeni dinin hem bütününü ve hem de ayrıntılarını benimsemeyi inatla reddeden Yahudiler olsun; ister onlar, ister bunlar kastedilmiş olsun, bu ayet, inanç konusunda yüce Allah’tan başkasından bir şey öğrenmeyi, bu konuda taklitçi olmayı, düşünceden ve bilinçten yoksun nakilciliği ağır bir dille kınamaktadır:

Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar?

Eğer durum gerçekten böyleyse yine atalarından kendilerine miras kalmış olan düşüncelere ve geleneklere uymakta ısrar mı edecekler? Bu ne biçim bir katılık ne biçim bir taklitçiliktir? Bu yüzden böylelerinin gözleri önüne, bu kör taklitçiliğe ve katılığa yaraşan alaycı ve komik bir tablo getiriliyor. Kendisine söylenenlerden hiçbir şey anlayamayan, çobanın bağırarak söylediklerini sadece anlam ve içerikten yoksun bir ses dalgalanması, bir gürültü olarak algılayabilen, bayıra salınmış bir hayvanın tablosu. Dahası var… Bu kimseler söz konusu hayvandan bile daha aşağı düzeydedirler. Çünkü bu hayvan görebiliyor, işitebiliyor ve ses verebiliyor. Oysa bu kimseler sağır, dilsiz ve kördürler.[5]

وَمَثَلُ الَّذٖينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذٖي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًؕ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ

İnkâr edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı anlamazlar. (Bakara/171)

Söz konusu düzenlerin var olmasında sürüp gitmesinde bu durumun kendi işine yaradığı kişiler vardır ki bunlar devamlı surette bu düzeni tesis etmeye ve sürekli algı yoluyla bunu hatırlatmaya çalışırlar. Hatta öyle ki bu düzeni yıkmak isteyen birinin ya da birilerinin muhakkak çıkabileceğini tecrübe ettikleri için önceden etiketleri ve iftiraları hazırlarlar. Bu yolu onlara öylesine anlatırlar ki bu halkın kalbine iyice yerleşir ve buna karşı duymuş olduğu bağlılıktan sebep otomatik olarak buna karşı çıkanlar aniden düşmanı olur. Nitekim;

قَالُٓوا اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرٖيدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرٖيقَتِكُمُ الْمُثْلٰى

“Dediler ki: “Bunlar her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler.”” (Taha/63)

Musa (a.s.)’ın daveti ve söyledikleri karşısında şaşkına uğrayan sihirbazlar kendi aralarında yaptıkları bu konuşmada birbirlerini gaza getirmek ve kışkırtmak için durumun kritiğini yapıyorlar. Dikkat edilirse bu korku havasını dağıtmak ve birbirlerini motive etmek için ve en önemlisi bu işten vazgeçmemek için kendilerine örnek edindikleri ve takip ettikleri bu yolun, düzenin tehlike altında olduğunu vurgulayarak istikrar sağlamaya çalışıyorlar.

Bugün de durum aynıdır. Beşeri sistemlerin başındaki liderler emellerine isteklerine makam ve mevkisi sayesinde ulaşmaktadırlar. Toplumun örf ve adeti ise onların makamını devamlı hale getiren, sağlamlaştıran yazılı olmayan kanunlardır. Dolayısıyla bütün beşeri sistemlerin liderleri varlığını halka ve bu halkın örf ve adetlerine borçludur. Bunu çok iyi bildikleri için bu ikisi tehlikeye girdiğinde ellerinden gelen her şeyi yaparlar ve bu çabalarını ülkenin bekası, istikrarı ve refahı için başlatılan bir hareket olarak yansıtırlar.

Yazılı ve yazılı olmayan kanunlar halkın desteği ile varlıklarını sürdürebilirler. Eğer bu ikisine uyan halk olmasa ortada böyle bir düzenin varlığından bahsetmek imkansızdır. Tarih sayfalarına baktığınızda nice imparatorlukların nice kültürlerin yok olup gittiğini görürsünüz. Sebebi ise onları devam ettiren ve uyan olmamış. Yani kitleler tarafından destek görmemiştir. Toplumun üzerinde hakim olan düzenlerin var olmasında ve varlığını devam ettirmesinde halkın desteğini yok saymak körlüktür. Halk bu düzeni destekler ve uymaya devam ederse bu sistem onlar üzerinde hakim olmaya devam eder. Eğer bu desteklenen ve hüküm süren sistem Allah’ın razı olmadığı hatta şirk ve inkar kabul ettiği bir sistem ise buna destek veren ve devamını sağlayan bütün herkes bundan sorumludur. Nitekim;

قَالَ الَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذٖينَ اسْتُضْعِفُٓوا اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَٓاءَكُمْ بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِمٖينَ

وَقَالَ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ اِذْ تَأْمُرُونَـنَٓا اَنْ نَكْفُرَ بِاللّٰهِ وَنَجْعَلَ لَهُٓ اَنْدَاداًؕ وَاَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَؕ وَجَعَلْنَا الْاَغْلَالَ فٖٓي اَعْنَاقِ الَّذٖينَ كَفَرُواؕ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“İnkâr edenler, “Biz bu Kur’an’a da ondan önceki kitaplara da asla inanmayız” dediler. Zalimler, Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman hâllerini bir görsen! Birbirlerine laf çevirip dururlar. Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, “Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman eden kimseler olurduk” derler.

Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, “Hayır, bizi hidayetten saptıran gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklardır. Çünkü siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” (Sebe/32-33)

“Yani, “Onlar(liderler) derler ki: Biz birkaç kişi sizin gibi yüzlerce, binlerce insanı bize tabi olmaya zorlayacak bir güce sahip değildik. Eğer siz inanmak isteseydiniz, bizi liderlik, güç, yetki ve yönetimden alıkoyardınız. Eğer sizin hediyeleriniz, vergileriniz ve hibe ettiğiniz şeyler olmasa biz fakir olurduk. Eğer siz bize bağlılık göstermeseydiniz, biz bir gün bile ulu ve aziz olarak kalmazdık. Siz bizi önder kabul edip yüceltmeseydiniz, bizi kimse tanımazdı bile. Siz bizim ordumuz olmasaydınız, biz bir tek ferdi bile yönetemezdik. Şimdi neden size peygamberin gösterdiği yola kendinizin tabi olmak istemediğinizi kabul etmiyorsunuz? Siz haram ve helalden gafildiniz ve hayatın sadece bizim sağlayabileceğimiz sükselerinin esiriydiniz. Size her tür suç ve günahı işleme ehliyeti verebilecek ve vereceğiniz hediyeler karşılığında sizi Allah’a bağışlatma sorumluluğunu üzerine alacak rehberler arıyordunuz. Her tür şirki icat ederek, dinde birçok yenilikler çıkararak ve sizin bütün arzularınızı gerçeğin kendisi diye sunarak sizi hoşnut eden dini liderleri dinlemek istiyordunuz. Allah’ın dinini sizin arzularınıza uydurmak için değiştirecek sahtekarlara ihtiyacınız vardı. Ahirette ne olursa olsun sizi bu dünyada zengin kılacak önderlere uymak istiyordunuz. Hakimiyetleri altında her tür günah ve ahlaksızlığı işleme özgürlüğüne sahip olacağınız ahlaksız ve şerefsiz yöneticileri istiyordunuz. Bu nedenle bu alışverişte siz ve biz eşit ortaklarız. Şimdi tamamen masum olduğunuzu ve siz istemeden bizim sizi saptırdığımızı söyleyerek hiç kimseyi kandıramazsınız.”
Başka bir ifadeyle halktan insanlar şöyle diyeceklerdir: “Bizim bu sorumlulukta eşit paya sahip olduğumuzu nasıl söylersiniz? İnsanları aldatmak ve saptırmak için gece gündüz ne kadar planlar, hile ve dolaplar kurduğunuzu bir hatırlayın. Sizin bize bütün dünyayı sunduğunuz, bizim de buna kandığımız doğru değil. Sizin bizi dolandırıcılık ve hilelerinizle kandırdığınız ve her birinizin sıradan insanları kandırmak için her gün yeni bir yem ortaya attığı da bir gerçek.”
Kur’an, dini liderlerle, onlara tabi olanlar arasındaki bütün tartışmalara birçok yerde farklı şekillerde yer verir. Ayrıntılar için bkz. A’raf: 38-39, İbrahim: 21, Kasas: 63, Ahzab: 66-68, Mümin: 47-48, Ha Mim Secde: 29.”[6]

Ahirette yaşanan bu manzarada liderler; dünyaya aşırı olan düşkünlüklerinin, Allah’ın hakkını gasp etmelerinin, bunu yaparken hileler ve komplolar düzenlemelerinin, kulları kendilerine kulluğa çağırmalarının faturasını ağır bir şekilde ödemekte ve yönettikleri kimselerin sorumluluğunu üzerlerinden atmak istemekteler.

Uyanlar ise; itaat ettikleri ve bağlı kaldıkları bu yol sebebince içine düşmüş oldukları acıklı durumun sorumluluğunu liderlerine, atalarına atmaya çalışmaktadırlar. Ama nafile her iki grupta suçlu. Uyanlar dünya hayatındayken akıllarını kullanmadıkları için ve kendilerine dayatılan bu yolu sorgulamadıkları için hatta bu yol uğruna hak davete karşı geldikleri için, dünya hayatındayken bir nebze de olsa fark ettikleri sakıncalı durumlara tepkisiz kaldıkları için, atalarına, liderlerine, örf ve adetlerine olan bağlılığın sınırını aştığını fark edemedikleri için, kendilerine gelen daveti dinlemeye yanaşmadıkları için hep bir bahaneler uydurduğu için çok büyük bir pişmanlık içindeler. Çünkü onlar dünya hayatındayken şöyle diyorlardı;

اِذْ قَالَ لِاَبٖيهِ وَقَوْمِهٖ مَا هٰذِهِ التَّمَاثٖيلُ الَّتٖٓي اَنْتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ

قَالُوا وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا لَهَا عَابِدٖينَ

قَالَ لَقَدْ كُنْتُمْ اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ فٖي ضَلَالٍ مُبٖينٍ

قَالُٓوا اَجِئْتَنَا بِالْحَقِّ اَمْ اَنْتَ مِنَ اللَّاعِبٖينَ

“Hani o, babasına ve kavmine, “Ne bu tapınıp durduğunuz heykeller?” demişti.

Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk dediler.

İbrahim, “Andolsun, siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.

Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen bizimle eğleniyor musun?” dediler.” (Enbiya/52-55)

Kendi inançlarının doğruluğundan o derece emindiler ki, bunların yanlış olduğunun söylenmesinin ciddi olabileceğini hayal bile edemiyorlardı.[7]

Bu gibi düzenlerin tamamı yıkılmalıdır. Bunların ıslah edilecek, onarılacak, rötuş yapılacak hiçbir yönleri yoktur. Çünkü bu durumlar detaylar için geçerlidir. Buradaki asıl mesele bu sorunun temelinde başlangıcında kendisiyatıyor olmasıdır. Aslında asıl mesele yönetimin, idarenin, yetkinin kimde olduğu meselesidir. Eğer bir toplumun üzerinde ilk ve son söz sahibi Allah değilse o toplum derhal değerlerini değiştirmeli ve bu halinden vazgeçmelidir. Eğer bir toplum düğünlerini, alışverişlerini, ilişkilerini hatta en önemlisi kural ve kaidelerini, serbest ve yasaklarını atalarına ya da herhangi bir ‘izm’e göre belirliyor ise o toplumun birden fazla ilahı var demektir. O toplum Allah’a şirk koşuyor demektir. İllaki bir puta tapıyor olmaları gerekmez. Onlar birer semboldürler. Putların asıl yeri kalptir. Hakimiyetini orada kurar. Putlar hakkında geçerli kaide yıkılmaları ve yok olmalarıdır. Onların onarılacak, tedavi edilecek, bir süreliğine müsaade edilecek ya da kendileri ile yüce bir hedefe ulaşılacak hiçbir yönleri yoktur. Halkı Müslüman olduğunu iddia eden topluluklar sembolik olarak bir puta tapmıyor olabilirler. Ancak el alem putu, atalar putu, demokrasi putu, kadın putu, futbol putu, kariyer putu, para putu gibi birçok put kalplerinde yer etmiş olabilir. Bunlar görünmeyen ancak vahyin nuru ile aydınlatması ile görülebilecek putlardır. Nitekim Şuayb (a.s.)’ın kavmi puta tapmıyordu ama onlar da tevhide davet edilmişlerdi. Onlara da peygamber gönderilmiş ve yukarıda saymış olduğumuz putları kalplerinde bulundurmaktaydılar. Sahip oldukları saf akideden sıyrılmışlar ve Müslümanlık sadece dillerinde kalmıştı. Bu akideden sıyrılmış olmalarının nedeni olarak alimler; yönetimi Allah’ın dışındakilere vermelerini heva ve heveslerine dayalı bir hayat yaşamalarını göstermişlerdir. Şuayb (a.s.)’n kavmi faizsiz bir ekonomi, genel evsiz bir ülke, doğruluğun ve adaletin hakim olduğu bir yönetim düşünemiyorlardı. Onlara göre eğer bunlara dikkat ederlerse ne ticaret yapabilirler ne de sahip oldukları coğrafi konumun avantajından faydalanabilirlerdi bu da onlara göre bir kayıp bir hüsrandı. O yüzden ticaretlerinden büyük kar elde etmeleri için faize başvurmalıydılar, sahip oldukları coğrafi konumdan faydalanmak için haraç kesip zulmetmeliydiler, memlekette tecavüz yayılmasın diye genel ev açmalıydılar, tam manasıyla özgür bir ülke olabilmeleri için bazı haramları kaçamakça işlemeliydiler. Ve tüm bunlara rağmen de Müslüman kaldıklarını düşünüyorlardı.

Ne yazık ki her toplum gibi Şuayb (a.s.)’ın kavmi de peygamberlerinin davetini anlamadılar. Bugün içinde yaşadığımız toplumun peygamberlerin ve hak davetçilerin davetini anlamaması gibi bir de anlamadığı gibi karşı durması gibi. Peki neydi bu peygamberlerin ve hak davetçilerin daveti?…

PEYGAMBERLERİN DAVETİ

Peygamberlerin davetini anlamayan her toplum bozulmaya, helak olmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Peygamberlerin bu davetini bir örnekle izah edelim;

Düşünün ki bir adam evinize geliyor ve artık bu evin babasının kendisi olduğunu söylüyor ya da söylemese bile hal ve hareketleriyle bunu kastediyor. Artık bu evde onun sözünün geçeceğini, izinlerin ondan alınacağını kısacası o evin babasının yetkileri ve hakları ne ise kendisine ait olacağını ifade ediyor. Ve eğer bunu kabul ederseniz annenize ve size vaatlerde bulunuyor. Sizi en iyi yerlere göndereceğini, annenizin elin sıcak sudan soğuk suya sokmayacağını, yediğinizin önünde yemediğinizin arkanızda olacağını vadediyor. Aslında bunları yapacak gücü yok ama size bunu kabullendirmek için gözünüzü boyuyor. Sizin babanız ile aranızdaki annenizin de kocası ile arasındaki bütün bağları unutturmaya böylelikle de koparmaya çalışıyor. Babayı inkâr etmiyor ama babayı hatırlatacak her türlü delilleri ortadan kaldırmaya ve zihinlerine gelmemesi için türlü türlü yollara başvuruyor. Bunu da göz boyayıcı jestlerle yapıyor. Onlara farklı gelen, lezzet veren ve mutlu eden şeylerle bunlarla meşgul ederek böylelikle babayı tamamen unutmalarını hedefliyor.

Aile fertlerinin ilk etapta bu adama vermesi gereken tepki nedir? Onu reddetmek ve bu haklara ancak bu evin babasının sahip olduğunu haykırmaktır. Bir başkasının bu yetkiye sahip olamayacağını kim buna kalkışırsa muhakkak bir tepkinin verileceğini net bir şekilde ortaya koymaktır. İşte peygamberlerin daveti budur. Onlar yeryüzünde Allah’ın hakkını gasp eden, kulları kendine kulluğa çağıran, insanlar üzerinde geçerli olacak kural ve kanunları kendisi koyan böylelikle yeryüzünün sahibi olduğunu bu girişimleriyle betimleyen tağutlara, zorba hükümdarlara böyle bir haklarının olmadığını ve bunun ancak Allah’a ait olduğunu delilleriyle haykırmaktır. Rablerini unutan, Allah ile bağlarını koparan insanlara bu ilişkiyi ve bağı hatırlatmaktır. Yaratılışlarına ve kâinata dönüp bakmalarını telkin ederek; Rabbin, sahibin, efendinin kim olduğunu gösteriyorlardı. Çünkü bunu görürlerse bu hakkı Allah’a verecekler, Allah ile bağlarını kuvvetlendirecekler ve bu sahte efendileri, ilahları yeryüzünden kovacaklardır.

Örneğe geri dönelim; bu aile bu girişime karşı çıkmak yerine, mahkûmiyeti kabul eder ses çıkarmaz ise baba onlar hakkında ne düşünür. Evladı için hanımı için ne düşünür. Bu aile fertleri o babaya karşı yerine getirmeleri gereken bir vazife olarak o adamı evden kovmak yerine, o babanın varlığını inkâr etmemek bunun yanında evin içini süpürmek, bulaşıkları yıkamak, evin içini imar etmek, evin ihtiyaçlarını karşılamak gibi davranışlarla babaya karşı vazifelerini yerine getirdiklerine kanaat getirirlerse her ne kadar bu babanın hoşuna giden davranışlar olsa da böyle bir durumdayken sadece bunları yapmak ile yetinmelerini hoş karşılar mı yoksa daha da gadaplanır mı? Bir de ailenin içinden herhangi bir fert bu gidişatın yanlış olduğunu, bu adamı derhal kovmaları gerektiğini yoksa durumun daha da ciddi boyuta ulaşacağını söylediğinde bu uyarıcıyı hafife alır ve ona kulak asmazlar ise bu durumdan memnun olduklarına işaret etmez mi? O baba bir gün eve geldiğinde hem o adamı kovacak hem de bu durumda kendisine ihanet eden aile fertlerini en ağır şekilde cezalandıracaktır. Çünkü babayı o adamın vaatlerine sattılar. O adamın vaatlerini tercih ettiler. O evin babasının o olduğuna dair birçok delil ortadayken. Her aynaya baktıklarında o evin babasının kim olduğuna dair delilleri görmelerine rağmen bunu yaptılar. Yüzlerinde babalarının o adam olduğuna dair deliller varken, hatta onun aldığı kıyafetler ve onun aldığı evde yaşıyorken bunu yaptılar bu büyük bir ihanet.

Örneği güncelleyelim; Nasıl ki o aile fertleri evin bazı işlerini görmek ile babanın hoşuna giden şeyleri yapmış olsalar da böyle bir durumda bunlarla yetinmeleri babanın gadabını çekecekse; Bugün yeryüzünde beşeri sistemler hâkim iken, Allah’ın varlığını kabul etmek ile ve namaz, hac, oruç, zekât ile yetinenler de aynı durumda aynı vaziyettedirler. Allah (c.c.)’ın hakkı gasp edilmiş, yok sayılıyor ama bugün insanlar şu abdestimi bozar mı şu namazı bozar mı, sakız orucu bozar mı, tavuktan kurban olur mu gibi meselelerle uğraşıyorlar. Bunlarla yetiniyorlar. O beşeri sistemleri reddedecekleri yerde kovacakları yerde bir de onları destekliyorlar. Namazla yetinmeleri vs. kimin işine yarıyor? Bunlar yapılmasın demiyoruz. Bu ibadetler Allah’ın emri diye yapılıyorsa fitnenin (beşeri sistemlerin) yeryüzünden kaldırılması da Allah’ın emri. Buna neden itaat edilmiyor. Yoksa kitabın işimize gelen kısmını alıyor gelmeyen kısmını bırakıyor muyuz? Bu Allah’ı gazablandırır mı yoksa memnun mu eder? Yenilgi kabullenilmiş, zillete boyun eğilmiş. Allah’ın arzında başkaları hüküm sürüyor, ama hala vatan bütünlüğü, milliyetçilik, taraftarlık, moda düşkünlüğü, ticaret sevdası gibi asılsız şeylerle uğraşılıyor. Soruyorum yeryüzü bu durumdayken Allah bu davranışlardan razı mıdır yoksa memnun mudur? Kaldı ki bu davranışlardan bazıları da Allah’ın yasakladığı şeyler. Şimdi nasıl ki baba günü geldiğinde bu gaspçıyı ve buna destek olan ve ses çıkarmayan aile fertlerini cezalandıracaksa, Allah (c.c.) ahiret gününde yeryüzünü gasp edip kural ve kanun koyanları ve onları uyanları ebedi azabı ile azaplandıracaktır.

Örneğini verdiğimiz aile dışarıdan bakıldığında bize şöyle bir izlenim veriyor; bu aile fertleri bu adamı bekliyormuş aslında. Hemen sultasını kabul ettiler ve baba ile olan bağlarını hiçe saydılar. Bir takım dünyalık vaatler için. Yapmak istediklerine fırsat doğmuş gibi. Bugün yeryüzünde beşeri sistemlere uyanların ona engel olmamalarının sebebi onları istediklerine ulaştırdığı için. Demek ki onlar bu gaspa razılar.

لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهٖ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْؕ وَاِذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ سُٓوءاً فَلَا مَرَدَّ لَهُۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهٖ مِنْ وَالٍ

“…Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…” (Rad/11)

Bir de bunun yanında kendilerine bu hakkı hatırlatan davetçileri yalanlıyor ve onları reddediyorlar. Onları suçlu görüyorlar. O davetçi yaratılışlarına bakıp Allah (cc)’ın hilkat mührünü görmelerini istiyor. Onlara üzerlerindeki Allah (cc)’ın izlerini gösteriyor. Efendilerinin kim olduğunu onlara hatırlatan, yaratanın, yönetenin kim olduğunu onlara hatırlatan kâinat kitabını onlara gösteriyor ama ne yazık ki cevap genelde olumsuz. Öyle boyanmış ki gözleri artık bu delilleri görmüyor ve bunlardan yüz çeviriyorlar. Onları haksız görüyorlar ve onları bu davetleri sebebiyle suçlu görüyorlar. Bu cehaleti aşan bir ihanettir…

İşte peygamberin davetini anlamamak ve bu uzak duruşun ağır sonucu… Peygamberin davetini iyi anlamalı ve örneği verilen aile fertlerinin içinde bulunduğu bir haldeysek derhal bu hali terk etmeliyiz. Nasıl ki o aile fertlerinden beklenen kendilerine bu uyarıyı yapan, o evin babasını hatırlatan kişiye kulak verip organize olarak birlik içerisinde o adamı kovmalarıysa, bugün bizden beklenen bize yakışan da Allah’ı hatırlatan, Allah’a kulluğa çağıran, O’nun hakkını hatırlatıp yetkilerini teslim etmeye davet eden davetçilere kulak verip, birlik ve beraberlik içeresinde bu beşeri sistemlere karşı koymak ve onları yeryüzünden silip atmaktır.

PEYGAMBERLERİN DAVETTE BULUNDUĞU İNSANLAR HAKKINDAKİ YANLIŞ BİLGİ

Bugün ne yazık ki insanlar peygamberin davetini bilmedikleri ve anlamadıkları gibi davet ettikleri insanlar hakkında da bilgi sahibi değiller. Hatta yanlış bir bilgiye sahipler. Bu kimseleri Allah’ın inkâr eden, Allah’ın tanımayan, Allah nedir bilmeyen kimseler olarak zannediyorlar. Bundan sebeptir ki Allah’ın varlığını kabul etmeyi de büyük bir meziyet doğru bir inançta olduğuna dair bir delil olarak görüyorlar. Hâlbuki durum hiç de böyle değildir. Bunun böyle olmadığı Kur’an-ı Kerim’de net bir şekilde ortaya konulmaktadır;

قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهَٓا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

سَيَقُولُونَ لِلّٰهِؕ قُلْ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ

قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ

سَيَقُولُونَ لِلّٰهِؕ قُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ

قُلْ مَنْ بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجٖيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

سَيَقُولُونَ لِلّٰهِؕ قُلْ فَاَنّٰى تُسْحَرُونَ

“De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Yer ve yerde bulunanlar kime aittir?”

“Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise siz hiç düşünüp öğüt almaz mısınız?” de.

De ki: “Yedi kat göklerin Rabbi, büyük Arş’ın Rabbi kimdir?”

“Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” de.

De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Her şeyin hükümranlığı elinde olan, kendisi koruyan, kendisine karşı konulamaz olan kimdir?”

“Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise nasıl aldanıyorsunuz?” de.” (Müminun/84-89)

 

Görüldüğü üzere Allah hakkında sahip oldukları bilgi bugün Müslüman olduğunu söyleyenlerden daha fazla ama Allah onlara Müslüman demiyor onları böyle cevap verdiği için övmüyor. Bilakis onların şirk koştuklarını ve bu cevabı vermelerine rağmen niçin aldandıklarını sorarak onları içlerinde bulundukları şirk bataklığından kurtarmaya sevk ediyor. Peygamberlerin davetine baktığımız da durum aynıdır. Allah’ın varlığını ispat etmekle değil var olduğunu kabul ettikleri Allah’tan başka ilahlarının olmadığını anlatmakla görevlendirilmiştir. Yarattığına, yönettiğine, sevk ettiğine inandıkları kainatın sahibinin ilah olduğundan yegane kural ve kanunu koyucu mabud olduğunu ilan etmişlerdir. En azılı kâfirler bile Allah’ın varlığını inkar etmemiştir. Hatta Mekkeli Müşrikler hac ibadetini ifa ediyorlardı. Bazı gerçekleştirdikleri ibadetleri vardı ki amaçları Allah’ı razı etmekti. Oruç tutuyorlar, kurban kesiyorlardı. Hacca gelenlere ikram ediyor ve bu konuda birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu konu ile alakalı ayetler ve siyer kitapları araştırıldığında bu net bir şekilde tespit edilecektir. Yukarıda verdiğimiz ayet-i kerime bunu açığa çıkarma açısından yeterlidir.

Peygamberler onları Allah’ın ilahlığına çağırdığında da biz Allah nedir bilmiyoruz, ilk defa duyduk gibi cevaplar da vermemişlerdir. Bütün peygamberler hep buna çağırmış buna davet etmişlerdir. Ve hiçbir kavim de Allah ismini duyunca yadırgamamış ve şaşkınlığa düşmemiştir. Hatta Nuh (as)’a kavmi şu şekilde cevap vermişti;

فَقَالَ الْمَلَؤُا الَّذٖينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهٖ مَا هٰذَٓا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْۙ يُرٖيدُ اَنْ يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْؕ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَاَنْزَلَ مَلٰٓئِكَةًۚ مَا سَمِعْنَا بِهٰذَا فٖٓي اٰبَٓائِنَا الْاَوَّلٖينَۚ

“Bunun üzerine kendi kavminden inkâr eden ileri gelenler şöyle dediler: “Bu ancak sizin gibi bir beşerdir, size üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bir melek gönderirdi. Biz önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.”(Mü’minun/24)

Görüldüğü üzere meleklere dahi inanıyorlar. Peki tüm bunlara rağmen neydi onları müşrik yapan? Cevap; Allah’ı birlememeleri ve sadece Allah’a kulluk etmemeleri, kural ve kanunlarını başkalarından almalarıydı. İşte onları şirke sürükleyen bu idi.

وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ

“Onların çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanırlar.” (Yusuf/106)

O halde Müslüman sayılmak için Allah’ı biliyor olmak ya da varlığını kabul ediyor olmak yeterli değildir. Bugün bazı kimselerin Allah’ı kabul ettiğini ifade etmelerinden dolayı övüldüğüne şahit olmaktayız. Sanki çok büyük bir iş yapmışlar gibi. Öyleyse Ebu Cehil’i de Firavunu da Ebu Leheb’i de övelim, takdir edelim. Onlar da Allah’ın varlığını kabul ediyor hatta Allah’a dua ediyorlardı. Allah’ın sadece varlığını kabul etmek bir övülme sebebi olmadığı gibi mümin olma sebebi ve müminlik alameti değildir.

FİRAVUNLAR VE NEMRUTLAR HAKKINDAKİ EKSİK VE YANLIŞ BİLGİ

İçinde yaşamış olduğumuz çağda bir zamanlar peygamberlerle mücadele eden Firavun ve Nemrut hakkında ne yazık ki eksik ve yanlış bilgiler mevcuttur. Bu eksik ve yanlış bilgilerin sebebi İslam’ı yanlış ve eksik bilmekten ve İslam’ı anlayamamaktan kaynaklamaktadır. Bu eksik ve yanlış bilgi Firavun’un ve Nemrut ’un Allah’ın varlığı inkar eden, Allah’tan ve peygamberlerden haberi olmayan kimseler olarak bilmektir. Peygamberin davette bulunduğu kavmi Allah’ın varlığını inkar eden olarak bilen kimseler elbette ki o kavmin liderlerini de aynı inanca sahip olarak değerlendireceklerdir.

Firavunun Allah’ın varlığını inkar eden birisi olarak bilinmesinin sebebi olarak onun hakkında bilinen şu ayetlerin yanlış değerlendirilmesinden kaynaklanıyor;

وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَأُ مَا عَلِمْتُ لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرٖيۚ فَاَوْقِدْ لٖي يَا هَامَانُ عَلَى الطّٖينِ فَاجْعَلْ لٖي صَرْحاً لَعَلّٖٓي اَطَّلِعُ اِلٰٓى اِلٰهِ مُوسٰىۙ وَاِنّٖي لَاَظُنُّهُ مِنَ الْكَاذِبٖينَ

“Firavun, “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum…” (Kasas/38)

قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ اِلٰهاً غَيْرٖي لَاَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُونٖينَ

“Firavun, “Eğer benden başka bir ilâh edinirsen, andolsun seni zindana atılanlardan ederim.”(Şuara/29)

قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَمٖينَ

“Firavun, “Âlemlerin Rabbi de nedir?” dedi.” (Şuara/23)

فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىؗ

“Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” dedi. (Naziat/24)

Öncelikle şunu belirtmek gerekir; Firavun ve Nemrut’u tanımakla mükellefiz. Zira Allah (cc) kitabında bu kimselerden sık sık bahsetmiştir. Bu önemli bir konudur. Bu kimseleri tanımak ve onların şerrinden korunmak gerekir. Firavun ve Nemrut bir şahsın ismi değil makamın ismidir. Kim Firavunluk makamına yaraşır bir davranış sergilerse o Firavun’dur ve Kur’an-ı Kerim’deki hükme tabiidir.

Yukarıdaki ayetlerden yola çıkılarak Firavun’un kendisini her şeyin yaratıcısı, rızık veren gibi bazı özelliklere sahip kimse olarak ilan ettiği anlaşılabilir. Ancak durum “ilah ve rabb”in ne demek olduğunu bilmeyenler için böyledir. İlahın ve rabbin ne demek olduğunu bilen Firavun’un burada yaratıcı olduğunu iddia etmediğini bilir. Aslında ilah ve rabbin ne olduğunu bilinmese dahi Firavun’un bunu söylerse ne kadar gülünç bir duruma düşeceği hemen anlaşılır. Çünkü Firavun’un doğduğu bir gün var. Hatta onun doğumuna şahit olanlar var. Ölüp yok olacağı da ortada. Hal böyleyken o nasıl yaratıcı olabilir ve bir yaratıcıyı inkar edebilir. Firavunun kastettiği bu değildi. Firavunun şunu kastediyordu;

“Ey Mısırlılar, Ey İsrailoğulları! İçinde yaşamış olduğunuz şu toprak parçasında benim kural ve kanunlarım geçerlidir. Sizin için geçerli olan anayasa, hayat düzeni, sosyal yaşamdaki kural ve kaideler, suçlar ve onlara ilişkin cezalar benim belirlediğim ve belirleyeceğim esaslara göredir. Bu konuda benden daha yetkili olan buna benden daha fazla hak sahibi olan var mıdır? Size düşen sizin için belirlenmiş olan bu düzene itaat etmektir.”

Evet Firavun siyasal alanda yönetime ve idare etmeye, kural ve kanun koymaya yetkili olarak kendisini görüyordu. Zaten ilah ve rabbin manaları da bu ifadeleri kapsamaktadır.  O ben ilah ve rabbim derken, siyasi alandaki yetkilerini kastediyordu. Kendisine ilah diyerek buna yetkili olduğunu rabb diyerek de onların sahibi ve hakimi olduğunu ifade ediyordu.

“İlâh, kendisine tapınılan, kurbanlar ve hediyeler sunulan ve “tabiat-üstü güçler” ve otoritesinden dolayı halkın yardım ve arzularının yerine gelmesi için kendisine dua ettiği bir şeydir. Buna karşılık, bir ilâhın yasal ve siyasal alanda da hakim olabileceği ve dünyevi işlerde istediğini emretme hakkına sahip olup insanın “Kanun’a olduğu gibi, onun buyruklarına teslim olması gerektiği, dünyevi hükümdarlar tarafından asla kabul edilemiyordu. Bu hükümdarlar, her zaman, dünya işlerinde mutlak otoritenin yalnızca kendilerine ait olduğunu ve hiçbir ilâhın kendilerinin koyduğu kanuna ve çizdikleri politikaya karışma hakkının bulunmadığını iddia edegelmişlerdir. Peygamberler ve izleyicileriyle dünyevî hükümdarlar ve yönetimler arasındaki çatışmanın gerçek nedeni hep bu olagelmiştir. Peygamberler, dünyevî hükümdarların, Alemlerin Rabbi’nin hakimiyetini ve mutlak haklarını kabul etmeleri için ellerinden geleni yaparlarken, hükümdarlar da hakimiyet ve hak iddiasında bulunmakla kalmamış, peygamberleri siyasal ve yasal alanda bir başka ilâh kabul eden bir suçlu, bir asi saymışlardır.
Bu temel gerçek göz önünde bulundurulduğu zaman, Firavun’un sözlerinin gerçek anlamı kolaylıkla anlaşılabilir. Sorun yalnızca basit bir tapınma ve takdim sorunu olmuş olsaydı, Firavun, bütün ilâhları terk ederek yalnızca Alemlerin Rabbi Allah’ı bu haklara sahip gören bir Musa’yı pek fazla rahatsız etmeyecekti. Eğer Hz. Musa (a.s), ondan Allah’a “ibadet” etmesini isteseydi, kendisini fazla tahrik olmuş ve saldırıya uğramış hissetmeyecekti. Bu durumda yapsa yapsa, atalarının inancını bırakmayı reddeder ve Hz. Musa’yı (a.s) kendi din bilginleriyle tartışmaya çağırırdı. Fakat, onu bu derece tahrik eden, Hz. Musa’nın (a.s) kendini Alemlerin Rabbi’nin temsilcisi olarak sunması ve ona, kendisinin ikinci derecede bir hükümdar olup üstün otorite adına buyruğa itaat istediğini hissettirmesiydi. Firavun, bu anlamda bir başka siyasal ve yasal otorite kabul etmeye ve tebasından birinin hakimiyet sahibi hükümdar olarak kendi yerine bir başkasını tanımasına izin vermeye hazır değildi. Bu nedenle ve bu Hükümdar’ın gönderdiği mesaj, yalnızca “dinî” alanda değil, siyasal alanda da hakimiyet yansıttığındandır ki, “Alemlerin Rabbi” ifadesine karşı çıkmıştır. Sonra, Hz. Musa (a.s) tekrar tekrar “Alemlerin Rabbi’nden ne kastettiğini açıklayınca Firavun, Mısır ülkesinde kendinden başka bir “hakim” tanıdığı takdirde zindana atacağını söyleyerek Hz. Musa’yı (a.s) tehdit etmiştir.”[8]

Firavun tüm bunları iddia ederken Allah’ın varlığını hatta meleklerin varlığını dahi kabul ediyordu.

وَقَالَ رَجُلٌ مُؤْمِنٌࣗ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَكْتُمُ اٖيمَانَهُٓ اَتَقْتُلُونَ رَجُلاً اَنْ يَقُولَ رَبِّيَ اللّٰهُ وَقَدْ جَٓاءَكُمْ بِالْبَيِّنَاتِ مِنْ رَبِّكُمْؕ وَاِنْ يَكُ كَاذِباً فَعَلَيْهِ كَذِبُهُۚ وَاِنْ يَكُ صَادِقاً يُصِبْكُمْ بَعْضُ الَّذٖي يَعِدُكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدٖي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ

يَا قَوْمِ لَكُمُ الْمُلْكُ الْيَوْمَ ظَاهِرٖينَ فِي الْاَرْضِؗ فَمَنْ يَنْصُرُنَا مِنْ بَأْسِ اللّٰهِ اِنْ جَٓاءَنَاؕ قَالَ فِرْعَوْنُ مَٓا اُرٖيكُمْ اِلَّا مَٓا اَرٰى وَمَٓا اَهْدٖيكُمْ اِلَّا سَبٖيلَ الرَّشَادِ

وَقَالَ الَّـذٖٓي اٰمَنَ يَا قَوْمِ اِنّٖٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ مِثْلَ يَوْمِ الْاَحْزَابِۙ

مِثْلَ دَأْبِ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَالَّذٖينَ مِنْ بَعْدِهِمْؕ وَمَا اللّٰهُ يُرٖيدُ ظُلْماً لِلْعِبَادِ

وَيَا قَوْمِ اِنّٖٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ يَوْمَ التَّنَادِۙ

يَوْمَ تُوَلُّونَ مُدْبِرٖينَۚ مَا لَكُمْ مِنَ اللّٰهِ مِنْ عَاصِمٍۚ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ

وَلَقَدْ جَٓاءَكُمْ يُوسُفُ مِنْ قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فٖي شَكٍّ مِمَّا جَٓاءَكُمْ بِهٖؕ حَتّٰٓى اِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَنْ يَبْعَثَ اللّٰهُ مِنْ بَعْدِهٖ رَسُولاًؕ كَذٰلِكَ يُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ مُرْتَابٌۚ

“Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü’min bir adam şöyle dedi: “Rabbim Allah’tır, dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirdi. Eğer yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez.”

“Ey kavmim! Bugün yeryüzüne hâkim kimseler olarak iktidar ve saltanat sizindir. Ama başımıza geldiğinde bizi, Allah’ın azabından kim kurtarır?” Firavun, “Ben size ancak kendi görüşümü bildiriyorum ve sizi ancak doğru yola götürüyorum” dedi.

İman etmiş olan adam dedi ki: “Ey kavmim! Şüphesiz ben, Nûh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi ve onlardan sonra gelen toplulukların başına gelen olayların sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum. Allah, kullarına asla zulmetmek istemez.”

“Ey kavmim! Gerçekten sizin için, o bağrışıp çağrışma gününden, arkanıza dönüp kaçmaya çalışacağınız günden korkuyorum. (O gün) sizi, Allah'(ın azabın)dan kurtaracak kimse yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek de yoktur.”

Andolsun, daha önce Yûsuf da size apaçık deliller getirmişti de onun size getirdikleri hakkında şüphe edip durmuştunuz. Daha sonra o ölünce de “ALLAH, ONDAN SONRA ASLÂ PEYGAMBER GÖNDERMEZ” demiştiniz. İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri böyle saptırır.” (Mümin/28-34)

فَلَوْلَٓا اُلْقِيَ عَلَيْهِ اَسْوِرَةٌ مِنْ ذَهَبٍ اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ الْمَلٰٓئِكَةُ مُقْتَرِنٖينَ

“(Eğer doğru söylüyorsa) ona altın bilezikler atılmalı yahut onunla beraber bulunmak üzere MELEKLER gelmeli değil miydi?”(Zuhruf/53)

Yukarıdaki ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki Firavun Allah’ın varlığını, peygamberlerin varlığını, meleklerin varlığını kabullenmiş, itiraz etmemiştir. Karşı çıktığı kabullenmediği nokta ise hakimiyet konusunda yetki sahibi olduğunu ileri sürmesi ve bu makamı terk etmek istememesidir. Bu makamda bulunan bütün yöneticilerin içine düştüğü azgınlık budur. Sahip oldukları makam ile azgınlaşır tağutlaşır kendilerine ait olmayan yetkileri kendilerinde görmeye başlarlar. Varlığını inkar etmedikleri Allah’ın insanlar için kural ve kanun koyma hakkını bazı gerekçeler ile kabul etmez, risaletini inkar edemedikleri apaçık mucizeler ve delillerle gelen peygamberleri ve davetçileri suçlar, iftira atar ve onlara düşmanlık göstermeye başlarlar. Bu müstekbir tağutlara itaat eden halka gelince; onların itaatleri de onlara yaptıkları kulluktur. Yine Kur’an-ı Kerim’de kulluğun manasına baktığımızda bu itaatin bir kulluk olduğunu net olarak görmekteyiz. Karşısına geçip namaz kılmasalar da tazim ifade eden sembolik davranışlarda bulunmasalar da onların kural ve kanunlarına itaat etmeleri onları Allah’a ortak koşmaları ve kulluk etmeleridir. Nitekim;

وَلَمَنِ انْتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهٖ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَا عَلَيْهِمْ مِنْ سَبٖيلٍؕ

“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî’ ettiler (bir şeriat kıldılar)?” (Şura/41)

“Şürekau” (ortaklar) ifadesi ile sadece insanların kendilerine yalvardıkları, müracaatta bulundukları, dua ettikleri, ibadet edip adak kestirdikleri ve bu şekilde ortak koştukları tanrılar kastedilmiş değildir. Burada ‘ortaklar’ ile insanların kendilerine Allah ile hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler kast olunmaktadır. Öyle ki, onların ortaya attıkları düşüncelere, akidelere, nazariyelere iman edilir ve ahlâkî kaideler, kültürel normlar şeklinde ihdas ettikleri değerler ölçü olarak kabul edilir. Onların icat ettikleri kanunlara, dini törenlere, örf ve adetlere uyulur. Kişisel ve toplumsal hayatı düzenlemede, alışverişte, mahkemelerde, siyasette, yönetimde hep onların kararları esas alınır. İşte bu, o insanların tabi oldukları şeriatlarıdır. Yine bu, Allah’ın dininin karşısında kendi başına müstakil bir dindir. Onlar nasıl ki Allah’ın rızası olmadan bir ‘din’ ortaya koymuşlarsa, onlara uyanlar da Allah’ın rızası olmadan uymuşlardır. İşte Allah’tan gayrısına kulluk nasıl şirkse, bu da öyle şirktir.”[9]

اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَا بَنٖٓي اٰدَمَ اَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَۚ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبٖينٌۙ

وَاَنِ اعْبُدُونٖيؕ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَقٖيمٌ

“Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye ahd vermedim (söz almadım mı) mi?”(Yasin/60-61)

Şeytana kulluk nasıl olur? Burada Allah’ın şeytana kulluk olarak kastettiği nedir? Bunun insandan alınan söz ile nasıl bir ilgisi var? Elbette ki şeytana kulluk ona yalvarmak, ibadette bulunmak gibi davranışlarla sınırlı değildir ki tarihte böyle bir inanca sahip olanlar kayda alınmayacak kadar azdır. Burada şeytana kulluk onun telkin ettiği yola itaat etmektir. Şeytana gönülden itaat etmek ve onun verdiği vesveseleri içtenlikle bir görev ve vazife olarak yerine getirmektir. İnsandan alınan söz de Allah’ın Rab olarak kabul edileceği O’nun kural ve kanunlarına göre hareket edileceği, tek hakim otorite olarak kabullenileceği yönündeydi.

وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنٖٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْؕ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِلٖينَۙ

اَوْ تَقُولُٓوا اِنَّـمَٓا اَشْرَكَ اٰبَٓاؤُ۬نَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْۚ اَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.

Yahut “Bizden önce babalarımız Allah’a ortak koşmuşlar. Biz onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi batılcıların işlediği yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” dememeniz içindir.” (Araf/172-173)

Şeytan ise bunu insana unutturarak verdiği söze aykırı bir davranış sergilemesini telkin etmesiyle kendisine kulluğa davet etmektedir. Şeytan bu çağrıyı askerleri vasıtası ile gerçekleştirmektedir.

وَاِنَّ الشَّيَاطٖينَ لَيُوحُونَ اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْۚ وَاِنْ اَطَعْتُمُوهُمْ اِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ

“…Bir de şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar. Onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz de Allah’a ortak koşmuş olursunuz.” (En’am/121)

Mesele gayet açık bir şekilde ortadadır. Firavunlar ve Nemrutlar şeytanın dostudur. Şeytan onlara fısıldar ve onlara ilahlık ve rabblik iddiasında bulundurur. İnsanları nasıl kandıracağını fısıldar, yol gösterir, hangi kanunları çıkaracağını onlara gösterir. İnsanlara da bu kural ve kanunlara uymaları gerektiğini, bu kimselerin buna yetkili olduğunu böyle yapmakla yanlış bir iş yapmamış olacaklarını telkin ederek kendi sistemini kurar. Evet şeytan yeryüzündeki şirki ve bunu yaygınlaştıran beşeri sistemleri böyle inşa eder. Şeytanın bu mücadelesini Rasulullah (sav) kutsi bir hadiste şöyle haber vermektedir;

“…Ben kullarımın hepsini Müslüman olarak yarattım. Ama onlara şeytanlar gelerek kendilerini dinlerinden alıp götürdüler. Benim kendilerine helâl kıldıklarını, onlara haram ettiler. Benim hakkında delil indirmediğim bir şeyi, bana şerik koşmalarını emrettiler.” [10]

ŞEYTANA HİÇ BU AÇIDAN BAKTINIZ MI?

Adem (as) ile şeytan arasındaki geçen hadiseyi illaki ya duymuş ya da okumuşsunuzdur. Eğer bilinmiyorsa da muhakkak okunmalı araştırılmalıdır. Bu kıssaya baktığımızda şeytanın kendisine tabi olanlarla beraber Cehennem’e gideceğini görmekteyiz. Hatta şeytanın Allah’ın varlığına inandığı hatta ve hatta varlığından daha çok şeylere inandığını görmekteyiz. Şeytana baktığımızda onda şu gibi noktalar tespit ederiz;

Şeytan, Allah ile konuşmuştur.

Şeytan, Allah’ın kendisini, Adem (as)’ı hatta her şeyin yaratıcısı olduğunu kabul etmektedir.

Şeytan, o ana Allah’a ibadet eden ama sadece Adem’e secde et emrine isyan eden birisidir.

Şeytan, huzurdan kovulunca, başkasına gitmeyip Allah’a giderek yalvarıp mühlet isteyen başkasına gitse de veremeyeceğini kabul eden birisidir.

Şeytan, insanların tekrar dirilceği güne kadar mühlet isteyen yani tekrar dirilişe iman eden, Cennet ve Cehennem’i inkar etmeyen birisidir.

Şeytan, defalarca Alemlerin Rabbi olan Allah’tan korktuğunu ifade etmektedir.

Fakat şeytan tüm bunları kabul etmesine rağmen kafirlikten ve Cehennem’e gitmekten kurtulamamıştır. Aslında şeytan için şunu diyebiliriz. Şeytan Allah’ın varlığına ve birliğine inanan bir kafirdir. Şeytan Allah’ın her şeyi yaratan olduğuna inanan bir kafirdir. Şeytan Allah’ın yegane güç ve kudret sahibi olduğuna inanan bir kafirdir. Şeytan, ölümün ve hayatın Allah’ın elinde olduğuna inanan bir kafirdir. Şeytan, Allah’ın insanları tekrar dirilteceğine, hesaba çekeceğine ve yaptıklarının karşılığını vereceğine inanan bir kafirdir.

O HALDE ŞEYTAN NEDEN KAFİR OLDU?

Şeytan bu kadar kanaate ve tasdike rağmen neden kafir olarak sayılıyor? Bu soruların cevaplarını dikkatlice okumalı ve öğrenmeliyiz.

Birincisi; Şeytan yapmış olduğu itaatsizliğe direnmiştir. Bu emre itaat etmeme hususunda kendini haklı görerek ateşten yaratıldığını bahane etmiştir. Adem (a.s) ise hatasını kabul etmiş, direnmemiş, kendisini hatasında haklı görememiştir.

قَالَ مَا مَنَعَكَ اَلَّا تَسْجُدَ اِذْ اَمَرْتُكَؕ قَالَ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۚ خَلَقْتَنٖي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طٖينٍ

Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi.” (Araf/12)

İkincisi; Adem (as)’a secde emrini haşa anlamsız ve geçersiz görmüş; “Ancak İblis secde etmedi. Dedi ki: «Ben bir çamur halinde yarattığına secde eder miyim?”” (İsra/61) demişti. Ona göre bu kendisini emredilmemesi ve kendisinden istenmemesi gereken bir şeydi.

Üçüncüsü; Şeytan Allah ile tartışmaya girerek, Allah’ın kendisini azdırdığını ileri sürmüş, intikam için insanlara musallat olmayı istemiştir. “Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.”(Araf/16)

Dördüncüsü; Şeytan Allah’ın emri karşısında fasid bir kıyas yapmıştır. Kati bir emir, nass dururken o bunu kıyas etmiş ve secde etmemiştir. “Şu halde İblis, o fâsid kıyasını yapınca, bu onun, bunu Allah’ın emirleri ve teklifleri hususunda tenkid yapabilmek için yaptığını gösterir. Bu durum ise onun kâfir olmasını gerektirir.”[11]

Kafamızı çıkarıp dışarıya baktığımızda; Allah’ın emirleri karşısında insanların sahip olduğu fikirlerin ve bu emirlere rağmen yaşadıkları hayatın yukarıdaki anlatılan şeytanın tavırlarından farklı olmadığını net bir şekilde görebiliriz. Gerek zaman gerekse şartlar bahane edilerek Allah’ın emir ve nehiyleri uygulanmıyor, geri plana atılıyor. Allah’a itaatsizlik diretiliyor ve Allah’ın kati emirleri karşısında şahsi görüşler büyüklerden miras kalan kültürler ya da bir başkasının şahsi fikir ve görüşleri öne alınıyor.

ŞEYTANI TAKLİT EDEN FİRAVUNİ DÜZENLER

Nasıl ki şeytan secde emri karşısında takındığı tavır ile kafir olduysa insanları da buna benzer tavırlarla Allah’a isyan ettirecektir. Zaten yukarıda verilen ayetlere baktığımızda Allah (cc) şeytan için kafir oldu demiyor kafirlerden oldu diyor. Yani kim böyle yaparsa o da kafir olur demektir. Yeryüzünde azgınlaşan tağuti iktidarlara baktığımızda onların da Allah’a karşı aynı tavrı takındığını görürüz.

اِذْهَبْ اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىؗ

“Firavun’a git; çünkü o, azdı.” (Naziat/17)

اِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْاَرْضِ وَجَعَلَ اَهْلَهَا شِيَعاً يَسْتَضْعِفُ طَٓائِفَةً مِنْهُمْ يُذَبِّـحُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَيَسْتَحْـيٖ نِسَٓاءَهُمْؕ اِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِدٖينَ

“Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı.” (Kasas/4)

Bütün insanlık alemi peygamberleri tanımak ile mükellef olduğu gibi peygamberlerin mücadele ettiği zorba hükümdarları da tanımakla mükelleftir. Allah (cc) kitabında azımsanmayacak derecede Firavun’dan bahseder. Bunun sebebi insanların onu iyice tanıyıp kendi dönemindeki Firavun’u tespit ederek ona kulluk ve itaatten uzak durmaları içindir. Firavunları tespit ettikten sonra onları yeryüzünden silmek için nebevi metoda başvurarak bir mücadele içerisine girmek gerekir. Bu bütün Müslümanlara yüklenmiş bir vazifedir.

Nasıl ki şeytan Allah’ın hükmü dururken kendi hükmünü ortaya koymuş ve ona tabi olarak tağutlaşmış ise Firavun’da kendisi kural ve kanun koyarak ve insanların hayatına karışma yetkisini kendisinde görerek tağutlaşmıştır. Firavun yaratan olmadığı halde yöneten olduğunu ve kendi toprağında yaşayan insanların onun belirlediği esaslara göre hareket etmesi gerektiğini düşünüyordu.

Allah (cc) Firavun’un bu gibi özelliklerini kitabında gözler önüne serer ve etraflıca anlatır. Çünkü Firavun kendisinden sonra gelecek olan kendi cinslerinin bir sembolüdür. Firavunu tanımak demek kendi dönemindeki Firavunları tanımak demektir. İsterse bunlar ayrı ayrı zamanlarda yaşamış olsunlar fark etmez.

Bugün yeryüzünde Firavun’un misyonunu üstlenen Firavun’un kendisinde gördüğü hakları kendisinde gören aynı sınıftan olan bütün insanlar adları farklı olsa da Firavun’dur. Bu bağlamda Firavun’un özelliklerini tespit eden herkes hemen kendi dönemindeki Firavun’un tanıyıverecektir.

Onlar tuğyan etmiştir. Çünkü onlar, insanların hayatına karışma hakkını ve düzenleme hakkını kendilerinde görürler. Korkulması gereken ve hesaba katılması gereken olarak kendilerini görürler. İnsanların hayatına karışma noktasında sınırlarının olduğunu kabul etmezler. Bu onların dinlerini, inançlarını belirleme noktasına kadar gitmiştir. Nitekim; Musa ve Harun (as)’ın Rabbine iman eden sihirbazlara şöyle demişti Firavun;

قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْؕ اِنَّهُ لَكَبٖيرُكُمُ الَّذٖي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ فٖي جُذُوعِ النَّخْلِؗ وَلَتَعْلَمُنَّ اَيُّـنَٓا اَشَدُّ عَذَاباً وَاَبْقٰى

“(Firavun) Dedi ki: “Ben size izin vermeden önce O’na inandınız öyle mi? Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.”(Taha/71)

Firavun onların hayatında kendisini öyle bir derecede görüyor ki, bu onların neye inanacağına, neyi kabul edeceğine neyi reddedeceğine karar veren olarak kendisini görüyor. Bugün ki Firavunlar da böyle değil midir? Onlar da insanların inançlarını ilke ve inkılaplarını, gündemlerini, yasalarını, hayat programlarını, dostlarını, düşmanlarını belirleyen olarak kendilerini görmüyorlar mı? Onların mutluluk olarak gösterdiğiyle mutlu olmalarını, üzüntü olarak gösterdiği ile üzülmelerini emreden onlar değil mi? Kural ve kanunlarına baktığımızda bunu anlamak çok zor değil. Halkın önüne çıkıp konuşmalar yaptıklarında masaya yatırdıkları konulara bakıldığında bu net bir şekilde anlaşılacaktır. Halktan istedikleri halkı hangi konumda gördüklerinin bariz bir ifadesidir. Nitekim;

وَانْطَلَقَ الْمَلَأُ مِنْهُمْ اَنِ امْشُوا وَاصْبِرُوا عَلٰٓى اٰلِهَتِكُمْۚ اِنَّ هٰذَا لَشَيْءٌ يُرَادُۚ

مَا سَمِعْنَا بِهٰذَا فِي الْمِلَّةِ الْاٰخِرَةِۚ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا اخْتِلَاقٌۚ

ءَاُنْزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِنْ بَيْنِنَاؕ بَلْ هُمْ فٖي شَكٍّ مِنْ ذِ كْرٖيۚ بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِؕ

“İçlerinden ileri gelenler, “Gidin, ilâhlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur’an) içimizden ona mı indirildi?” diyerek kalkıp gittiler. Hayır, onlar benim Zikrimden (Kur’an’dan) şüphe içindedirler. Hayır, henüz azabımı tatmadılar.” (Sad/6-8)

CEHENNEME GİTME SEBEBİ; KULLARA KUL OLMAK

Peki nasıl oluyor da insanlar buna müsaade ediyorlar. Nasıl oluyor da sözlerinde cayıyor ve onu unutuyorlar. Yine nasıl oluyor da Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeylere uyuyor ve Allah’a ortak koşuyorlar. Bunu bir ayet ile izah etmeye gayret edelim;

وَنَادٰى فِرْعَوْنُ فٖي قَوْمِهٖ قَالَ يَا قَوْمِ اَلَيْسَ لٖي مُلْكُ مِصْرَ وَهٰذِهِ الْاَنْهَارُ تَجْرٖي مِنْ تَحْتٖيۚ اَفَلَا تُبْصِرُونَؕ

“Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?”

اَمْ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْ هٰذَا الَّذٖي هُوَ مَهٖينٌ وَلَا يَكَادُ يُبٖينُ

“Yoksa ben, şu zavallı, nerede ise maksadını anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?”

فَلَوْلَٓا اُلْقِيَ عَلَيْهِ اَسْوِرَةٌ مِنْ ذَهَبٍ اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ الْمَلٰٓئِكَةُ مُقْتَرِنٖينَ

“(Eğer doğru söylüyorsa) ona altın bilezikler atılmalı yahut onunla beraber bulunmak üzere melekler gelmeli değil miydi?”

فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَاَطَاعُوهُؕ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْماً فَاسِقٖينَ

Firavun, kavmini küçük düşürdü (ezdi, aptallaştırdı). Onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu.” (Zuhruf/51-54)

“Mısır mülkü ve Firavun’un ayaklarının altından akan nehirler halk kitlelerinin gözleriyle gördükleri ve görkeminden etkilenip büyüklendikleri şeylerdi. Onlara işaret edilmiş olması kitleleri etki altına alıp isteneni kabul ettirmek için yeterliydi. Fakat göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki varlıkların oluşturduğu olağanüstü mülkü (ki Mısır mülkü bu mülk içinde hiçbir değer ifade etmez) hissetmek için, onunla Mısır’ın basit ve değersiz mülkünü yerli yerine koymak, gerçek değerlerini vermek için mü’min kalpler gereklidir.

Görkemli, şatafatlı yıldızlı şeyler, köleleştirilmiş, tağutların kulu haline getirilmiş, çeşitli entrikalarla aldatılmış halk kitlelerinin gözünü kamaştırır. Aklını ve kalbini bunların aldatıcı etkisinden kurtarıp da uçsuz bucaksız evren mülkünü düşünemez, olurlar.

Bu yüzden Firavun bu gönüllerin tellerine nasıl dokunacağını, onları yalın, yaldızlı ve şatafatlı mülküyle baştan çıkaracağını bilmişti.

“Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?”

Bununla Hz. Musa’nın bir kral, bir emir, gözle görülür bir servet ve güç sahibi olmadığını kastediyor. Belki de bununla, onun kul-köle haline getirilmiş, horlanmış halka, yani İsrailoğullarına mensup olduğuna işaret ediyor. “Neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adam” sözüyle de Mısır’dan çıkmadan önce, Musa’nın dilindeki tutukluğu istismar etmek istiyor. Yoksa Hz. Musa yüce Allah’a dua edip “Ya Rabbi gönlümü genişlet, görevimi kolaylaştır. Dilimin düğümünü çöz.” (Taha suresi, 25-27) diye yalvarınca yüce Allah duasını kabul etmişti. Dilindeki düğüm çözülmüş, açık ve meramını anlatabilecek şekilde konuşur olmuştu.

Kuşkusuz kandırılmış, sıradan halk kitlelerine göre, Mısır’ın mülküne sahip olan, ülkesinde baştan başa nehirler akan Firavun, gerçek sözü söylemesine, peygamberlik makamında olmasına ve insanı azaptan kurtulmaya çağırmasına rağmen Musa’dan -selâm üzerine olsun- daha hayırlı olacaktır(!).

“Ona altın bilezikler verilmeli değil miydi?”

Evet! Şu basit ve değersiz süsleri altından bilezikleri, bir peygamberin peygamberliğinin doğruluk ölçüsü olarak görüyorlar. Onlara göre altın bilezikler, yüce Allah’ın saygın peygamberini desteklemek amacı ile sunduğu birçok mucizeye denktir. Belki de altın bileziklerle onun krallık tacını giymiş olmasını kastediyor. Çünkü o günkü gelenekleri böyleydi. Buna göre peygamber mülk ve saltanat sahibi olmalıydı!

“Yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?”

Bu da bir başka itiraz. Bir başka açıdan çekiciliği var bunun. Halk kitleleri bu yanıltıcı itiraza kanıyorlar. Aynı zamanda bu, ilgi uyandıran, sık sık tekrarlanan ve birçok peygambere karşı kullanılan bir itirazdır.

Zorbaların, tağutların halk kitlelerinin aklını çelmesinde, dolayısıyla aşağılayıcı davranışlar sergiletmesinde şaşılacak bir şey yok. Öncelikle zorbalar halk kitlelerini bilgi edinme yollarından yoksun bırakırlar. Gerçekleri örtbas edip bunları unutmalarını sağlarlar. Bu alanda objektif bir araştırmaya izin vermezler. Bilinçlerini diledikleri gibi şartlandırırlar. Öyle ki bir süre sonra ruhları bu yapay etkenlere göre biçimlenir. Bundan sonra akıllarının çelinmesi kolaylaşır. Onları yönlendirmek çok rahat olur. Rahatlıkla onları bir sağa bir sola çevirip dururlar.

Kuşkuşuz halk kitleleri dosdoğru yürümeyen, Allah’ın ipine sarılmayan, eşya ve olayları iman terazisiyle ölçmeyen kimseler yani yoldan çıkmış fasıklar olmasalar tağutlar, diktatörler bunu yapamazlar. Mü’minleri ise, kandırmak, akıllarını çelmek, yele kapılmış bir tüy gibi onlarla oynamak son derece güçtür. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim, halk kitlelerinin Firavun’u onaylamalarını bu açıdan yorumluyorlar ve şöyle diyor:

“İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.”[12]

İnsanların değer yargıları ne zaman ki hak ve batıl olmaktan çıkar; yol, hastane, binalar, mal, servet gibi maddi unsurlar olursa halk kitlelerini kandırmak ve aldatmak çok kolay olacaktır. Bunları gördüklerinde her şeyin yolunda gittiğini hatta istedikleri gibi gittiğini düşünecekler ve yaşantılarında sorgulayacakları bir nokta kalmayacaktır. İdare edildikleri yönetim şekillerini, kendilerine örnek aldığı kimseleri ve kısacası yaşadığı hayatı sorgulamayacak böylelikle Firavunlar tarafından aptallaşacaktırlar. Firavunlar kavimlerini onların gözünü boyamak için yaptıkları hizmetler ve yeniliklerle ezerler. Başlarına kakarlar. Sürekli reklamını yaparak bu iktidar ve yönetim sayesinde olduğunu aşılayarak bunun kalıcı olması gerektiği algısını oluştururlar. Artık bu öyle bir raddeye varır ki onların sayesinde karınlarının doyduğunu onlar sayesinde böyle bir yaşama sahip olduklarını düşünmeye başlarlar. Çünkü onlar böyle bir değer yargısına sahip olmakla Firavunlara kolay lokma olurlar. Değer yargıları hak ve batıl olsaydı Firavunlar onları kullanamaz, ezemezdi. Hatta kandırmazdı bile. Ancak insanlar dünyaya aşırı değer vermekle kendilerini böyle bir duruma düşürmektedirler. Buna bir örnek verecek olursak;

Afrika’da yerliler su bulmak için babunları kullanırlar. Çünkü babunların daima saklı bir su depoları vardır. Bunu çok iyi bilen yerliler babunları su ihtiyacını karşılamak için kullanırlar. Ama bunun için önce babunları yakalamaları gerekir. Babunları yakalama metotları ise oldukça ilginçtir. Afrikalılar babunların sadece gizli bir madenin olduğunu değil aynı zamanda çekirdeği çok sevdiklerini de bilirler. Babunların çekirdeğe olan aşırı düşkünlüğünü fark eden yerliler babunlar için şöyle bir tuzak hazırlar;

Bir tepenin yamacına bir elin girebileceği kadar bir oyuk açıp bu oyuğun içerisine çekirdek doldururlar. Yerlilerin elindeki çekirdeği görür görmez ağzının suyu akan babunlar yerliler o tepenin yanından ayrılınca koşarak çekirdeği almaya giderler. Ellerini o oyuktan içeriye sokarlar ama çekirdekleri çıkaramazlar. Çünkü oyuk elin büzüşerek gireceği ve çıkacağı genişlikte oyulmuştur. Çekirdekleri avuçlayarak çıkarmak imkansızdır. Elini o oyuktan çıkarabilmenin tek yolu çekirdeği bırakıp eli büzüştürerek çıkarmaktır. Ancak babunlar çekirdekten vazgeçmek istemezler. Büyük bir çırpınışla çekirdeği çıkarmaya çalışır ama başaramazlar. Bir ağacın arkasına saklanarak olayları sinsice izleyen yerliler hiç acele etmeden babunu yakalamak için yanına doğru giderler. Babun yerlinin üstüne üstüne geldiğini görmesine rağmen o çekirdeğe olan iştahından, sevdasından vazgeçemez ve yakalanır. Onu bir tasma ile bağlayan yerliler babuna sürekli tuzlu yiyecek verirler ama hiç su vermezler. Hem tuzlu yiyecekler hem de su verilmemesi babunu iyice susatır. Susuzluktan baygınlık geçirecek dereceye gelen babunu yerliler salar ve arkasından onu takip etmeye başlarlar. Babun onları gizli su madenine götürür istemeden de olsa. Böylelikle yerliler çok büyük uğraşlar vermeden su madenine ulaşmış olurlar.

Babunların çekirdeğe olan sevdasını düşkünlüğünü kullanarak amaçlarına ulaşan yerliler Firavunlara, Nemrutlara ne kadar da benziyor. Tıpkı yerliler babunların çekirdeğe olan merakını fark ettikleri gibi Firavunlar da insanların dünyaya olan merakının farkındadırlar. İşte hem zamanın Firavun’ unun hem de çağdaş Firavunların babunları bu halk kitleleridir. Dünyaya sevdalı bu insanları dünya sevgileri ile tuzağa düşürürler ve boynuna geçirdikleri tasma ile amaçlarına ulaşırlar. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi beşeri sistemler varlığını insanlara borçludur. Tıpkı yerlilerin su madenlerini bulmayı babunlara borçlu olmaları gibi. O babun çekirdeğe ulaşamadığı gibi halk kitleleri de sevdalısı oldukları dünyayı elde edemezler. Göstermelik şeylere aldanarak ezildiklerini ve haklarının yendiğini, zulme uğradıklarını fark etmezler. Hizmet olduğu söylenilen hizmetlerin kendi cebinden çıkanlarla, sırtından kazanılanlarla, yapılmasına rağmen bu sistemlerin liderlerini kurtarıcı, fedakar olarak görürler. Gerçekten ayette bildirildiği gibi; “Firavun kavmini aptallaştırdı, onlar da boyun eğdiler. Çünkü onlar fasık kimselerdi.”

Yukarıda aktardığımız manzaranın daha korkunç bir tarafı vardır ki o da firavunlara kul olan bu insanların Allah katındaki durumu. Bu Allah’a ihanet etmektir. O’na (cc) nankörlük etmek ve O (cc)’nu haşa hiçe saymaktır. Nasıl mı? Bir örnek verelim;

Bir fabrikanızın olduğunu düşünün. Bu fabrikaya bir işçi alıyorsunuz ve buna çok büyük iyiliklerde bulunuyorsunuz. Dolgun bir maaş, altına çok güzel bir araba ve mesken olarak da çok güzel bir ev veriyorsunuz. Hatta arabasının yakıtını dahi siz veriyorsunuz. Onun için her türlü imkanı sağlıyorsunuz. Hem maddi hem manevi. Bu yaptıklarınız karşısında ondan beklediğiniz bir davranış olacaktır mutlaka. Ama o siz yanından geçtiğinizde sizi hiç takmıyor. Bacak bacak üstüne atmış siz yokmuşsunuz gibi davranıyor. İşini savsaklıyor. Dediklerinizi yerine getirmiyor. Bir de bunun yanında kendisine hiçbir fayda vermeyen hatta zarar veren kişilere saygı gösteriyor, el üstünde tutuyor, bir dediklerini iki etmiyor ve her işlerine koşturuyor. Hatta bunları sizin verdiğiniz imkanlarla yapıyor. Sizin verdiğiniz araba ile, para il ev ile o kendisinin kötülüğünü isteyen zarar veren kişilerin hizmetinde kullanıyor. Onların işçisiymiş gibi davranıyor, onlara minnet ediyor onların etrafında dört dönüyor. Halbuki bunları size yapması gerekirdi değil mi? Ama bunu size değil sizin de hiç sevmediğiniz, düşmanınız olan, fabrikanızın batması için çalışan kişilere yapıyor. Buna dayanabilir misiniz? Hatta belki de böyle bir ihanet profiline sahip insan olamayacağını düşünürsünüz. Yok canım o kadar da olmaz diyerek inanmazsınız. Halbuki bundan daha kötüsünü yapan insanlar var yeryüzünde.

Bugün insanlar ne yazık ki yukarıda verdiğimiz örneğin daha kötüsünü Allah’ (cc)a yapıyorlar. Allah (cc) onları yarattığı halde, onlara yaşam imkanı verdiği halde, onları nimetlendirdiği halde, yeryüzündeki nimetlerden istifade ettirdiği halde, ihtiyaçlarını karşıladığı halde başkalarına kulluk ediyor, onları el üstünde tutuyorlar.

Onlara nefes aldıkları oksijenin bir parçasını dahi akciğerlerine indirip yararlı olanını içeri zararlı olanını dışarı atamayacak insanların peşinden koşup, onların kural ve kanunlarıyla mutlu olmaya ve onların emirlerini yerine getirmek için birbirleriyle yarışmaya ne kadar da istekliler?

Yedikleri bir parça lokmayı midelerine indirip harika bir sindirim sistemiyle dışarıya atılmasında en ufak bir payı olmayan insanlara ne kadar da sevgi ve saygı içindeler?

Dokuz ay boyunca daracık bir alanda, yaşamını sürdürmesinde en ufak bir payı olmayan insanlar için ne kadar da fedakarlar?

Dünyaya yeni geldiğinde korumasız ve güçsüz bir vaziyetteyken en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan aciz bir durumdayken başına koyduğu iki tane koruyucunun(anne-baba) kalplerinde ona karşı meydana gelen merhamet ve acıma hissini vermede en ufak bir payları olmayan insanlara karşı ne kadar hassas ne kadar da titizler?

Yeryüzünü yürümeye, hayatı devam ettirmeye ve oradan mahsullerin çıkmasına müsait bir döşek haline getirilmesinde hiçbir payı olmayan siyasi liderlerine, kanaat önderlerine karşı ne kadar da kendilerini mahcup ve borçlu hissediyorlar?

Gökyüzünün altında barınmaya ve nefes alıp vermeye müsait bir tavan haline getirilmesinde hiçbir payı olmayan bu kimseleri ne kadar da gözlerinde büyütüyorlar?

Bunlar ve daha sayamayacağımız milyarlarca nimeti veren Allah değil midir? Peki tüm bunlara rağmen ona şirk koşan, itaat etmeyen, yokmuş gibi davranan insan değil midir?

Bir de O’na isyan ederken, şirk koşarken O’nun verdiği nimetleri kullanıyor ve O’nun düşmanlarına, dinini yeryüzünden silmek isteyenlere itaat ve kulluk ediyor.

İnsanların odak noktası Allah(cc) olması gerekmez mi? Tüm fedakarlıklarının merkezi Allah (cc) olması gerekmez mi? O (cc)’nun emirlerine karşı hassas ve titiz olmak gerekmez mi? En çok O’nu sevmek gerekmez mi? O’na kulluk ve itaat etmek gerekmez mi? O’ndan geleni el üstünde tutmak gerekmez mi? O (cc)’nunla teselli olmak gerekmez mi?…

Allah (cc)’ı en çok gazaplandıran şey; kullarının başkasına kul olmasıdır.

Açık bir şekilde görülüyor ki şirk, küfür ve isyan gerçekten çok çirkin bir şey. Onun için Lokman (as) oğluna şöyle diyor;

وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِهٖ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِؕ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ

“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.” (Lokman/13)

BEŞERİ SİSTEMLERE GÖRE PEYGAMBERLER VE DAVETÇİLER BOZGUNCUDURLAR, HAİNDİRLER

Daha önceki açıklamalarımızda peygamberlerin Allah’ın razı olmadığı yapıları, sistemleri yıkmak için gönderildiğinden bahsetmiştik. Şimdi peygamberlerin bu faaliyetine dışarıdan geniş açıyla bir göz atalım;

Tebliğle görevlendirildikleri topluluğun yıllardır alışageldikleri bir kurulu düzeni var. Aynı zamanda bu düzeni de seviyorlar. Ezeniyle, ezileniyle, eğrilikle, yamuklukla sürüp gitmekte olan bir hayat tarzı ve dönmekte olan bir çark var. Ve birisi geliyor bu çarka çomak sokmak istiyor. Alışılagelmiş bu düzeni yıkmak istiyor ve sürüp gitmekte olan bu hayat tarzına bir son vermek istiyor. Bu topluluğun uğrunda fedakarlık yaptıkları saygıyla, sevgiyle ve korkuyla eğildikleri değerlerini reddediyor ve diğer insanları da buna teşvik ediyor. Bu kişiye hangi gözle bakılır? Elbette fesatçı, bozguncu, vatan haini gözüyle bakılır.

İşte bütün peygamberler bu damgayı yemiştir. Kin dolu bakışlara, haksızca yapılan işkencelere, düşüncesizce söylenen sözlere maruz kalmışlardır. Musa (as) Firavun’un gözünde bir bozguncudur, fesatçıdır. Nitekim;

وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونٖٓي اَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُۚ اِنّٖٓي اَخَافُ اَنْ يُبَدِّلَ دٖينَكُمْ اَوْ اَنْ يُظْهِرَ فِي الْاَرْضِ الْفَسَادَ

“Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Mûsâ’yı öldüreyim. (Faydası olacaksa) Rabbini yardıma çağırsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (Mümin/26)

وَقَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اَتَذَرُ مُوسٰى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ وَيَذَرَكَ وَاٰلِهَتَكَؕ قَالَ سَنُقَتِّلُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَنَسْتَحْـيٖ نِسَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ

“Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Sen (sihirbazları cezalandıracaksın da) Mûsâ’yı ve kavmini, bu ülkede fesat çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler diye bırakacak mısın?”” (Araf/127)

Görüldüğü üzere Firavun’a ve ileri gelenlerine göre Musa (as) bozguncu ve derhal sürülmesi hatta öldürülmesi gereken birisi. Firavun’a göre fesat; Allah (cc)’ın kural ve kanunlarının hakim olması. Çünkü Musa (as) bunu istiyor, buna davet ediyordu. Halbuki asıl bozgunculuk çıkaran, asıl fesatçı olan Firavun’dur. Koyduğu kural ve kanunlar ile bu vasfı kazanmıştır. Ama görüldüğü üzere Musa (as) bozguncu ve fesatçı olarak tanınıyor, halka böyle lanse ettiriliyor.

Bu durum sadece Musa (as)’a has bir durum değil Hz. Muhammed (sav) için de durum böyledir. Ona (sav) da“Baba ile oğulun, anne ile kızın, kardeş ile kardeşin, karı ile kocanın arasını ayırıyor ve birbirlerine düşman ediyor” diyorlardı.  Gerçi dedikleri doğruydu. Söz konusu insanların arası gerçekten açılmıştı. Ama bunu bir ihanet, bozgunculuk gibi yansıtmaları onların bütün kavimlerin peygamberlerine karşı iftira atmaları ve suçlu göstermeleri ile aynıydı. Söz konusu insanların arasını ayıran iman-küfür ayrımıydı. Yoksa aktardıkları gibi bir zulüm ve art niyetlilik gibi bir durum yoktu. Kısacası bütün peygamberler hedefledikleri amaç için suçlamalara ve bozguncu, vatan haini olarak damgalanmaya maruz kalmışlardır.

Bir de meseleye şu açıdan bakalım; Peygamberlere bu damgayı vuranlar sadece Firavunlar değil, bu düzene alışmış, benimsemiş, aykırı bir hareketi aklının ucundan bile geçirmemiş, sürüp gitmekte olan bu hayat tarzının ekmeğini yiyen kitleler de peygamberlere vatan haini, fesatçı, bozguncu gibi damgalar vurmuştur. Bu kitlelerin içeresinde başı çekenler, bu beşeri sistemlerin kaymağını yiyen üst tabakaya mensup kimselerdir. Böyle bir akarlarının elden gitmesinden büyük bir korku duyarlar ve buna karşı en ufak bir tehdit karşısında canavar gibi olurlar. Geriye ezilen, hor görülen, kanı emilen, emeği çalınan kimseler peygamberlerin mücadelesini desteklemek de ya da kenardan sessizce seyretmektedir. Bu en alt tabakaya mensup insanlardan da karşı çıkanlar olmuştur. Bunlar da ya korkaklıktan veya beşeri sistemlerin beyinlerine nakış nakış işlediği ezici kültürden, algıdan dolayı karşı çıkmışlardır.

فَمَٓا اٰمَنَ لِمُوسٰٓى اِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهٖ عَلٰى خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِهِمْ اَنْ يَفْتِنَهُمْؕ وَاِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْاَرْضِۚ وَاِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفٖينَ

“Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı.” (Yunus/83)

“O korkunç zulüm dönemi esnasında yalnızca az sayıda genç erkek ve kadın hakikat peygamberini lideri olarak kabul etme cesaretini gösterebilmiş, babaları, anaları ve yaşlıları ise, bunun aksine Rasulü izleme, dünyevi çıkarlarını ve hatta hayatlarını tehlikeye atma cesareti gösterememişti. Ayrıca onlar kolay ve rahat yolu seçmekle kalmamışlar, gençlerin de cesaretini kırmaya yeltenmişlerdi. “Musa ile gitmeyin. Çünkü o hem sizi hem de büyüklerinizi (yaşlılarınızı) felakete götürecek” (!).

Tüm İsrailoğulları içinden yalnızca birkaç genç Allah Rasulü Musa’yı liderleri, kılavuzları olarak tasdik ve kabul ederek, Firavun ve ayanı ile mücadelesinde yanında yer aldılar”. Daha sonra gelen kelimeler açıkça göstermektedir ki, İsrailoğulları Hz. Musa’nın (a.s) nübüvvet ve risaletine inanmadıkları için değil, Firavun’un zulmüne duçar olmaktan korktukları için çekimser davranmışlardır. Bu korku onların manevi dejenerasyonlarının bir sonucuydu. Her ne kadar hepsi de gerek ırk olarak gerekse din olarak İbrahim, İshak, Yakub ve Yusuf’a (a.s) mensup ve bu yüzden de Müslüman iseler de asırlar süren kölelik onları manen çökertmiş ve onlardaki İslam ruhunu yok etmiştir. O ruh ki, küfür ve dalaletin egemenliği karşısında insanı İslam’ın çekilmiş kılıcı haline getirir ve bu engelleri aşıracak kimse yanında saf tutma cesaretiyle doldurur.”[13]

Peygamberleri ve onları varisi olan davetçileri bozguncu, vatan haini diye nitelendiren firavunlar halkı yanlarına almak için çeşitli yollara başvururlar. Bunlardan bir tanesi; peygamberlerin hedefinin sadece kendi zalim düzeni olmadığını bütün halkı hedef aldığını göstermeye çalışırlar. Kendisine yönelik olan bu girişimi bütün halka yapılan bir girişimmiş gibi göstererek halkın kin ve nefretini peygamberlerin ve bu davetçilerin üzerine çekmeye çalışırlar. Bunu yaparken onların ırkçılık damarlarını, vatan, millet sevdasını ön plana çıkararak onları kışkırtırlar. Çünkü bunu halka yansıtırken; “Bu beni istemiyor, sizi benim köleliğimden alıp, özgür yapmak istiyor, benim kurduğum düzeni yıkmak istiyor” dese yanına taraftar bulamadığı gibi muhalifleri peygamberlere destek verecek ve karşı koyamayacağı bir gücü karşısında bulacak. Peki o zaman halka peygamberleri ve davetçileri nasıl şikayet edecekler? Vatan haini, bozguncu diyerek. Dininizi değiştirmesinden korkuyorum diyecek, vatanınızı, bütünlüğünüzü bozmalarından korkuyorum diyecek, falan ülke gibi olmanızı istiyorlar diyecek. Nitekim;

قَالُٓوا اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرٖيدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرٖيقَتِكُمُ الْمُثْلٰى

“Dediler ki: “Bunlar her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler.” (Taha/63)

“Görülüyor ki, Hz. Musa’nın samimi, doğru ve inanç yüklü kısacık sözleri, eğrilik yanlılarının kampı üzerine bir bomba gibi inerek onların saflarını darmadağın etti. Onların kendilerine ve güçlerine olan güvenlerini sarstı, savundukları inançlardan ve düşüncelerden kuşkulanmaya başladılar. Bu yüzden aralarındaki ayrılar yüreklendirmelere ve karşı tarafa dönük kışkırtmalara gerek duydu. Oysa Hz. Musa ile Hz. Harun sadece iki kişi idiler. Buna karşılık büyücüler kalabalıktı. Üstelik arkalarında Firavun, Firavun’un krallığı, ordusu, zorbalığı ve serveti vardı. Ama Hz. Musa ile Hz. Harun da yalnız değillerdi. Onların beraberlerinde her şeyi işiten ve her şeyi gören Rabbleri vardı.

Gerek azgın ve zorba Firavun’un gerekse sırtlarını bu zorbaya dayamış olan büyücülerin tutumlarını da ancak bu faktörün ışığı altında açıklayabiliriz. İşin en başına dönersek şu soru kafamıza takılır:

Hz. Musa ile Hz. Harun kimdirler ki bu iki garip adam kim oluyorlar ki, önce Firavun onlara meydan okuma gereğini duyuyor, sonra onların meydan okumalarını kabul ediyor; arkasından plânlarını ve tuzaklarını kurup karşılaşma alanına geliyor, onca büyücüyü bir araya getiriyor, kalabalıkları karşılaşmayı izlemek üzere meydanda topluyor; üstelik kendisi ve önde gelen yakınları yarışmayı görmek için meydandaki yerlerini alıyorlar. Nasıl oldu da Firavun, Hz. Musa’nın kendisi ile tartışmasına, ona kafa tutmasına göz yumabildi. Oysa Hz. Musa, onun amansız baskısı altında ezilmiş, köleleştirilmiş bir toplum olan İsrailoğullarından biri değil mi? Burada Hz. Musa ve Harun ile beraber olan ve her şeyi işitip her şeyi gören yüce Allah’ın bu iki garip elçisine sunduğu bir heybetle, bir ürkütücü saygınlıkla karşı karşıyayız.

Yine hünerli büyücülerin safların parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya getiren o kısa konuşmanın gücünün arkasında da bu heybeti, bu ürkütücü saygınlığı aramak gerekir. Bu parçalanma sarsıntısı üzerine büyücüler aralarında fısıldaşmaya, somut tehlike çanları çalmaya, birbirlerini kışkırtmaya; birlik, dayanışma ve direnme çağrıları yapmaya mecbur olmuşlardır.”[14]

Kültürleri, medeniyetleri, hayat tarzları tehlike altında olan beşeri sistemlerin liderleri bu tehdit karşısında daima ortak değerleri ve kutsallıkları bir koz olarak kullanmışlardır. Vatanı, dini, kültürü, medeniyeti amaçlarına ulaşacakları bir maşa olarak gördükleri için iktidar oldukları dönem boyunca bu değerleri daima gündemde tutarak insanların beynine, kalbine bir inanç olarak, kırmızı çizgi olarak yerleştirmişler ve halkın karşısına çıktıklarında hep bu değerlere yönelik konuşma yaparak bu değerleri zihinlerine iyice perçinlemişlerdir. Tarih göstermiştir ki; firavunlar, tağutlar kendilerine karşı çıkanları öldürürken, yok ederken hep “vatana ihanet” yaftasını uydurmuşlardır. Böylece yaptıklarıyla yanına taraftar bulabilmiş muhalifini en aza indirebilmişlerdir. Çünkü bunun suçu “beni reddetmek, bana karşı gelmek” demesi yanına çok ama çok az taraftar bulabileceği anlamına gelir. İşte tağuti sistemler genel olarak bütün yaptıklarının halk nazarında kabul görmesi ve meşruluk kazanması için böyle bir yöntem kullanmaktadırlar.

BEŞERİ SİSTEMLERİN TEMEL DİREKLERİNDEN; KARİYER DÜŞKÜNLERİ…

Halkın nazarında kanaat önderleri önemli bir yere sahiptir. Halkın sözünü dinlediği, takip ettiği, sevdiği saydığı kimselerdir. Halkın yönlendirilmesinde en önemeli faktördürler. Halkın önünde olmalarının sebebi ilimleridir. Beşeri sistemler bu durumun farkındadır ve bu ilim sahiplerini kariyere kurban ederek kendi amacı için çalıştırmayı hedeflerler. Bu kanaat önderlerinden kariyere düşkün olanlar bu tuzağa düşer ve beşeri sistemlerin en temel direği olur. Bu kariyere kurban olmak öyle rağbet görür ki bunun için ilim elde etmeye niyetlenenler olur. Bunun da farkında olan beşeri sistemler bu ilme sahip olmaları için fakülteler kurarak onlara imkan sağlarlar. Bu fakülteden mezun olan artık ilmiyle beşeri sistemlere nasıl hizmet edeceği konusunda ciddi bir branş sahibi olmuştur.

Günümüzde ne yazık ki elinden makam ve mevkisi gideceği için hakkı söylemekten geri duran ve bu dilsiz şeytanlığına şeytanlık katarak daha da sessiz kalarak makamdan makama mevkiden mevkiye koşmakta olan nice ilim sahipleri mevcuttur. Prof., doçent, hoca, efendi ismini alabilmek için kariyer ilahına, beşeri sistemlerin sahte ilahına kulluk eden nice kanaat önderleri var.  Bunlar İslami kisveye bürünmüş halk nazarında söz sahibi olarak bilinen ve tanınan kimselerdir.

Tarihte Belam b. Baura ne ise bunlarda odur. Bilgilerini, fetvalarını beşeri sistemlerin hoşuna gidecek şekilde düzenleyen makam ve mevkisinin, maaşının artması için dört gözle bekleyen satılmış köpeklerdir bunlar. Çünkü halk onlara uyuyor ve onları takip ediyor.

اِنَّ الَّذٖينَ يَكْتُمُونَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهٖ ثَمَناً قَلٖيلاًۙ اُو۬لٰٓئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فٖي بُطُونِهِمْ اِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّٖيهِمْۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir kısmını gizleyip onu az bir bedel ile değişenler (var ya); işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah, onlarla ne konuşacak ne de onları arıtacaktır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Bakara/174)

“Bunlar, ilâhî kitapları bildikleri halde onları halktan gizleyen ve aralarında yaygın olan tüm bâtıl inanç, kötü gelenek ve gereksiz kısıtlamalardan sorumlu, yeni yeni kurallar uyduran bilginlerdi. Ayrıca onların bir suçu daha vardı. Halk arasında kasten yaygınlaştırılan cahillik nedeniyle ortaya çıkan kötü davranış ve geleneklere karşı bir tek kelime bile söylememişlerdi. Sadece bununla da kalmamış, çoğunluğun bu üzücü durumunu kendileri için avantajlı bulmuş ve bu nedenle Allah’ın emirlerini halktan gizli tutmaya devam etmişlerdi.
Burada “ruhani önderler” ve “azizler” denilen kişiler hakkındaki yanlış inanç ve iddialar reddedilmektedir. Bu kimseler kendilerini halka çok dindar ve kutsal olarak göstermeye çalışmışlar ve halk da onlara her zaman inanmıştı. Onlar, Allah katında, hak adına şefaat edip onların bağışlanmasını sağlayabileceklerini sanıyor, halk da bunlara inanıyordu. Allah burada bu “ruhani önderlere değil şefaat yetkisi vermek, onlarla konuşmayacağını onları dindar ve kutsal olarak kabul etmeyeceğini bildirmektedir.”[15]

“Burada yüce Allah’ın indirmiş olduğu kitapta yer alan bazı açıklamaları gizli tutma eylemine yöneltilen kınama, öncelikle Yahudiler ile Hristiyanları hedef almıştır. Fakat ayetin genel karakterli hükmü, bildikleri gerçeği gizleyerek bu eylemleri karşılığında birkaç para alan bütün dinlerin bağlıları için geçerlidir. Söz konusu “birkaç para” ister gerçeği gizlemek karşılığında elde etmeyi umdukları şahsî bir menfaat olsun, ister gerçeği gizleme karşılığında kondukları ve eğer doğruyu söylerlerse kaybedeceklerinden korktukları çeşitli kişisel yararlar olsun, isterse dünyanın tümü olsun, fark etmez. Çünkü bu adamların kaybetmiş oldukları Allah rızası ve Ahiret sevabı ile karşılaştırıldığı zaman dünyanın tümü de “birkaçparadır.

Adamların gerçeği gizlemenin ve yüce Allah’a iftira atmanın bedeli olarak yedikleri şey, sanki midelerine indirilmiş bir ateştir! Onlar sanki aslında ateş yiyor gibidirler! Bu durum Ahirete varacakları zaman gerçekten öyle olacaktır. Görülecek ki, orada elbiseleri de yiyecekleri de ateş olacaktır!

Yüce Allah’ın ayetlerini gizli tutmuş olmalarının cezası olarak Allah onlara ilgi göstermeyecek, kendilerini horlanmışlık ve aşağılanmışlık ile baş başa bırakacaktır.”[16]

Bu kimselerden bir fayda beklemek, medet ummak ahmaklıktır. Tek dertleri ceplerini doldurmak olan, kitaplarını bunun için yazan ve konferanslarını bunun için veren kimselere yapılması gereken onları yalnız bırakmak ve yüz çevirmektir. İlmi dünya faydası için öğrenen ve bu ilmin daima karşılığını insanlardan bekleyen bu kimselere değil önderlik yetkisi vermek, dinlemeye değer dahi görülmemelidir. Pislik böceği dahi bunlardan daha faydalıdır. Bunlar öyle şerlidirler ki, fikirleri ve söylemleri ile insanları yoldan çıkaran kullara kulluğa sevk eden bir etkiye sahiptirler. Allah (cc) onlara elde etmiş olduğu ilmin ve amaç haline getirdikleri kariyer, makam, mevki uğruna verdikleri zararın, karıştıkları ve ortak oldukları suçların hesabını soracaktır.

PEYGAMBERLERİN BEKLEDİĞİ KARŞILIK

Bir insan toplumun içerisinden sivrilmeye ve göz önüne çıkmaya başladığında toplum tarafından amacı sorgulanmaya başlanır. İster gizli ister açığa çıkmış olsun fark etmez buna şahit olan herkes bu amacı sorgulama gereği hisseder. Amacı ne bunun? Ne yapmaya çalışıyor? Neden yapıyor? Gibi sorulara maruz kalır.

Çalışmalarıyla tüm dikkatleri üzerine çeken bu insanlara bu gözle bakılmasının sebebi daha önce sivrilen ve göz önüne çıkan kimselerin şahsi bir çıkar peşinde olduklarına şahit olmalarından dolayıdır aynı zamanda. Bu şüphe hem tecrübe kaynaklı hem de insandaki niyet okuma özelliğinden kaynaklanır.

Bütün peygamberler ve davetçiler de çalışmalarıyla ve söylemleriyle dikkat çekecekleri için onlara da şüphe ile bakılacaktır. Kimileri bunu açık açık söylemişse de biraz daha uyanık olanlar bazı denemeler yaparak niyetini tespit etmeye çalışırlar. Bunu çok iyi bilen Allah (cc) daha en baştan ücretlerinin Allah’a ait olduklarını peygamberlerine ikrar ettirmiştir.

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذٖينَ هَدَى اللّٰهُ فَبِهُدٰيهُمُ اقْتَدِهْؕ قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْراًؕ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٰى لِلْعَالَمٖينَࣖ

“İşte, o peygamberler, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. (Ey Muhammed!) Sen de onların tuttuğu yola uy. De ki: “Bu tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum. O (Kur’an), bütün âlemler için ancak bir uyarıdır.”(En’am/90)

وَيَا قَوْمِ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مَالاًؕ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ بِطَارِدِ الَّذٖينَ اٰمَنُواؕ اِنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَلٰكِنّٖٓي اَرٰيكُمْ قَوْماً تَجْهَلُونَ

“Ey kavmim! Buna karşı ben sizden herhangi bir mal da istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah’a âittir…” (Hud/29)

يَا قَوْمِ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْراًؕ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى الَّذٖي فَطَرَنٖيؕ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

“Ey kavmim! Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana âittir. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”(Hud/51)

فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍؕ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۙ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمٖينَ

“Eğer yüz çeviriyorsanız, sizden zaten hiçbir ücret istemedim. Benim ücretim, ancak Allah’a aittir. Bana müslümanlardan olmam emredildi.”(Yunus/72)

وَمَا تَسْـَٔلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍؕ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمٖينَࣖ

“Hâlbuki sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. O (Kur’an) âlemler içinde ancak bir öğüttür.” (Yusuf/104)

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُبَشِّراً وَنَذٖيراً

قُلْ مَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ اِلَّا مَنْ شَٓاءَ اَنْ يَتَّخِذَ اِلٰى رَبِّهٖ سَبٖيلاً

“Biz, seni ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.De ki: “Ben buna karşılık sizden dileyen kimsenin, Rabbine giden yolu tutmasından başka herhangi bir ücret istemiyorum.”(Furkan/56-57)

وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَمٖينَۚ

“Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”(Şuara/109)

قُلْ مَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْؕ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَهٖيدٌ

“De ki: “Sizden herhangi bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. O, her şeye hakkıyla şahittir.” (Sebe/47)

اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ

“Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.”(Yasin/21)

قُلْ مَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُتَكَلِّفٖينَ

“(Ey Muhammed!) De ki: “Bundan (tebliğ görevinden) dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ben kendiliğinden yükümlülük altına girenlerden değilim.”(Sad/86)

اَمْ تَسْـَٔلُهُمْ اَجْراً فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَؕ

“Yoksa sen onlardan (tebliğ görevine karşılık) bir ücret istiyorsun da onlar, borçtan ağır bir yük altında mı kalmışlardır?” (Tur/40)

Görüldüğü gibi peygamberler gönderilmiş oldukları toplumlardan hiçbir karşılık beklememişler ve bunu da onlara fiilen ispat etmişlerdir. Peygamberin daveti baştan sona güven ile doludur. Bu ilan da kalplere güven ve itminan verir. Amacının makam, kadın, para, dünyalık herhangi bir çıkar olmadığını ve eline fırsatı geçtiğinde de bunlara yanaşmadığını bariz bir şekilde ortaya koymuşlardır. Hatta Peygamberimiz (sav)’i davasından vazgeçirmek için O(sav)’na bu tekliflerle gitmişler fakat o bunların hepsini reddetmiştir.

“Hz. Peygamber’in (s.a) peygamberliğinin bir diğer delili de budur: Mesajı karşılığında hiçbir şey istemeden, hiçbir çıkar gözetmeden tebliğ etmektedir.O bunun da ötesinde, işini bırakmış, adı deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmış, rahat hayatını terketmiş, görevi uğruna inanmayan yakınlarıyla ilişkilerini koparmış ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye katlanmak zorunda kalmıştır. Bencil birinin salt dünyevî amaçlar uğruna bütün bunları göze alması düşünülemez. Bırakın böyle şeyleri göze almayı, tam tersine, hükümdar ve önder olmak için halkının ırkî ve kabilesel önyargılarından yararlanma yoluna gider. Oysa, Rasûlun mesajı bu tür önyargıların köküne balta indirmekle kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu. Kur’an’ın diğer peygamberlerin misyonun doğruluğunu da kanıtlamak için tekrar tekrar getirdiği bir delildir bu.”[17]

“Bir Rasûl’un “hak” olması iki şarta dayalıdır. 1) Söz ve fiil, 2) İhlas. Söz konusu şahsın öne sürdüğü deliller şudur: Birincisi, “Bu elçiler sizlere makul olan bir şeyi tebliğ ediyorlar ve kendilerinde de herhangi bir kötülük bulunmamaktadır.” İkincisi ise, “Hiç kimseonlarakendi menfaatleri için tebliğ yapıyorlar diyemez. Dolayısıyla bu kimselerin tebliğ ettikleri mesajın reddedilmesi için makul bir delil yoktur. Kur’an, bu şahsın sözlerini naklederek, aynı zamanda bir Rasûlun “hak” olabilmesi için gereken iki ölçüyü de vaaz etmiştir. Şayet bir Rasûl’un “hak” olup olmadığını anlamak istiyorsanız bu iki ölçüye göre değerlendirme yapmalısınız. Hz. Muhammed’in (s.a) söz ve fiilleri onun doğruluk timsali olduğunu gösterirken ve tüm çalışmalarının ardından, bunları kendi çıkarları için yaptığına dair küçük bir işaret bile bulunmazken, kim, neye dayanarak Hz. Muhammed’in (s.a.) tebliğ ettiği mesajı reddedebilir?”[18]

Allah (cc) Rasulune sanki şöyle demektedir; “Doğru yola girmeleri ve öğrettiğin gerçekler karşılığında bir ücret istiyorsun da onun için mi kaçıyorlar? Oysa sen onlardan herhangi bir şey istemiş değilsin. Çünkü Rabbinin katındaki ödül onların verebileceklerinden daha hayırlıdır. “Oysa Rabbinin sana vereceği ücret daha üstündür. O rızık verenlerin en iyisidir.” Kuruması, sonunun gelmesi söz konusu olmayan dolaysız ilahi kaynağa bağlı bulunan bir peygamberin zayıf, yoksul, muhtaç insanlardan ne tür bir beklentisi olabilir? Onlardan ne elde etmek isteyebilir? Dilediğine bol, dilediğine az veren yüce Allah’ın katındaki nimetlere göz koyan, gönüllerini o nimetlere yönelten peygamber izleyicileri şu yeryüzü nimetlerinden hangisini arzulayabilirler, hangisine kapılabilirler? Dikkat edin, kalp Allah’a bağlandığı gün, içindeki canlı cansız varlıklarla birlikte tüm evren küçülür, önemsizleşir.”[19]

“Uyun o kimseye ki sizden bir ücret istemez. Dünya ile ilgili bir maksat ve karşılık talep etmez. Kendileri ise hidayete ermiş, doğru yolu tutmuşlar. Burada şöyle bir kıyas-ı mukassim (ikilem, yani mantıkta iki şıkkı da aynı sonuca varan kıyas) bir dilem vardır: Bir yolcunun bir rehbere uyması için iki engel düşünülebilir. Ya biçimsiz bir ücret istemesi yahut ehliyetine güven duyulmamasıdır. Bunlar ise hem bir ücret istemiyorlar hemde hidayet sahibi kimseler. O halde bunlar resul olmasalar bile doğru olmalarından ve ücret istemediklerinden dolayı kendilerine uymamak için hiçbir sebep yoktur.”[20]

“Eğer Hz. Peygamber (s.a.) sizden bir şey bekliyor da bir art niyeti varsa ve bütün bu didinip uğraşmalarını şahsi menfaati için yapıyorsa bu, sizin ondan uzak kalmanızın en azından makul bir sebebi olabilir. Ama siz kendiniz de biliyorsunuz ki, o bu davetinde hiçbir art niyet taşımamaktadır, hiçbir menfaat beklememektedir ve sadece sizin iyiliğiniz için gece gündüz çalışmaktadır.
O halde neden siz sükunetle onun sözlerini dinlemeye bile yanaşmıyorsunuz? Bu soruda hoş bir tenkit vardır. Bütün dünyanın yapmacık liderleri ve dini merkezlerin devamlı sakinleri gibi Arabistan’da müşriklerin liderleri, papaz ve dini önderleri, serbestçe dini işleri yürütürlerdi. Bundan dolayı onlara bu soru sorulmuştur ki: Bir tarafta açık açık sizden bağışlar ve adaklar alan, her dini hizmet için ücret isteyen din tüccarları var, diğer tarafta; hiçbir menfaat gözetmeyen hatta kendi ticari işlerini bırakıp son derece akıl ve mantıkla size dinin doğru yolunu göstermeye çalışan mükemmel bir insan var. Bu durum karşısında hâlâ sizin bu peygamberden kaçmanız ve o menfaatçilere koşmanız akılsızlık değil de nedir?”[21]

“Hz. Peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- islama girenlerden almak istediği bir ücret, elde etmek istediği herhangi bir çıkar söz konusu değildir. Müslümanların ona verdikleri bir haraç, ona sundukları bir adak ya da kurban yoktur. Bir insan diliyle söylediği, kalbiyle inandığı birkaç kelimeyle Müslüman topluma katılır. İşte islamın ayırıcı özelliği, islamın yegane özelliği, kehanetinin ücretini alan bir kahinin yaptığı aracılığın karşılığını alan bir aracının olmayışıdır. İslamda “Giriş vergisi” yoktur. Dinin sınırlarını öğrenmek, kutsanmak ya da dine kabul edilmek için bir bedel ödemek söz konusu değildir. İşte bu dinin sadeliği ve iman ile kalbi birbirinden ayıran her türlü engelden, kul ile Rabbi arasına giren aracılardan ve kahinlerden uzaklığı. Hz. peygamberin bu müjdeleme ve uyarının karşılığında almak istediği tek ücret vardır. O da doğru yola giren kişinin Allah’ı bulması ve gösterdiği gerçekler sayesinde Rabbine yaklaşmasıdır. “Tek istediğim, dileyenlerinizin Rablerine götüren yola girmeleridir.” Onunistediği tek ücret budur. Allah’ın kullarından birinin Rabbine giden yolu bulması, O’nun hoşnutluğunu istemesi, O’nun yolunu araştırması, gerçek efendisine, dostuna yönelmesi Hz. peygamberin tertemiz kalbini memnun eder, onun seçkin vicdanını rahatlatır.”[22]

 

Tabii tüm bunlara rağmen hala davetlerinde art niyet arayan olmuştur. Bu konu bugün de aynı ciddiyetini korumaktadır ve kıyamete kadar koruyacaktır. Peygamberler ve onların mirasçısı olan davetçiler davetleri sebebince art niyet aranan kişiler olacaktır. Onlar hiçbir karşılık beklemediklerini ispat etseler de bu daveti kabul etmek istemeyen ya da kalbi kaskatı olan kimseler gene onlara karşı çıkacaktır. Çünkü onlar aşağılık olan dünyaya ve nefislerinin isteklerine öylesine bağlıdırlar ki bir kişinin hiçbir karşılık beklemeden hatta zarar görmesine rağmen hayır ve ıslah için çalışmasına inanamazlar. Herkesi kendisi gibi menfaatperest zanneden bu tipler böylesi ulvi bir görevi anlayamazlar. Herkesi kendisi gibi bencil ve korkak zanneden bu kimseler bütün dünyayı karşısına alan bu elçilere bir anlam veremezler ve onların da kendisi gibi muhakkak dünyalık bir çıkarı varsa böyle zor bir işe kalkışacaklarını zannederler. Bu tipler günümüzde de çoktur. Hak olduğu bariz bir şekilde her yönüyle ortada olmasına rağmen hala onlardan şüphelenen art niyet besleyen birtakım zanlar ile iftiralar atan insan sayısı azımsanamayacak derecede çoktur. Ne gariptir ki bu şüphe ve art niyet ile yaklaşan insanlar; kendisini aldatan, sömüren, emeğini çalan, namusunu beş paralık eden, ahiretini heba eden siyasi liderlerine, kanaat önderlerine bu gözle bakmazlar. Onların bazen hainlikleri (yolsuzluk, irtidat, uygunsuz davranışlar vs.) çok net bir şekilde ortaya çıkmasına rağmen; “Bir bildikleri vardır.” Derler. Bunları görmezden gelirler ve kesinlikle ama kesinlikle şüphe etmezler. Bu nasıl bir çelişkidir? Hak olduğu bariz ortada olanlara şüphe gözü ile bakıyor. Batıl oldukları hain oldukları bariz bir şekilde ortada olanlara ise sadakat gözü ile bakıyor. Bir de kendisine “Müslüman” diyor. Ne yazık ki günümüzdeki tablo böyle…

Evet peygamberler bunca zorluğa, meşakkate, sürgüne, tehditlere, suikast girişimlerine hiçbir dünyalık karşılığı olmamasına rağmen katlanmışlardır. Çünkü onların ücretini verecek olan Allah (cc)’tır. Yaratılmışlar bir araya gelse Rasullerin ücretini ödeyemezler. Dolayısıyla onlar Allah’ın vereceği ücreti insanların vereceği ücret ile bir tutmazlar. Böyle saçma bir takasa girişmezler. Bugün bazı istismarcıların giriştiği gibi…

Allah (cc)’ın vereceği ücret dururken insanların vereceğine tamah etmez onlardan bir beklenti içerisinde olmazlar. Böyle bir amaçları da yoktur zaten. Ellerine birçok imkan geçmesine rağmen de bu niyetten şaşmamışlardır. Ülkeler fethetmişler ama bu amacı hiçbir zaman değiştirmemişlerdir. Allah’ın selamı üzerlerine olsun…

ŞİRK; EN BÜYÜK ZULÜMDÜR.İNSAFSIZLIK, HAKSIZLIK VE ADALETSİZLİKTİR.

Sizi derinden etkileyen, hayranlıklar içerisinde bırakan bir yapı düşünün. Bu bir resim olabilir, bir maket olabilir, ev olabilir, keşfedilmiş bir icat olabilir. Eser ile bu eserin yapan arasında bir irtibat kurar ve bu eseri yapan hakkında fikir sahibi olursunuz. Böyle güzel bir eser ortaya koyduğuna göre muhakkak bu konuda bilgi, yetenek ve tecrübe sahibi demektir. Bu eseri ancak bu konu hakkında bilgi ve yetenek sahibi olan birisinin yapabileceğini düşünmek insaflı olmak demektir. İnsafsızlık ise bu konuda bilgi ve yetenek sahibi olmayanın dahi bunu yapabileceğini düşünmek iddia etmek insafsızlık, adaletsizlik, haksızlıktır. Bu hem eseri küçümsemek o esere haksızlık etmek hemde eser sahibine hakaret etmektir yani ona da haksızlık etmektir. Hatta toplum içerisinde bunun kalıplaşmış şekli; “Ne var canım çocuk oyuncağı” gibi sözlerdir. Böyle bir davranış içerisinde olan insanlarda bir dengesizliğin olduğunu söylersek abartmış olmayız. Aklını sağlıklı kullanamaması insafsızca davranmasına sebep olmuştur. Evet onları insafsızlığa götüren aklını doğru kullanamamalarıdır.

Örnekleri biraz çoğaltmak istiyorum; hastalandığımızda doktora değil de bu konuda hiçbir bilgisi olmayana gitmek doktora haksızlıktır ki günümüzde doktorlar bundan şikayet etmekteler. Öğrencinin sorularını hocasına değil de kendisi üzerinde hiçbir emeği geçmeyen ve bilgi sahibi de olmayan birisine sorması hocaya haksızlıktır. Hatta bunların bilgi sahibi olduklarını iddia etmek daha büyük haksızlıktır. Bir evladın babasından değil de bir başkasından para istemesi, bir başkasından izin istemesi, bir başkasını baba gibi davranması o babaya haksızlıktır. Anne için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bunların hepsi insafsızca, adaletsizce, haksızca yapılan davranışlardır.

Şimdi karşınızda bütün ihtişamı ile duran kainatı düşünün. Yaratılışınıza dönüp bir bakın. Organlarınızın harika bir şekilde tanzim edilmiş olmasını düşünün. Ortada harika bir eser var. Bunu takdir etmemek mümkün değil. Bunların kötü olduğunu söyleyen yok ama tesadüf olduğunu söyleyenler var. İşte bu haksızlıktır. Ya da tüm bunlar bir gerçeği haykırıyorken buna kulak asmayanlar var. İşte bu da insafsızlıktır. Kainatta Allah (cc)’ın azametini, yüceliğini, kusursuzluğunu, hakimiyetini, hikmetini, ilmini, yenilmez bir gücünün olduğunu, her şeyi gören ve işiten olduğunu, şekil veren olduğunu, tek olduğunu, merhamet sahibi olduğunu işaret eden binlerce delil var. Tüm bunlara rağmen bir başkasından korkmak, bir başkasından istemek, bir başkasından kural ve kanun almak, bir başkasından fayda ve zarar ummak, bir başkası için üzülmek ve sevinmek, bir başkasını sevmek adaletsizlik, zulüm değil de nedir?

Bu aslanın yanından geçerken umursamaz, ama civcivin yanından geçerken tir tir titreyen bir kişiye ne kadar da benziyor. Bu dengesizlik değil de nedir?

Kendisi için birçok fedakarlık yapan kişiye somurtan ama kendisinin zararı için çalışan bir kişiye gülücükler saçan ve ona aşık olan kişiye ne kadar da benziyor.

Bir uçurumun kenarında iken ya da çok güç bir durumda iken karşısında güçlü kuvvetli birisi olduğu halde ona el uzatmayıp güçsüz, çelimsiz, zayıf birine el uzatan kişiye ne kadar da benziyor.

Çok güzel bir bina görüp o binayı inşa edeni yüceltmek, övmek dururken o binanın dibinde sızıp kalan sarhoşa, ayyaşa aferin, tebrik ederim diyen bir kişiye ne kadar da benziyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu saydıklarımızın hepsi bir saçmalık ve insafsızlıktır. Fakat Allah (cc)’dan kural ve kanun almak gerekirken, O’nu sevmek, rızasını gözetmek,O’ndan (cc) korkmak, faydasını ummak, zararından kaçınmak gerekirken kullarına bu yetkileri vermek daha büyük bir saçmalık ve insafsızlıktır.

Bu adaletsizliğin ve insafsızlığın sebebi olarak akıllarını doğru kullanamamaları demiştik. Evet aklı doğru kullanmamak kişiyi insafsızlığa yani şirke götürmektedir. Bu aklı kullanmamak ise delillerden yüz çevirmektir. Nitekim;

وَكَاَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ

وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ

“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler. Onların çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanırlar.” (Yusuf/105-106)

“Allah’ı, O’nun birliğini ve gücünü gösteren nice ayetler, evrenin her köşesine serpiştirilmiş; göklerde ve yerde insanların gözleri ve algılama güçleri önüne açıkça serilmiş durumdadır. İnsanlar gece gündüz demeden, sabah akşam her an Allah’ın ayetleriyle karşılaşmaktadırlar. O ayetler ki neredeyse dile gelmiş ve insanları açıkça çağırmaktadırlar. İnsanların gözleri ve duyuları karşısında apaçık durmaktadırlar. İnsanların yüreklerine ve akıllarına durmadan esinler fısıldamaktadırlar. Ne var ki, insanlar tüm bu ayetleri görememekte, ayetlerin çağrısını işitememekte ve onlardaki derin çağrışımları sezinleyememektedirler.

Bir an için güneşin doğuşunu ve batışını düşünün! Bir an için yavaşça uzayan ya da kısalan gölgeyi düşünün! Bir an için engin denizleri, gürül gürül akan pınarları, insanların susuzluğunu gideren kaynakları düşünün! Bir an için büyüyen bitkiyi, güzelim tomurcuğu, açılan çiçeği ve nazlı nazlı sallanan ekinleri düşünün! Bir an için yüzüyormuşçasına havada uçan kuşu, suda yüzen balığı, sürünerek yürüyen kurtçuğu, harıl harıl çalışan karıncayı, diğer hayvan, haşarat ve böcekleri düşünün! Bir an için, sabahın ve akşamın nasıl olduğunu, gecenin sessizliğini, gündüzün kalabalıklığını ibret gözüyle bir düşünün!.. İnsanın yüreği bir an için bile, şaşılası varlıklar dünyasındaki ritimleri yakalayabilir. O korkunç anlama ve etkilenim sürecinin ürpertisiyle insanın yüreğinin titremesi için bir anlık bir zaman dilimi bile yeterlidir. Ama insanlar, Allah’ın tüm bu ayetlerinin “yanlarından geçtikleri halde, onları umursamazlar.” Bu sebeple de onların çoğu iman etmezler!

Dolayısıyla saf ve katışıksız imanın, her şeyden önce tüm şeytani sızmaları ve yeryüzü kökenli anlayışları kalpten uzak tutabilmek için sürekli uyanık durmaya ihtiyacı vardır. Her hareketin, her davranışın Allah için olması, sadece ve sadece O’na özgü kılınması gerekir. Saf ve katışıksız imanın, kalp, davranış ve hareketler üzerindeki otoritenin kime tanınacağı noktasında kesinkes ve bütüncül bir tavra ihtiyacı vardır. Kalp, sadece ve sadece Allah’a boyun eğmelidir. Yaşamda, dilediğini dilediği biçimde isteyen ve bir olan Allah dışında, hiç kimseye kulluğa yer verilmemelidir. Ama insanların ne kadarı bunu başarabilir?

“Onların çoğu Allah’a ortak koşmaksızın O’na inanmazlar.”

Olayları, olguları ya da kişileri değerlendirirken, yeryüzü kökenli değer ölçütlerini benimseyerek Allah’a ortak koşarlar! Yarar da zarar da Allah’ın elinde olmasına karşın, bunları sadece nedenlere bağlayarak bir tür determinizmle O’na, Allah’a ortak koşarlar! Tek bir olan Allah’ın şeriatını temel almamış bir yönetici ya da yönlendiriciye itaat ederek; Allah’ın gücü dışında bir güce boyun eğmek suretiyle O’na ortak koşarlar! Allah’ın dışında, O’nun kullarından birine umut bağlamakla Allah’a ortak koşarlar! Aslında diğer insanların bir tür beğenisini kazanabilmek amacıyla kendilerini feda ederek Allah’a ortak koşarlar! Bir yarar sağlamak ya da bir zararı bertaraf etmek için cihada katıldıklarında, Allah’tan başkasının rızasını gözeterek Allah’a ortak koşarlar! İbadet sırasında Allah’ın yanısıra, başkalarının da hoşnutluğunu kazanmaya çalışarak Allah’a ortak koşarlar! ..”[23]

وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِهٖ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِؕ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ

“Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”(Lokman/13)

“”Zulm” bir kimseyi hakkından mahrum etmek ve adaletsizce davranmaktır. Şirk büyük bir zulümdür. Çünkü insan yaratıcısı, rızık ve nimet verenine, yaradılışı, rızıklanışı ve bu dünyada hoşlandığı şeylerle nimetlenişinde hiçbir katkısı ve ortaklığı bulunmayan varlıkları ortak koşmaktadır. Bundan daha büyük bir adaletsizlik olamaz. İnsanın yalnızca Allah’a tapması, Yaratıcının insan üzerindeki hakkıdır. Fakat müşrik, başkalarına tapmakta ve Allah’ın bu hakkını çiğnemektedir. Dahası o, Allah’tan başkasına taparken yaptığı her işte, kendi akıl ve bedeninden tutun, yer ve göklere kadar birçok şey sarf eder; oysa bu harcadıkları, bir Allah tarafından yaratılmıştır ve insanın Allah’tan başkasına kulluk ederek onlardan hiçbirini sarf etmeye hakkı yoktur. Hem sonra insanın nefsi üzerinde bir hakkı vardır ki bu, kendisini alçaltmamak ve cezaya müstahak kılmamaktır. Fakat Allah’tan başkasına tapan kişi cezaya müstahak olduğu gibi kendisini de alçaltmaktadır. Bu şekilde müşrik ‘in bütün hayatı, her yönü ve zamanıyla Zulüm haline gelir. Artık onun aldığı her soluk adaletsizlik ve zulmün bir ifadesi halindedir.”[24]

“And olsun ki şirk, çok büyük bir zulümdür. Önce bir zulüm, bir haksızlıktır. Çünkü zulüm, bir şeyi yerinden başa bir yere koymaktır. Allah’ın hakkını, Allah’tan başkasına vermektir. Aynı zamanda “Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün bir şerefe nail kıldık.” (İsrâ, 17/70) âyetinin ifadesince Allah’ın şerefli kıldığı, şeref verdiği insan nefsini mahlûka ibadet ettirerek alçak ve zelil kılmaktır. İkinci olarak büyük bir zulümdür. Çünkü bu mabutluğu hiç yeri olmayan ve olmasına hiçbir şekilde imkan bulunmayan bir mevkiye koymaktır.”[25]

Allah’a verilmesi gerekeni bir başkasına vermek, Allah (cc)’a karşı yapılması gerekeni bir başkasına yapmak açıkça görülmektedir ki büyük bir zulümdür. O (cc)’nun tehdidinden korkmayıp, umursamazca yaşamak ama bunun yanında patrondan korkup işinden olmasın diye çırpınmak, hasta olmaktan korkup tedbirler almak, firavunlardan korkup dini yaşamamak koskoca bir dengesizliktir. Kimden korkması gerekirken, kimin tehdidini dikkate alması gerekirken nelere saplanıp kalmış. Bu dengesizliğin tevhid ile marifetullah ile tedavi edilmesi gerekir.

TAĞUTA TAĞUT OLDUĞU İÇİN KIYAM EDİLİR

Tağuta kıyam etmek kulluğun bir gereğidir. Zira Allah (cc) onu reddetmemizi emretmiştir.

لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّٖينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىࣗ لَا انْفِصَامَ لَهَاؕ وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ

“…Kim Tağut’u, reddederek Allah’a inanırsa kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır…” (Bakara/256)

وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّٖينُ كُلُّهُ لِلّٰهِۚ فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ

“Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir.” (Enfal/39)

Bu haksızlığa, insafsızlığa son vermemizi ve bunun için çalışmamızı emretmiştir. Halife olarak yaratılan insanın bu değişmez bir görevidir. Bunlara sessiz kalmak, tepkisiz kalmak, çare arayışında olmamak Allah’a verilen kulluk sözüne ihanettir. Allah’a isyandır.

Bu kıyam görev bilinciyle edilmelidir. Tağuti sistemler zarar verdikleri için değil. Onlar Allah’ın hakkını gasp ettiği için onlara kıyam edilir. Eğer bunun dışında bir niyet olursa bu kulluk vazifesinden çıkar. Sırf zarar verdikleri için yapılırsa bu zarardan vazgeçtiklerinde ya da hafiflettiklerinde kıyamdan vazgeçilir ve anlaşma yolu tutulur. Bunun örnekleri çoktur.

Toplum içerisinde bu tipler bir hayli fazladır. Özellikle dünyevi işleri yolunda olan, rahatı ve huzuru yerinde olan kimseleri tağuta kıyam ettirmek bir hayli zordur. Zulme karşı çıkaramazsınız. Onlar bunca küfre, zulme, isyana rağmen yukarıda belirtmiş olduğumuz nedenlerden dolayı “elhamdulillah” derler. “Allah bugünlerimizi aratmasın.” Derler. “En kötü günümüz böyle olsun.” Derler. Ve tağuta menfaati gereği değil Allah’ın emri olduğu için kıyam edenleri de azgınlıkla, şımarıklıkla, Müslümanların başını belaya sokmakla, nankörlükle ve fitne çıkarmakla suçlarlar.

Eğer ki ölçü menfaat olarak belirlenirse; verilen tepkiler menfaatlere dokunup dokunmamaya göre olacaktır ki bu da hedefin sürekli değişmesi demektir. Çünkü menfaatler değişkendir. Sürekli değişimin olduğu bir durum için istikrardan bahsetmek mümkün değildir. İşte peygamberler diktatörler tarafından ezilen halkı İslam’a davet ederken onların menfaatlerini göz önünde bulundurarak kışkırtma yolunu tercih etmemişlerdir. Misal olarak; Mekke’de insanların sınıflandırılması söz konusu idi. Köleler ve efendiler. Köleler hor ve hakir görülürlerdi. Peygamber (sav) köleleri kışkırtarak tağuta kıyama çağırmadı. Çünkü bu hedef değildir. Eğer hedef bu olsaydı bu hedef çok basit bir şekilde ortadan kaldırılabilirdi. Efendiler kölelerine iyi davranmaya başladıklarında köleler bu ayaklanmayı bırakır ve hedeflerine ulaşmış olurlardı. Bütün menfaate dayalı girişimleri buna örnek verebiliriz. Sebepler ortadan kalktığında mücadele biter ve artık hedef diye bir şey kalmaz.

Bu tip insanlar kendileri için asıl menfaatin nerede olduğunu bilmeyen, kendisine dayatılan ve ezberletilen ilkelere göre bir menfaat anlayışına sahip olan kimselerdir. Bu ilke de dünyanın ahirete tercih edilmesi. Aslında dünyanın haddinden fazla sakinleri tarafından değer görmesi diyebiliriz. İnsanlar ne yazık ki faydalarının dünyalık başarılarda olduğunu düşünürler. Rahat bir yaşam, bol imkanlar ve dilediğin gibi yaşayabilme hürriyeti. Asıl menfaat olarak gözüken bunlar ve buna benzer durumlardır… Ne yazık ki…

İşte peygamberler insanlara asıl menfaatin nerde olduğunu göstermişlerdir. “La ilahe illallah deyin, kurtuluşa erin…” İşte insanlar için asıl menfaat “kurtuluş” kelimesinde gizlidir. Böyle diyerek Rasulullah (sav) onlara asıl menfaatlerinin ne olduğunu gösteriyordu. İlk başta da bu kurtuluşa erişmenin şartı olan kelime-i tevhidi haykırıyordu. Haddi zatında kelime-i tevhid asıl menfaatin ne olduğunu gösterme açısında yeterli bir kelimedir. Ancak bazı insanlar bunun ilk etapta bir kurtuluş olduğunu anlamayabilirler. Sonrasında kurtuluşa ermek diye bahsedilerek bu kelimede bir kurtuluşun olduğunu ifade etmek suretiyle bir merak uyandırıyor. Ve biraz üzerinde düşünüldüğünde gerçekten bu kelimede asıl ve çok büyük menfaatlerin yattığı anlaşılıyor. Bu değişmez bir menfaattir. Sonu gelmeyecek bir menfaattir. Allah’ın emrini yerine getirmek ve ebedi hayatta mükafata erişenlerden olmak. Bu hedefe kişi ancak öldüğünde ulaşabilir ve bu halini ölünceye kadar koruması gerekir. İşte bu gibi sebeplerden ötürü bu hedef gök ve yer yerlerinde durmaya devam ettikçe değişmez. İşte asıl çağrılması gereken yer burasıdır ve çağrılırken ölçü kabul edilmesi gereken metot budur.

Çünkü menfaati gereği tağuta kıyam edenler her ne kadar bir süreliğine mücadele etseler de menfaatlerini elde ettiklerinde geri çekilirler. Eğer Allah’ın emri olduğu için kıyam edenler ne olursa olsun neyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar bu davadan vazgeçmezler, arkalarını dönüp gitmezler. Kanlarının son damlalarına kadar mücadele eder ve tekrar dirilip bu mücadeleyi vermek isterler.

Tağuta kıyam etme ve karşı çıkma sebebi onların müslümanlara dünyevi zarar vermelerinde dolayı değil, Allah’ın kat’i bir emri olmasından ve kulluğun bir gereği olmasından dolayıdır. Bu böyle olmalıdır. Başka bir gaye kulluk olmaktan çıkacak ve menfaatperestliğe ya da başka gayelere dönüşecektir. Müslümanın ilahı, mabudu, maksudu, mahbubu; ALEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH’TIR…

CAHİLİYYEYE KARŞI NET TAVIR

İnsanoğlu kendisini dar bir dünyanın içerisine hapseder ve kafasını bu meşguliyetlerinden kaldırmazsa kendisini bu hayat öylesine şartlandırır ki bunların dışında bir amacın bir gayenin ve yaşantının olduğuna inandıramazsınız. Buna yaşamış olduğu çevre ve bu çevrede görmeye alıştığı şeyleri de dahil edebiliriz. Bu şartlanma insana müşahede, mukayese ve karşılaştırma gibi özelliklerini unutturur. Hayatı gördüklerinden, yaşadıklarından ibarettir. Böyle dar bir dünyaya hapsolmuş olmanın en büyük tehlikesi içinde bulunduğu bataklığı fark edememektir. Hayatı ve çevresi; şirk, küfür ve batıl fikirlerle doludur ama farkında değildir.

Yaşadığı hayatın ve beldenin dört bir tarafı çarpıklıklarla, sahte ilahlarla, vahşi kan emicilerle, putlarla dolu olduğu halde bu hayatın ve toplumun “cahiliye toplumu” olduğunu ve kendisinin de bu toplumun bir ferdi olduğunu göremez ve kabul de etmez. Kafasını çevirip baktığı reklam panolarına bile Allah’tan başkasına kulluk etmenin mesajının yerleştirildiği, gece gündüz putlar karşısında arzı endam eden ve bu putların rızasını kazanmak için alın teri akıtan bir toplumun içinde yaşadığını görmez, fark etmez ve bu toplumun bir ferdi olduğunu kabul etmez. Evet o toplumda yaşar, o toplumdan olduğunu inkar etmez ama o toplumun cahiliye toplumu olduğunu kabul etmez. Tabi bunu kabul etmemesinin sebebi yukarıda saymış olduğumuz monotonluklar olsa da etrafında görmüş olduğu İslam’a dair bazı alametler de bu gerçeği kabul etmemesin de büyük bir faktördür. Eğer ki böyle bir toplumda İslam’a dair alametler (camilerin açılması, başörtüsünün serbest olması gibi) çoğalıyorsa bunun sebebi o halkı uyutmak, her şeyin yolunda gittiği izlenimini vermek içindir.

Evet cahiliye toplumunda doğmuş ve bu topluluktan başka bir topluluk görmemiş ve İslam ile aldatılan bir coğrafyada gözünü açmış kimselerin; beldesinde Allah’tan başkalarının hüküm koyduğunu ve onların insanların hayat tarzını belirleyen bir güç odağı olduğunu dolayısıyla da bunun Allah’tan başkasına kulluk olduğunu anlatmak bir hayli zordur.

Peki bunu kabullendirmenin yolu nedir? Bu nereye kadar böyle sürer? Cevabı; onların bu hayatlarını bütün müesseseleriyle reddeden, uzak duran, bel bağlamayan kişilerin ortaya çıkmasıyla olur. Bu hayatı, bu şartlanmaları ve bu aldatmacaları hiçe sayan, elinin tersi ile itenler ortaya çıkıncaya kadar bu böyle sürer gider.

Bunun en bariz örneği Rasulullah (sav)’in vahyi alıp vahyin gerektirdiği gibi yaşamaya başlayınca Mekke toplumunun cahiliye toplumu olduğu ortaya çıktı ve artık Mekke’nin asırlar boyu süre gelen kökleşmiş tarihi “Cahiliye Devri” olarak isimlendirildi. Rasulullah (sav)’tan önce bu topluma böyle bir isim verilmemişti. Çünkü cahiliye su yüzüne çıkmamıştı. Mekke toplumunun bütün değerlerini ve sahte ilahlarını reddederek onlardan sıyrılmış ve onları cehaleti ortaya çıkmıştı. Rasulullah (sav) bunu düşman edindirerek, söverek, kavga ederek değil bu yaşam tarzından uzak durup insanları da bundan uzak durmaya davet ederek yapmıştı. Bunu en makul delillerle ikna edici beyanatlarla açıklayıp şiddetle kaçınması cahiliyeyi her geçen gün yaralıyordu. İnsanlar mukayese edecekleri, müşahede edecekleri ve karşılaştıracakları bir vasıta ile karşı karşıya gelmişlerdir. Onları içlerinde bulunmuş olduğu monotonluktan sıyıracak, kabul ettiği değerleri sorgulatacak, yaptıklarının doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu değerlendirebilecek bir çağrı kulaklarını çınlatmış ve korkusuzca karşılarında durmaktaydı. Kabul etmeseler bile artık safların ayrılacağı ve reddedenin neyi reddettiğini, kabul edenin neyi kabul ettiğini bildiği bir durum nihayete ermiş olacaktı. Evet Rasulullah (sav)’ın cahiliyeye karşı tavrı bu idi.

Demek ki cahiliyenin cahiliye olduğunu kendisine ispat edebilmenin yolu Muhammedi bir tavır ve Muhammedi bir duruştur. Bataklıktaki insanların o bataklıkta olduğunu ancak bataklığın dışındaki ya da o bataklıktan kurtulan biri kabul ettirebilir. Kuşkusuz ki bu cahiliye bataklığıdır.

Böyle bir toplumda böyle bir tavır ortaya koymak Müslümanlığın bir gereğidir. Kelime-i tevhidin icabıdır. Böyle bir toplum içerisinde bu şekilde ortaya çıkmak ve böyle bir tavır koymak Müslümanın asıl görevidir. Bu görevi layıkıyla yerine getirmek cahiliyeden tamamen kurtulmak ile mümkündür. Müslümanların buna çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü insanların mukayese edecekleri, sorgulayacakları bir hayata sahip olmayanMüslümanın, onlar üzerinde etkili olabilmesi mümkün değildir. Önce o bataklıktan kendisi çıkması gerekir. Çünkü bataklığın içerisindekilere bunu fark ettirebilmek bataklığın dışında olmak ile mümkündür.

Böyle bir tavır Hakk’ın ve batılın ayrışmasıdır. Bu tavır bir analiz vasıtası olacaktır. Bugün cahiliye toplumunun en çok ihtiyaç duyduğu şey hakkı ve batılı görmeleridir. Bu da Rasulullah (sav)’ın yaptığı gibi hakkı ilan edip onu taviz vermeden, korkmadan, çekinmeden yaşamak. Bu insanları bir tercihe zorlamak demek olacaktır. Burada önemli olan nokta onları nefret ettirmeden bunu yapmaktır. Rasulullah (sav)’ın metodu bu konuda bizim için yeterlidir. Onlara bu hayatı hissettirmek ve fark ettirmek gerekir. Dayatarak, nefret ettirerek, düşman gibi davranarak değil fark ettirerek, duyurarak ve dinleyeceği kulak vereceği yollar arayarak. Bu mesele davet ile alakalı konuları içerdiğinden fazlaca değinmiyoruz.

Cahiliyeye karşı çıkışın hedefe ulaşma açısından ne demek olduğunu bir örnek ile izah edelim;

Bir salon düşünün, insanlar içine doluşmuş ve sessiz bir şekilde oturuyorlar. Tam bu esnada birisi ayağa kalkıyor ve “Yaşasın Filan!” diye bağırıyor. Bu tabloyu gözler önüne getirin. Artık o salonun sessizliği bozulmuş ve taraflar belirmeye başlamıştır. Kimileri bu bağıran kişiyi destekler, kimileri karşı çıkar. Kimileri desteklediği halde sessiz kalır, kimileri de desteklemediği halde sessiz kalır. Salon aniden bu kişiye karşı olumlu ya da olumsuz bir tavır belirlemeye ve tercih yapmaya başlıyor. Bu kişi onları bir tercihe zorladı, gündemlerini belirledi ve dikkatleri üzerine çekti. Peki “Yaşasın Filan” demek yerine salonda bulunanlara hakaretler yağdırmaya, onları itham etmeye, “kafirler, müşrikler” gibi cümleler kullanmaya başlasaydı ne olurdu? Evet bir tepki olacaktı ama bu safları ayrıştıran bir tepki değil herkesin aynı tepkiyi vermesine sebep olacak bir nida olacaktı. Bu yaklaşım; müşahedeye, mukayeseye ya da karşılaştırmaya sebep olacak bir nida değil o şartlandıkları ilkelere tekrar geri döndürecek bir nida olacaktır. Onların fikrinin değişmesine değil fikirlerine daha çok bağlanmasına sebep olmaktır bu. Ama “Yaşasın Filan” dendiğinde dikkatler bir yere çekiliyor, kişi hapsolduğu dünyadan çıkabiliyor ve sorgulamak için bir kapı bulmuş oluyor. İşte Rasulullah (sav) Mekke’de “LA İLAHE İLLALLAH” diye haykırarak onlara kendisini ve çağrısını fark ettirdi. “Ey kafirler topluluğu! Amr b. Luhay kafirdir, Ebu Cehil kafirdir, Umeyye b. Halef kafirdir, As b. Vail kafirdir, Velid b. Muğire kafirdir, UtbeŞeybe kardeşler kafirdir (say say bitmiyor)” dememiştir. Çünkü cahiliye toplumunun analiz ve karşılaştırma yapacağı bir şey değil düşünmeden reddedeceği karşı duracağı bir çıkıştır. Ama LA İLAHE İLLALLAH çağrısı ve bunun gerektirdiği hayat bir analiz ve karşılaştırmaya sebep oluyor. İnsanlar bu kelime üzerinde düşünüyor, düşünürken batıl fikirlerini görüyor ve değerlerinin yanlış olduğunu fark ediyordu. Her ne kadar kabul etmese de fikirlerine, hayat tarzına, değerlerine başka bir gözlük ile bakabiliyordu. Zaten peygamberin görevi de budur. Hidayet Allah (cc)’tandır. O (sav)’na düşen tebliğdir. Hakk’ı ve batılı ortaya koymaktır.

İnsanlar bu tavrı içten içe analiz etmek istiyor ve bu çağrıyı duymak istiyordu. Çünkü bir farklılık var. Yeryüzünde bir benzeri yok. Uç bir nokta. Net bir tavır. Taviz yok. Bütün tehdit ve mahrumiyetlere rağmen dik bir duruş ve cıvıl cıvıl bir yaşam. Gayet dikkat çekici. Bende niye yok? Diye ya da Bendeki ne? Diye sorgulatan kesin bir tavır. Rasulullah (sav); onların değerlerinden, fikirlerinden, alışkanlıklarından, kural ve kanunlarından bir pislikten uzak durur gibi duruyor ve bir pislikten tiksinir gibi tiksiniyor. Değerleri, kanunları, adetleri bir pislik muamelesi gören insanlar hayretle ve hayranlıkla O (sav)’nu izliyorlar. Kimileri bundan yola çıkarak şüpheleniyor kimileri düşüncesizce kin ve nefret kusuyor. Çünkü senin başının üstüne koyduğun şeyden bir kişi yüz çeviriyor, değer vermiyor, uzak duruyor hatta yıkmak istiyor. Ama bunu öyle bir şekilde yapıyor ki ne inkar edilebilir ne yalanlanabilir. Davasını onlara kabullendiriyor. Bu da benim inancım, benim duruşum, benim değerlerim. Deliller de ortaya konunca büyük bir çığır, devrim gerçekleşmiş oluyor. Bir de inancı uğruna, işkencelere göğüs germek, korkmamak, çekinmemek, yılmamak bir hevesle yapmadığını ancak doğru olduğuna inanılan bir şey için bunların yapılabileceğini ispatlıyor. İşte bu diğer doğru zannedilen doğruları sorgulattırır. Her türlü zorluğa rağmen ayakta kalıyor, sayısı çoğalıyor, destekçisi artıyor, yardım görüyor. Bu da diğer sahte ilahlardan şüphe ettirir. Cahili geleneklerden, örf ve adetlerden sıyrıldığı halde saygınlığı azalmıyor, başka beldelerden insanlar gelip O’na katılıyor, aracı edindikleri sahte ilahları O’nu(sav) cezalandıramıyor. Bu da izzet ve şeref zannedilen şeyleri sorgulattırır. Aradan yıllar geçmesine rağmen çizgisinden şaşmıyor, her geçen gün daha emin adımlarla ilerliyor, gücüne güç katıyor. Bu da menfaatleri, kural ve kanunları sorgulattırır.

İşte görüldüğü gibi cahiliye Rasulullah (sav)’in her hareketiyle, tavrıyla sırıtıyor ve çarpıklığı ve yanlışlığı gün yüzüne çıkıyor. Müminlerin tavırlar net ve berrak oldukça cahiliye net bir şekilde ortaya çıkacaktır. Müslümanlardaki bulanıklık, net olamama, taviz verme gibi durumlar hakkın insanlar tarafından bulanıklaşmasına bu da batılı görememelerine sebep olacaktır. Cahiliye toplumu, Müslümanın neyi reddettiğini ve kabul ettiğini net bir şekilde görmesi gerekir, seyretmesi gerekir. Bu onlara bir tercih imkanı sunmak olacaktır. Bir analiz yapma fırsatı sağlayacaktır. Yanlış anlaşılacak tavırlardan uzak durmalıdır. Çünkü cahiliye toplumu Müslümanların her hareketini takip ederler. Kimileri iyi niyetli kimileri kötü niyetli. Nitekim siyerde bunun örnekleri çoktur. Mekke’de sonradan Müslüman olanların kendilerinden önce Müslüman olanları takip ettiğini, gözlemlediğini ve sonra Müslüman olduğunu itiraf etmişlerdir. Bedir esirlerinin esirlere yapılan muameleden çok etkilendikleri ve bir kısmının iman ettiği rivayetlerde mevcuttur. Örnekleri çoğaltabiliriz. Dolaysıyla Müslümanlar uzaklaştıkları, reddettikleri yaşam tarzlarına, kural ve kanunlara, alışkanlıklara bir milim dahi yanaşmamalıdırlar. Nitekim;

لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّٖينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىࣗ لَا انْفِصَامَ لَهَاؕ وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ

“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara/256)

Hak aşikar ortadır. Peki ne ile Rasulullah (sav)’in net tavrı ile. Ortaya koyduğu ret ve iman olayı ile. Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen bu gerçek Rasulullah (sav)’ın vasıtasıyla ortaya konmuştur. İşte hakkın ortaya çıkmasında takip edeceğimiz yegane metot; RASULULLAH (SAV)’IN METODUDUR…

İŞİN EN ZOR KISMI

Şüphesiz ki bugün insanların geldiği son nokta bazı zorlukları, sorunları meydana getirmiştir. Bu sorunlar çok fazladır. Fakat bunlar içerisinde en önemlisi vardır ki bu çözülmeden diğerlerinin çözülmesi pek mümkün değildir. “Bu sorun, Müslüman sülalelerden gelen milletlerin, Allah’ın dininin egemen olduğu ve onun şeriatının hükmettiği zamanlarda İslâm yurdu olan ülkelerin varlığında somutlaşmaktadır. Sonra bu ülkeler ve milletler gerçek İslâmî hayattan uzaklaştırıp isim olarak ilân ediyorlar. İnanç açısından İslam’ı din olarak benimsediklerini sanmalarına rağmen inanç ve realite olarak İslâm’ın prensiplerini inkâr ediyorlar. Çünkü İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmektir. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik ise, yüce Allah’ın tek başına evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada dilediği gibi tasarrufta bulunduğuna, kulların ibadet kastı taşıyan davranışlarını ve hayatla ilgili eylemlerini sadece O’na sunacaklarına, kulların yasalarını sadece ondan edineceklerine, hayatlarına ilişkin konularda tek başına O’nun hükümlerine boyun eğeceklerine inanmakta somutlaşmaktadır. Kim -bu anlamda- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmezse, hiçbir zaman şehadet getirmemiş ve İslâm’a girmemiş demektir. Adı, lâkabı ve soyu ne olursa olsun… Hangi bölgede -bu anlamda- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etme gerçeği gerçekleşmezse, o bölge hiçbir zaman Allah’ın dinini din edinmemiş ve asla İslâm’a girmemiş demektir.

Bugün yeryüzünde isimleri Müslüman ismi, kendileri de Müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir zamanlar İslâm yurdu olan birtakım ülkeler vardır. Ancak bu milletler, günümüzde -bu anlamda- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi bu ülkeler de bu anlamın gereği olarak günümüzde Allah’ın dinini din edinmiyorlar…

İşte gerçek İslâmî hareketlerin bu ülkelerde bu milletlerle karşılaşırken önüne çıkan büyük zorluk budur. Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk bir yandan “Allah’tan başka ilâh yoktur” ilkesinin ve İslâm’ın anlamının etrafını, diğer yandan şirk ve cahiliye anlamlarının etrafını kuşatan belirsizlik, kapalılık ve karışıklıktır.

Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk salih Müslümanların yolu ile suçlu müşriklerin yolunun açık açık belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması, isim ve sıfatların birbirine girmesi, yolların ayrılış noktasını seçemeyecek kadar bir şaşkınlığın egemen olmasıdır.

İslâmî hareketlerin düşmanları bu gediği çok iyi biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha genişlemesi, sorunun laçkalaşması, birbirine girip karmakarışık olması için yoğun çaba sarf etmektedirler. Öyle ki, gerçek sözü açıkça söylemek insanı, alnından ve ayaklarından bağlayan bir töhmete düşürür. “Müslümanları tekfir ediyorlar” töhmetine… İslâm ve küfür konusunda hüküm verme, bu konuda insanların örf ve geleneklerine başvurma sorununa dönüşür, yüce Allah’ın ve peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- sözlerine değil.

İşte en büyük zorluk budur. Her nesilden Allah davasının taraftarlarının aşması zorunlu olan bir engeldir bu.

İnsanları Allah’ın yoluna davet edenler, gerçek kesin sözü söyleme konusunda uzlaşmaya, yağcılığa yeltenmemelidirler. İçlerinde bir korku ve endişe duymamalıdırlar. Kınayanın kınamasından ya da “Bakın, Müslümanları tekfir ediyorlar” diye bağıran çığırtkanlardan etkilenmemelidirler.

Kuşkusuz birtakım aldanmışların sandığı gibi İslâm’ın böyle bir ciddiyetsizlik, bu tür bir cıvıklıkla ilgisi yoktur. İslâm açık seçik ortadadır, küfür de öyle… İslam vurguladığımız anlamda Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmektir. Kim bu şekilde şahitlik etmezse ve onu hayatta bu şekilde uygulamazsa, onun hakkındaki Allah ve peygamberinin hükmü şudur: Bu adam kâfirdir zalimdir, fasıktır, suçludur…

وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلِتَسْتَبٖينَ سَبٖيلُ الْمُجْرِمٖينَࣖ

“Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz.”(Enam/55)

Evet, Allah’a davet edenler bu engeli aşmak zorundadırlar. Bütün enerjilerini, bir şüpheye kapılmadan, bir kapalılığa takılmadan ve karışıp ciddiyetini kaybetmeden Allah yolunda harcamaları için vicdanlarında bu açıklığı gerçekleştirmelidirler. Çünkü kendilerinin kesin olarak Müslüman olduklarına, yollarına çıkanların, engel olanların, insanları Allah’ın yolundan alıkoyanların suçlular olduklarına içtenlikle inanmadıkları sürece bütün enerjilerini dava uğruna harcayamazlar. Bu işin bir iman-küfür meselesi olduğuna, kendileriyle milletlerinin yol ayrımında olduklarına, kendileri bir inanç sistemine milletlerinin başka bir inanç sistemine, kendilerinin bir dine, milletlerinin bir başka dine mensup olduklarına kesin bir şekilde inanmadıkları sürece yolun zorluklarına direnmeleri, dayanmaları mümkün olmayacaktır:

“Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz.”

… Ve hiç kuşkusuz ulu Allah doğru söylüyor.”[26]

TAĞUTA KIYAM EDERKEN ALLAH (CC) İLE İRTİBATLI OLMAK

Mümin Allah (cc)’ karşı bir kulluk vazifesi olarak tağuta kıyam eder. Çünkü mümin kulluğun sadece O (cc)’na has kılınması gerektiğine iman eder. Kendi üzerinde Allah (cc)’a ait olan haklara bir başkasının karışmasına, müdahale etmesine müsaade etmez. Bu haklara sahip olduğunu savunanlara karşı çıkar. Onun tağuta karşı çıkışı babayiğitliğinden, erkekliğinden, gururundan dolayı değildir. Veya sadece kuru kuruya bir özgürlük için de değildir. Aksi taktirde zalimlerin, tağutların, diktatörlerin kulluğundan kurtulmuş olsa da nefsinin, gururun, kavramların kulluğundan kurtulamamış olur.

Şurası unutulmamalıdır ki; tağutlaşanlar dünyevi güçleri ellerinde bulunduranlardır. Müminin kıyam ettiği karşı durduğu tağutlar maddi bütün kaynakları ellerinde bulunduran, medyasıyla, silahlarıyla, askerleriyle, kullarıyla bir saltanat sahibi güç odaklarıdır. Müminin ise maddi olarak elinde avucunda hiçbir şey yoktur. İşte işin en kritik noktası da burasıdır. Maddi anlamda onları yıkacak bir gücü yoktur. Ama onları yıkma niyetindedir. Müminin bu tavrı dışarıdan seyredenler için akla ve hesaba aykırıdır. İşte bunun için onları deli zannederler ve akıllarından şüphe ederler. Çünkü görünüşte mesele aynen böyledir. İşte böyle korkunç ve dengesiz bir karşılaşmada mümin Allah (cc) ile irtibatlı olmalıdır. Zira bütün güçleri ve maddi imkanları yaratan ve hükmetmeye malik olan Allah (cc)tır. Mümin Allah (cc)’ dayanarak en mantıklı, en makul, en gerekli işi yapmıştır.

Sadece Allah (cc)’ güvenerek tağuta kıyam edenler bu irtibatlarını hiç koparmadan kesintisiz bir şekilde korumaları gerekir. Bu irtibat süreklilik arz etmelidir. Öyle ki en ufak bir tehlikeyle bile karşılaştığında hemen Allah’a dayanmalı, sığınmalı ve sürekli Allah (cc) ile beraber olmalıdır. Şimdi bu gerekliliğe Kur’an-ı Kerim’den örnekler verelim;

وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِهٖٓ اِلٰهاً لَقَدْ قُلْـنَٓا اِذاً شَطَطاً

“Ve onların kalplerini kuvvetlendirdik, o vakit ki kıyam ettiler de dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir, O’ndan başkasına bir ilâh diye tapamayız. Diyecek olsak elbetteki haktan pek uzak bir söz söylemiş oluruz.” (Kehf/14)

“İşte bu yiğitlerin işlerinin aslı şu idi: Müşriklere karşı ayaklanma ile tevhidi ilân.

Bu ayaklanmanın meydana gelme şekli hakkında değişik rivayetler vardır. Muhammed b. İshak’ın nakline göre şöyle zikredilmiştir: İncil ehlinin işi altüst oldu, içlerinde suçlar büyüdü, krallar azgınlık etti. Bu krallar putlara tapıyor, putlar için kurbanlar kesiyorlardı. Bu konuda pek ileri gidenlerden biri de Rum krallarından Dekyanus idi. Rum ülkesini dolaşıp putperestliği kabul etmeyen Hristiyanları öldürüyordu. Nihayet Ashab-ı Kehf’in şehri olan “Dekinos”a indi. İner inmez iman ehlinin takip edilmesini ve yakalanmasını emretti. İman edenler, şuraya buraya kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kafirlerinden tayin ettiği zabıtaları iman edenleri takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus’a getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbahalara sevk edip putperestlikle öldürülme arasında seçim yapmalarını öneriyordu. Alçak dünya hayatına rağbet edip bu ölümden korkanlar, onun dediğini yapıyorlar. Ebedî hayatı tercih edenleri de öldürüp, parçalayıp şehrin suruna ve kapılarına asıyordu.

Bunu gören o birkaç genç, Rum soylularından ve bir görüşe göre kralın ileri gelenlerinden hür gençlerdi, çok etkilendiler. Bu fitnenin defedilmesi için Allah Teâlâ’ya göz yaşları ile boyun eğerek namaz kılıp dua ediyorlardı.

Zorba kralın yardımcıları bu gençleri ihbar ettiler, bundan dolayı onları, hücrelerinde bastırıp huzuruna getirtti ve bazı şeyleri söyledikten sonra bunları ya putlara ibadet veya ölüm arasında seçim yapmalarını teklif etti. O vakit o yiğitler de dediler ki: “Bizim bir ilâhımız vardır ki ululuk ve yüceliği gökleri ve yeri doldurmuştur. Biz ondan başka birine ilâh demeyiz, asla putlara tapmayız, senin teklifini kabul etme ihtimalimiz sonsuza dek yoktur, hükmün ne ise yap!” Bundan dolayı üzerlerindeki kıymetli elbiselerin soyulmasını emredip onları yanından çıkardı ve kendisi önemli bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri dönünceye kadar onlara düşünme için mühlet verdi. Onlara uyarlarsa uyarlar, yoksa diğer Müslümanlara yaptığını yapacaktı. Bunun üzerine yiğitler dinlerini korumak için karar verip şehrin yakınındaki “Benclüs” dağında sarp bir mağaraya gizlenmeye karar verdiler. Her biri babasının evinden bir şey aldı, bir kısmını sadaka verdiler, kalan kısmını nafaka edindiler ve gidip mağaraya sığındılar; gece gündüz namaz kılıyorlar, Allah Teâlâ’ya inleyiş ve feryat ile yalvarıyorlardı. Nafaka işini Yemlihaya bıraktılar. O sabahleyin bir miskinkıyafetine girerek şehre giriyor, lazım olanı alıyor, biraz da havadis araştırıp arkadaşlarına dönüyordu.Zorba kral, şehre dönünceye kadar bu şekilde durdular. Kral gelir gelmez bu gençleri aradı ve babalarını yanına getirtti. Babaları onların kendilerine isyan ve mallarını yağma etmekle çarşılarda israf edip dağa kaçtıklarını söyleyerek özür dilediler. Yemliha, bu kötülüğü görünce, pek az miktarda azık alıp ağlayarak vardı ve arkadaşlarına dehşeti anlattı. Onlar, ağlaşarak secdelere kapanıp Allah’a yalvardılar, sonra başlarını kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşuyorlardı. Derken Allah Teâlâ, bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş uçlarında uyudular kaldılar. Beride Dekyanus hiddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uyutan Allah Teâlâ bunun gönlüne de mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanus mağaranın kapısının ördürülmesini emretti. “Açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun” dedi, öyle yaptılar. Dekyanus’un evinde imanını gizleyen iki mümin vardı. Birinin adı “Pendros”, diğerinin ki “Runas” idi. Bunlar, Ashab-ı Kehf’in isimlerini ve neseplerini ve kıssalarını iki kurşun levhaya yazıp bir bakır tabuta koyarak yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırdılar ve yaptılar.”

Özetle bu yiğitler Allah’tan başka ilâh tanımaz, gerçekten mümin idiler. İşleri de Allah’ın hidayet ve korumasıyla dinlerini korumak için zorba müşriklerin zor ve baskısına karşı ayaklanma olmuştu. Şirke sapan ve İsa’ya Rab ilâh diyen, dünya süsüne ve hayatına rağbet eden Hristiyanlara benzemiyorlardı.”[27]

Görüldüğü gibi Ashab-ı Kehf o zalim hükümdar karşısındaki enerjilerini Allah (cc) ile irtibatlı olmaktan ve O (cc)’na güvenmekten alıyorlardır. Cesaretlerinin kaynağı bu idi. Ve sadece kıyam ederken değil her anlarında bu irtibatı sürdürdüklerini görmekteyiz. Bir başka örnek ise Musa (as) ve Harun (as)’dır.

اِذْهَبْ اَنْتَ وَاَخُوكَ بِاٰيَاتٖي وَلَا تَنِيَا فٖي ذِكْرٖيۚ

اِذْهَبَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىۚ

فَقُولَا لَهُ قَوْلاً لَيِّناً لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى

قَالَا رَبَّـنَٓا اِنَّـنَا نَخَافُ اَنْ يَفْرُطَ عَلَيْنَٓا اَوْ اَنْ يَطْغٰى

قَالَ لَا تَخَافَٓا اِنَّنٖي مَعَكُمَٓا اَسْمَعُ وَاَرٰى

“Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve beni zikretmede gevşek davranmayın. İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor.Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” Dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten, onun bize karşı ‘taşkın bir tutum takınmasından’ ya da ‘azgın davranmasından’ korkuyoruz.” Dedi ki: “Korkmayın, çünkü ben sizinle birlikteyim; işitiyorum ve görüyorum.” (Taha/42-46)

“Bu, “Gevşemeyin, aksine benim zikrimi, maksadınızı gerçekleştirme vesilesi vasıtası edininiz ve hiçbir işin, benim zikrim (adım) olmadan, kimseye müyesser olmayacağına inanın” demektir. Bunun hikmeti şudur: Allah’ın celâlini hatırlayan (anan), başkasını artık küçük görür ve kimseden korkmaz. Bir de Allah’ın celâlini hatırlayanın ruhu, bu hatırlamadan dolayı güçlenir ve gayesini gerçekleştirmede acziyete düşmez. Diğer bir hususta şudur: Allah’ı zikreden (anan) kimsenin, mutlaka O’nun lütfunu hatırlar. Allah’ın lütfunu hatırlayan ise, O’nun emirlerini ifa hususunda gevşeklik göstermez.”

Cenâb-ı Hak “Korkmayın. Çünkü ben sizinle beraberim. Ben işitirim, görürüm” buyurmuştur. Bu ifade ile, “Aklınıza düşen, bu aşırılık ve azgınlıktan korkmayın” manası kastedilmiştir. Çünkü sözden bu mana anlaşılmaktadır. Bu tabir, Cenâb-ı Hakk’ın, o ikisine Firavun’un reddi ayetleri yalanlaması ve sihirbazlarla karşılık vermesi hususlarında garanti vermediğini göstermektedir. Ama, “Ben sizinle beraberim” ifadesi, onları koruyup, muhafaza edeceğini göstermektedir. İşte bundan dolayı, duâ (ve temenni) olarak, “Allah seninle beraberdir” denilir. Cenâb-ı Hak bunu, “Ben işitirim, görürüm ” diyerek te’kid etmiştir. Çünkü başkasına yardım edip, koruyacak olanın, onun başına gelen her şeyi bilememesi mümkündür. Binâenaleyh onu ancak bildiği şeyler hususunda koruyabilir. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, onların başına gelecek her türlü şeyden, onları koruyup, muhafaza edeceğini ve o şeyleri bildiğini beyân buyurmuştur. Bu korkuyu giderip, teskin etme hususunda, en ileri derecede bir teminatın ifadesidir.[28]

Allah (cc) ayetteki tercih ettiği üsluplar ile iki peygamberin kalbini teskin ediyor ve sürekli Allah ile irtibatlı olmaları gerektiğini vurguluyor. Zira böyle zorlu bir durumun üstesinden ancak bu şekilde gelinebilir. Allah (cc) her şeyi bildiğini haberdar olduğunu ve güç ve kuvvet sahibi olduğunu hatırlatarak bu irtibatı devamlı kılma şuurunu veriyor. Mümin daima Allah ile irtibatlı olmalıdır. Yoksa gözüyle gördükleri gözünde büyür ve onu yanıltabilir. Eğer daima Allah’ı zikreder ve O’nunla irtibatlı olursa ne görürse görsün gözünde küçülecek ve onu yanıltamayacaktır. Bu da ayaklarının yere daha sağlam basmasına ve görevini layıkıyla yerine getirmesine neden olacaktır.

وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُؕ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً

“De ki: Hak geldi batıl yok oldu. Şüphesiz ki batıl yok olmaya mahkumdur.” (İsra/81)

“Bu ilânın yapıldığı sırada müminler çektikleri işkencenin en doruk noktasında idiler. Müminlerin büyük bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişti, geride kalanlar ise Mekke’de ve çevre bölgelerde söylenemeyecek işkence ve zorluklar çekiyorlardı. O denli ki, Hz. Peygamber’in (s.a) hayatı bile her an tehlike içindeydi. Bu nedenle zahirdeki alâmetler bâtılın yayıldığını gösteriyorsa da ve hakkın bâtıla üstün geldiğini gösteren hiçbir delil yoktu. İşte bu yüzden bu ayet nazil olduğunda kafirler bununla alay ettiler. Fakat bu zafer müjdesi, bir dokuz yıl sonra, Hz. Peygamber (s.a) Mekke’ye bir fatih olarak girdiğinde ve Kabe’ye girip üçyüzaltmış putu kırarak aynı ilânı yaptığında gerçekleşti.”[29]

Çünkü onlar sabrettiler, Allah (cc)’a güvendiler dayandılar. Ve dikkat edilirse Allah (cc) bu ilanı batılın hakim olduğu bir dönemde yapıyor. Bu gerçekten dikkate şayandır. Asıl galibiyetin ne olduğunu göstermek ile vaadedilen bir müjdedir. Müminler bu vaade güvendiler, Allah’a sığındılar. Mekke’de bu ilanı yapmak ile alay konusu oluyorlardı. Ama onlar bundan etkilenmediler Allah’ın vaadine güvendiler. Sıkı sıkıya sarıldılar ve o ipi gevşetmediler. Allah (cc)’ta onlara zaferi nasip etti. Evet belki bu vaadi göremeyenler olmuştu. Bu gayet normaldir. Fakat onlar mükafatsız bırakılacak değillerdir. Çünkü müminler neticeden mesul değildirler. Onlar verdikleri mücadeleden sorumludurlar. İşte bu mücadelenin ölene kadar sürebilmesi ancak Allah ile irtibatlı olmak ile mümkündür.

TAĞUTA KIYAMIN EN ÖNEMLİ KISMI

Neredeyse her beldenin üzerinde bir tağutun olduğu günümüzde onlarla mücadele etmek elbette kolay olmayacaktır. Onlara karşı rehbersiz, ilimsiz, düzensiz, parça parça mücadele vermek mümkün değildir. Daha onların karşısına çıkmadan dökülmeler, ayrışmalar ve kargaşalar meydana gelir. Tağuta kıyam etmek meydana çıkıp bağırmak, naralar atmak ya da buna benzer sloganik davranışlarla olmaz. Bunlar sadece birer tepkidir. Duyulmayan, önemsenmeyen, korkutmayan hatta çok büyük bir kısmı tağutların ekmeğine yağ süren girişimlerdir. Şüphesiz ki tağuta kıyam etmek ancak Rasulullah (sav)’ın metodunu takip etmekle mümkündür. Sonuca ulaştıracak olan da budur.

Günümüzde tağuti sistemlerin varlığını fark eden kimselerin aklına takılan en belirgin soru; O halde ne yapacağız? Etrafımızı dört bir yandan sarmışken, ticaretimize, eğitimimize, evimize kısacası her yere nüfus etmişken ne yapacağız? Bu işin içinden nasıl çıkacağız? Mademki yaşadığım bu çağ, coğrafya şirk ile dolu, küfür ile dolu ben burada nasıl yaşayacağım? Gibi birçok soru akla gelir. Cevabı çok basit ve çok nettir. Rasulullah (sav) de tağuti sistemin egemen olduğu bir beldede yaşamıştır. Hatta peygamberliğinin ilk yıllarıydı. O (sav) da küfür ve şirk ile dolu bir belde de yaşamış cahiliye toplumunun fertleri ile diyalog kurmuş ve onlar ile içiçe yaşamıştır. Dolayısıyla sorunun cevabı biraz daha netlik kazanmış oldu. O (sav) ne yaptıysa nasıl hareket ettiyse, tağutlara karşı nasıl mücadele verdiyse biz de o şekilde hareket edeceğiz.

Gelelim tağuta kıyam etmenin en önemli kısmına… Rasulullah (sav) Mekke’de ilk olarak koordineli, düzenli bir topluluk inşa etti. Onların bütün sorunlarıyla ilgilendiği, sorularını cevapladığı, yönlendirdiği, kontrol ettiği bir topluluk oluşturdu. Her sorunları, problemleri, plan ve programları belirleniyor ve ona göre hareket ediyorlardı. Kısacası Mekke Site Şirk Devletinin karşısında düzenli, tek vücut, amacını ve gayesini unutmayan bir topluluk vardı. Bu topluluğu Rasulullah (sav) Daru’l Erkam’da eğitmiş, bilinçlendirmiş, teşkilatlandırmış ve günden güne tağuta darbe vurmuştur. Yani Rasulullah (sav) sadece namazda değil, siyasi ve ictimai işlerinde de önlerine geçiyor ve onları koordine ediyordu. Tağuta karşı teşkilatlandırıyor, ticaretlerini, evlenmelerini, boşanmalarını, makam ve mevkilerini kısacası her şeylerini tağuta kıyama göre koordine ediyordu. Onlar da Rasulullah (sav)’e itaat ediyor, kafalarına göre bir değişiklik yapmıyor, O’nun (sav) talimatına bir şey eklemiyor, bir şey çıkarmıyorlardı.

Tağutun onlar üzerindeki baskısını bu koordineli, düzenli teşkilat ile bertaraf ediyorlardı. Bu bertaraf etme işlemi derken işkenceleri bertaraf etme değil, kalplerine etki etmesine, davlarından vazgeçmesine, şaşkınlığa düşmelerine engel olmayı kastediyoruz. Bu teşkilat onları ayakta tutuyor ve hedeflerine adım adım ilerlemelerine sebep oluyordu. Mekke’de kuş uçsa Rasulullah (sav)’e haber veriyor ve tağuta kıyam eyleminde nasıl bir yere sahip olacağını öğreniyorlardı. Bu da onların daha emin adımlar atmalarına, istikrarlı olmalarına ve bu kıyam eylemine zarar verecek, sekteye uğratacak bir hata yapmamalarına sebep oluyordu. Bunlar ve bunun gibi saymak ile bitiremeyeceğimiz nice incelikler tağuta kıyam etmenin olmazsa olmazlarıdır.

İşte İslam budur. İslam’da mücadele ruhu budur. İctimai yapısı kısaca budur. Yoksa bugünkü bilindiği gibi ve görüldüğü gibi değildir. İslami liderlik, camideki görevlilerin sadece namazı kıldırıp sonra arkasına bakmadan evine ya da bir başka yere gitmesi gibideğildir. İslami liderlik eline sıkıştırılan aldatmacalar ile dolu bir kağıt parçası ile insanlara hutbe vermek değildir. İslami liderlik namazda okuyacağı ayetlerin dahi kısıtlandığı, müdahale edildiği bir görev değildir. İslami liderlik alacağı maaşın elinden gitmesi korkusuyla hakkı anlatmayıp gizlemek değildir. İslami liderlik insanlar Allah (cc)’ı tanımıyorken, şirkin ne demek olduğunu bilmiyorken ve gün içerisinde defalarca şirke ve küfre giriyorken onlara sadece namazı anlatmak değildir. Hutbelere çıkıp orman haftasını, eğitim haftasını vs. kutlamak değildir. İslami liderlik her hutbenin sonunda her fırsatta Allah’ın dinine yardım etmek, mücadele etmek hatırlatılacağına camiye yardımı hatırlatmak değildir. İslam’ın hep bir şeylere ihtiyacı varmış gibi bir izlenim vermek değildir. İslami liderlik sadece Kur’an okumayı öğretmek ile yerine getirilmiş bir vazife değildir.

Müslüman da belli aralıklarla camiye giden kişi değildir. Sadece camide Allah’ı hatırlayan, sokakta, ticarette, sevgide, nefrette, kabul etmede, reddetmede, evlenmede, pratik amellerinde, idarede, siyasette Allah’ı unutan kişi değildir. Müslüman hak ve batıl ile ilgilenmeyen kişi değildir. Din ayrı bu ayrı gibi bir fikre sahip değildir. Kafasına göre bir hayat yaşan, fikirlerini nefsi isteklerine göre belirleyen, amacını doğrultusunu menfaatlerine göre belirleyen birisi değildir. İslam’ın dışında başka hedefleri davası olan birisi değildir.

İslam’da sadece namazı emreden bir din değildir. Tahakküm boyutu olmayan, siyasi ve ictimai direktifleri olmayan, camiye, cenazelere, törenlere hapsedilen bir din değildir. İslam devlete karıştırılmayan bir din değildir. İslam lastik değildir. Esnemez, değiştirilemez, bir kısmı alınıp bir kısmı bırakılamaz. Güncellenmez, parçalanmaz, yönlendirilmez, şekil verilmez. İslam, geri kalan, sorunları çözüme kavuşturamayan, eksik, yetersiz bir din değildir. İslam maşa değildir. İslam hakimdir mahkum değil.

Az önceden beri saydığımız yanlış yaklaşımlar; laikliğin ve demokrasinin insanlar üzerinde bilhassa bu iki beşer mahsulünün hakim olduğu yerde yaşayan sözde Müslümanların zihninde bıraktığı izden dolayıdır. Sözde Müslümanların farkında olmadan laik ve demokrat oldukları bir noktadır burası. Dini istedikleri yere karıştıran, karıştırmak istedikleri yere müsaade edilmeyen bir coğrafya içerisinde yaşayıp Müslümanca hareket etmedikleri için böylesi zelil bir durumun içerisine düşmüşlerdir. Bu zihni kargaşa kanaat önderi olarak gözüken dini liderlerin dahi kanına işlemiştir. İslam’ı bir hobi ya da kazanç kaynağı olarak görüp bir mekana bir zamana hapsetmişlerdir. Bu ve buna benzer birçok yanlış laikliğin ve demokrasinin Türkiye’de yaşayan sözde Müslümanlara içinde ateş olan bir hediyesidir.

Her konuda örneğimiz, önderimiz Rasulullah (sav)’dir ve ashabıdır. Raşid halifeler Rasulullah (sav) yokluğunda ümmeti idare edebilmelerinin en önemli sebebi metoda uygun davranmaları olmuştur. Bugün de içinde bulunmuş olduğumuz bu bunaltıcı, tehlikeli, yorucu ve birçok sorumlulukla dolu olan bu durumdan ancak Rasulullah (sav) takip etmekle kurtulabiliriz.

ALLAH’IN YARDIMINI HAK ETMENİN YOLU

Tağutların yeryüzünden silinip yerine Hak nizamı hakim kılmak için mücadele eden peygamberler Allah (cc)’dan büyük destek ve yardım görmüşlerdir ki kendilerine verilen mucizeler bunun apaçık ispatıdır. Bunun yanında kalplerine sekinetin verilmesi, göremedikleri ordularla desteklenmeleri gibi birçok örnek verebiliriz. Fakat bu uğurda yardım gören sadece peygamberler değil, bütün müminlerdir. Müminlerin de böyle bir destek ve yardım göreceğine dair Allah (cc) şöyle buyurmaktadır;

لَا تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَشٖيرَتَهُمْؕ اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ فٖي قُلُوبِهِمُ الْاٖيمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُؕ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَاؕ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُؕ اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِؕ اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.”  (Mücadele/22)

Peki bu yardıma nasıl ulaşılır. Bu yardıma ulaşmanın yolu da Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmiştir;

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ

“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a (Allah adına İslama ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” (Muhammed/7)

“Peki müminler yüce Allah’a nasıl yardım ederler ki şartı yerine getirmiş olsunlar ve sonuç olarak da kendilerine o şartın bir karşılığı olarak yardımını ve sebatı elde etsinler?

Gönülleri Allah için her şeyden soyutlamakla, Allah’a açık veya gizli hiçbir şeyi ortak koşmamakla, gönüllerinde Allah’ın sevgisi yanında hiç kimseye ve hiçbir şeye yer bırakmamakla, yüce Allah o gönüllere kendisinden ve sevdiği ile ilgi duyduğu her şeyden daha sevgili olmakla, gönüller Allah’ı tüm arzularında, duygularında, duruşlarında ve davranışlarında, tüm faaliyetlerinde ve duygularında hakem kılmakla… Evet gönül aleminde Allah’a yardım böyle olur.

Yüce Allah’ın bir şeriatı ve hayat sistemi vardır. Bu şeriat birtakım temellere, ölçülere, değerlere, bütün varlık alemine ve hayata dair düşünce sistemine dayalıdır. Allah’a yardım, O’nun şeriatine ve sistemine yardım edilerek şeriatının istisnasız tüm hayata hakem kılınma girişimi ile gerçekleşir. Bu da hayat sahnesinde Allah’a yardım demektir.

“Allah kendi yolunda öldürülenler” ifadesi ile, “Allah’a yardım ederseniz” ifadeleri üzerinde bir an duralım.

Her iki durumda da öldürülme ve yardım etme durumlarında bunların sırf Allah için yapılmış olması şarttır. Aslında bu, doğruluğu apaçık olan bir gerçektir. Ancak ne var ki bazı nesiller islamın inanç sisteminden sapınca, bu gerçeğin üstünü karaltılar kaplıyor. Şehadet sözcüklerinde (Allah’ın birliği ve Rasulullah’ın onun peygamberi olduğuna tanıklık ifade eden sözcükler) şehid düşenlere cihad sözcüklerine önem verilmeyince ve bunlar değerlerini yitirince ve bu sözcükler gerçek ve biricik anlamlarından saptırılınca ispata ihtiyacı olmayan bu gerçeğin üzerini karanlıklar kaplıyor.

Halbuki, insanın gerek iç aleminde gerekse dünyadaki yaşama üslubunda, cihad bir olan Allah’ın yolunda yapılmadıkça, ölüm sadece O’nun yolunda gerçekleşmedikçe yardımın gayesi, sadece O’na yardım olmadıkça ne cihaddan söz edilebilir ne şehidlikten ve ne de cennetten…

Allah’ın hükmünün en üstün olması hedef olarak seçilmemişse, Allah’ın şeriati ve hoşnut olduğu hayat sistemi insanların vicdanlarına, ahlaklarına, yaşama üsluplarına, kanunlarına, durumlarına ve düzenlerine aynı derecede egemen olamamışsa ne cihaddan söz edilebilir ne şehidlikten ve ne de cennetten…

Nitekim Ebu Musa’nın naklettiği bir hadiste, Rasulullah’ın bir kişinin kahramanlık, bir kişinin soy taassubu bir kişinin de gösteriş için savaştığı hatırlatılarak bunların hangisinin Allah yolunda olduğu sorulduğunda, Rasulullah: Allah’ın hükmü ve iradesi yücelsin diye çarpışan kimsenin savaşı Allah yolundadır buyurur.

Sapık düşünceli nesillerin değer verdiği tüm sancak, bütün isim ve hedefler arasında yüce Allah’ın bu sancağı ve bu hedefinden başka uğrunda cihad etmeye ve şehid düşmeye değer ve bunun sonucu olarak da cennetin hak edileceği başka hiçbir hedef ve sancak yoktur.

Dava adamlarının bu apaçık gerçeği iyi kavramaları, gönüllerinde besledikleri bugerçeğe bulaşan yaşadıkları çevrenin mantığını, sapık nesillerin düşüncelerini temizlemeli, sancaklarını başka hiçbir sancakla karıştırmamalı ve inanç sisteminin özüne yabancı olan düşünceleri kendi öz düşüncelerine bulaştırmamalıdırlar.

Cihad ancak ve ancak Allah’ın hükmü ve iradesi en üstün olsun diye yapılır. Allah’ın hükmü ruhlarda ve vicdanlarda en üstün olsun diye yapılır. Ahlâk ve davranışlarda tüm durumlarda ve sistemlerde en üstün olsun diye yapılır. Cihad yeryüzünün her köşesinde gerçekleşen ilişkilerde bağlılıklarda Allah’ın hükmü en üstün olsun diye yapılır. Bunun dışında yapılan hiçbir savaş Allah için değildir. Aksine şeytan uğrunadır. Bu seçenek dışında ne şehidlikten ve ne de şehid olma arzusundan söz edilemez. Bunun dışında ortada ne cennet vardır ve ne de yüce Allah’tan yardım ne de ayakların kaymaması için Allah’tan destek… Sadece karanlık vardır ortada, bir de kötü düşünce ve sapıklık…

Allah davasından başka davalar peşinde koşanlara bu gibi karanlıktan, kötü düşünce yapısından ve sapıklıktan kurtulmak zor geldiğine göre, Allah’a çağrıda bulunanların Allah’ın şartı arasında yer alan birinci gerçekle bağdaşmayan içinde yaşadıkları toplumun mantığından kendilerini, duygularını ve düşüncelerini kurtarmalarının zorlukta ondan daha aşağı kalır yanı yoktur.

Allah yolunda öldürülmek ve O’na yardım etmek Allah’ın iman edenlere karşı ileri sürmüş olduğu şarttır. İnananların yararına olarak kendisinin üstlendiği ise, onlara yardım etmek ve kendilerine dayanma gücü vermektir. Yüce Allah vermiş olduğu sözden asla caymaz. Allah’ın bu sözü bir süre gerçekleşmemiş ve geri kalmışsa, bu bir başka nedenden dolayı önceden planlanmış bir gecikmedir.

Allah’ın verdiği sözün gecikmesinin nedeni zaferin ve dayanma gücünün gerçekleşmesi ile meydana gelir. Müminlerin gerekli şartları yerine getirdikleri halde ve Allah’ın yardımının -bir süre için- gelmemesi halinde bu durum söz konusudur.

Sonra ayetin ifadesinde yer alan, özel bir deyimin üzerinde de bir nebze duralım:

“Size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar.”

İnsan ilk bakışta, önce dayanma gücünün verildiğini sonra da yardımın geldiğini dayanma gücünün zaferin nedeni olduğunu zanneder. Bu doğrudur. Ancak ayetin ifadesinde dayanma gücünün yardım sözcüğünden sonra yer alması dayanma gücünün anlamlarından başka bir anlamın kastedildiğini düşündürüyor. Bundan amacın, zafere ve zaferin çilelerine karşı dayanma gücü vermek olduğunu düşündürüyor. Çünkü zafer, küfür ile iman arasında, hak ile sapıklık arasında geçen savaşın sonu değildir. Çünkü zaferin hem ruh ve hem de hayat bazında getireceği yükümlülükler vardır. Çünkü zaferin kibirlenmemek ve şımarıp azmamak gibi yükümlülüğü vardır. Çünkü zaferin gerçekleştirildikten sonra gevşememek, düşmanı hafife almamak gibi yükümlülükleri vardır. Birçokları bela ve çilelere karşı dayanır. Fakat zafer ve nimet karşısında benliğini koruyabilen kişi çok azdır. Kalplerin zaferi elde ettikten sonra bozulmamaları ve bağlılıklarını sürdürmeleri zaferin ötesinde bir mertebedir. Herhalde Kur’an ayetinin işaret etmeye çalıştığı gerçek bu olsa gerektir. Doğrusunu Allah bilir.”[30]

“Allah’a yardım etmenin en açık ifadesi, O’nun dinini yüceltmek için can ve malla cihad etmektir.İslâm’ın ikamesine yardımcı olan kişiler Allah’ın yardımcıları olarak isimlendirilirler. Allah insanlara serbest irade vermiştir. İnsan ister isyan eder ister itaat eder. Ancak ikna yoluyla insana itaat yolu açık bırakılmıştır. Çünkü O, serbestlik bahşettiği alanlarda insanlara isteklerini zorla kabul ettirmez. Bilâkis nasihat ve muhakeme yoluyla kabul ettirmek ister. İnsanları tavsiye ve nasihatle doğru yola ulaştırmak Allah’ın işi olduğundan Allah, İslâm’ı yaymak için güçlerinin son noktasına kadar çabalayanları “yardımcıları ve dostları” olarak adlandırır. Gerçekte bu, bir kulun ulaşabileceği en üst derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bu gibi diğer ibadetleri yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat o, Allah’ın dininin yayılmasına çalıştığında, Allah’ın “dostu ve yardımcısı” olma gibi eşsiz ve yüce bir konuma yükselmektedir. Bu da bir insanın bu dünyada ruhî yücelme ile kazanabileceği en yüksek makamdır.”[31]

“Allah Teâlâ kendisi ihtiyaçtan münezzeh yardımcı olduğu için burada Allah’a yardım ifadesi emrini tutmak dinine ve Resulüne yardım etmek manasından mecazdır. Bunun asıl nüktesi şudur: Dinî fiiller zorla değil, kulların iradeleriyle yapılması matlup olan(istenen) ihtiyarî yani isteğe bağlı fiillerdir. Onun için kulun cüz’i iradesi harekete geçmeden istenen netice ve sevap meydana gelmez. O hususta ilâhî irade kulların niyet ve isteklerine bağlıdır. İşte bu şekilde Allah’ın emirlerini yerine getirmek için kulların cüz’î iradelerini sarfetmekle yapacakları hizmetlerine, Allah’a yardım denilmiştir ki isnattamecaz yahut istiaredir. Yani imandan sonra siz, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, rızasına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve gayretlerinizi sarfetmek suretiyle dinine hizmet edersiniz. Allah size yardım eder, sizi düşmanlarınıza galip ve muzaffer kılar. Ve ayaklarınızı sıkı bastırır. Savaş alanlarında, cihad mevkilerinde ayaklarınızı kaydırmaz ve metanetle sizi üstün kılar.”[32]

“Allah’ı desteklemenin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:

  1. a) Bu, “Eğer, Allah’ın dinini ve yolunu desteklerseniz.”
  2. b) “Eğer Allah’ın hizbine ve cemaatine yardım ederseniz.” demektir.
  3. c) Bununla, hakikî anlamda Allah’a yardım etmek kastedilmiştir. Buna göre biz diyoruz ki, “Yardım, birbirine zıt ve karşıt olan iki taraftan birisinin, dâvasını gerçekleştirmek için çalışmaktır. Şeytan, Allah’ın düşmanıdır; küfrü gerçekleştirmek ve iman ehline gâlib gelmek hususunda çaba sarf eder. Allah Teâlâ da küfrün yok edilmesini, küfre mensup olanların helak edilmesini, cehaleti sebebiyle küfrü tercih edenlerin yok edilmesini ister.”[33]

İşte mümin Allah’ın dininin hakim olması için küfür ile mücadele ederek bu yardımı gerçekleştirmiş olur. Bunun için kişinin kendisini yetiştirmesi şarttır. Allah’ın dinine faydalı bir fert olabilmek için şuurlanması gerekir. Ki bu da ancak ilim öğrenmek ile mümkündür. Bunun için bütün kaynaklarını seferber etmelidir. Vakit, güç, akıl gibi birçok imkanları bu yola kanalize etmelidir. Allah (cc) bu gayret içerisinde olanlara yardım edecek ve kendi yoluna sokacaktır.

وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاؕ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنٖينَ

“Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir.” (Ankebut/69)

Bu cihadı hayatının merkezine oturtan Müslüman Allah’ın dini için çalışmaya başlayacak ve Allah’ın yardımına mazhar olacaktır. Ayaklarının sabit kalması ise ayrı bir müjdedir. Zorlukların üstesinden gelebilmenin yolu ancak Allah’ın yardım etmesi ile mümkündür. Allah’ın yardımı da şartlara bağlıdır. Bu şartları gevşetmeye başladığımızda zorlanmaya başlarız. Yükümlülükler, vazifeler ağır gelir ve bizi kamçılayan iç dürtüleri kaybetmeye başlarız. Gerek dünyanın çekiciliği gerekse batılın hakimiyeti ve maddi ve manevi saldırılarıyla baş başa kalan Müslümanın bu yorucu ve yıpratıcı durum karşısında zayıf düşmemesi için bu şartları gevşetmemesi gerekir.

Küfür karşısında zor günler geçiren ve imtihan dünyasında olan Müslümanın Allah’ın yardımın gelmesi için önce kendisinin harekete geçmesi gerektiğini unutmamalıdır. Nitekim denizi ikiye yarmak için Musa (as)’ın asasına ihtiyacı olmayan Allah (cc) asayı denize vurmasını emretmiştir. Eyyüb (as)’ı iyileştirecek pınarı yerden fışkırtmak için Eyyub (as)’ın ayağını yere vurmasına ihtiyacı olmayan Allah (cc) ayağını yere vurmasını emretmiştir. Hz. Peygamber’i bir emriyle anında Medine’ye gönderecek olan Allah (cc), O (sav)’na tam ters istikametten gidip tedbirler almasını emretmiştir. İslam’ın hakimiyeti için bize ihtiyacı olmayan Allah (cc), bize böyle bir emirde niçin bulunmuştur? Allah (cc)’ın bizim çabalarımızı kendisine bir yardım olarak değerlendirmesi bize verdiği bir şereftir, izzettir. Bunu iyi anlamak ve iyi analiz etmek gerekir. Dünya hayatı çalışma yeridir, mücadele etme yeridir, ahde vefa gösterme yeridir. Yan gelip yatma, rahat etme yeri değildir.

Küfrün en debdebeli olduğu bugünlerde kıyam şuurundan uzak bir hayat yaşamak ağır ve büyük bir zillettir. Nasıl ki bir erkek eşine, annesine dil uzatıldığında rahat edemiyor ve aklından çıkaramıyorsa, bir Müslüman da Rabbine isyan edilen, hükümleri rafa kaldırılan, peygamberi hiçe sayılan, Allah (cc) ile, peygamberi ile dini ile alay edilen, dini yaşama hürriyetinin elinden alındığı bir dönemde rahat edemez, aklından çıkaramaz ve bir gayret içerisine girer. Böyle bir durumda maaşının, işinin, eşinin aşının derdine düşüp bunlardan başka hesabı olmayan bir kimsenin durumu ne kadar da kötü ve içler acısıdır. Bunlara tepki vermeyen hareket etmeyen kimse bu din ile bağı olmayan kimsedir. Az önce verdiğimiz misale tekrar dönecek olursak; eğer ki o kişi ailesine dil uzatıldığı halde tepki vermiyorsa o aile ile ilişkisini koparmış ve insani duygularını kaybetmiş demektir. Bu dil uzatmayı bir saldırı olarak kabul etmiyor demektir. Bunun namusuna, şerefine bir taarruz olduğu halde bu duygularını kaybetmiş demektir. Bundan dolayı, bir kişi hem Müslüman olduğunu söylüyor hem de Allah’a, peygambere, dine dil uzatıldığı halde, Allah’ın hükümlerine taarruz edildiği halde tepki vermiyorsa o din ile ilişkisini koparmış, Müslüman kimliğini kaybetmiş ve zillete boyun eğmiş demektir. Bunun bir saldırı olduğunu hissetmeyecek kadar dünya sarhoşluğuna düştüğüne ve mışıl mışıl uyuduğuna dalalet etmektedir.

Bu gibi durumdan kurtulmanın ve bu duruma düşmemenin yolu da ancak iman ve cihad ile mümkündür. Yüce değerler uğruna çalışma azmi kazanmak ile mümkündür. Fıtrata dönmek, aslına dönmek ile mümkündür. Bunun için ilim öğrenmek, hayatına geçirmek ve bu hali muhafaza etmek gerekir…

Allah ile kulları arasındaki engellerin kaldırılması

Kuran’ı Kerim’in birçok ayetinden temas edilen bir husustur bu. Allahu Teâlâ ile kullar arasındaki engelin bazı zamanlarda istisnasız her şeyden soyutlandığı gerçeği. Peki, bu nasıl oluyor. İnsanı çepeçevre kuşatan şu dünya ne oluyor da bir anda insanın zihninden ve kalbinden bir anda siliniveriyor. Ötekileştirmeyi bir an bile göze alamadığı planları ve hırsları sanki hiç olmamışçasına gözlerden bir çırpıda kayboluveriyor. İşte bu, İnsana verilen manevi kuvvetler devreye girince, gözü, kulağı ve kalbi Allah’ın egemenliğine şahit olduğunda fıtratı perdeleyen tortuları ve baskılayıcı faktörleri hiç umursamayacağının canlı örneğidir.

وَاِذَا غَشِيَهُمْ مَوْجٌ كَالظُّلَلِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِصٖينَ لَهُ الدّٖينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ فَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ ؕوَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا كُلُّ خَتَّارٍ كَفُورٍ

“Onları dağlar gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O’na ‘halis kılan gönülden bağlılar’ olarak Allah’a yalvarıp-yakarırlar.”(Lokman 32)

فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِصٖينَ لَهُ الدّٖينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ

“Onlar gemiye bindikleri zaman sırf Allah’a yönelik bir inançla O’na yalvarırlar. Fakat Allah onları denizin tehlikelerinden kurtararak karaya çıkarınca hemen şirk koşmaya başlarlar.” (Ankebut 65)

Bu gibi tehlikeler karşısında (ki onları gölgeler gibi dalgalar sarmış, korkunç denizde gemi şaşkın bir tüye dönüşmüştür) nefisler, sıkıntıdan uzak anlarda kendilerine fıtratlarının gerçeğini gizleyen ve bu fıtratlarla yaratıcı arasındaki bağı koparan aldatıcı güç yetirebilme kuruntusundan soyutlanırlar. Bu engeller ortadan kalkıp fıtrat tüm örtülerden sıyrıldığında Rabbi’ne yönelir, dini O’na özgü kılar, O’nun yanında her türlü ortağı reddeder ve her türlü yabancıyı dışlar. İşte bu durumda, insanlar dini kendisine özgü kılarak Allah’a yalvarırlar.[34]

İnsan ister cahil ister âlim olsun kültürel etkilerden soyutlanıp, zihnini, yaşadığı mekâna bağlayan şeylerden uzaklaştırdıktan sonra, kâinatı ve nefsini tefekkür ettiğinde, nefsinde fıtrat tabiatından kaynaklanan kendisinden bir türlü kurtulamadığı, bir duygu bulacaktır. Bu duygu yüce Rabbine, Rabbinin katındaymış gibi, huşu için de secde etme duygusudur.

İnsana 1+1=2 olduğunu delilsiz olarak öğreten Allah, elbette ona kendisinden asla ilgisiz olamayacağı bir Rabbinin olduğunu da delile ve mukaddimelere (öncüllere) muhtaç olmadan öğretir.

Bu fıtri şuur; rahatlık ve insanı şımartan zenginlik anında genelde hissedilmez. Çünkü rahatlık kişinin bu hakikati görmesine perde olur. Ancak başına bir bela geldiğinde, asli fıtratı perdeleyen sahte kaymak eriyerek gerçek ortaya çıkar işte o an, dua ve niyaz ile Rabbine yönelir.

Bir adam Caferi Sadığa “Allah” hakkında bir soru sorar. İmam onun bu sorusuna
-Sen hiç denizde yolculuk yaptın mı?” sorusu ile karşılık verir. Adam:
-Evet der. İmam tekrar:
-Bu yolculuk esnasında kasırga ile karşılaştın mı? diye sorar. Adam:
-Evet, der imam:
-Güvendiğin, beklediğin bütün kurtuluş vesilelerinden ümidini kestin mi? diye sormaya devam eder. Adam:
-Evet der. İmam tekrar:
-Hiç aklından “Dilerse seni kurtaracak bir zatın” var olduğu geçti mi? diye sorar. Adam:
-Evet der. İmam:

-İşte o zat Allah’tır, diye cevap verir.

İnsanların ortak vasfı budur. Zorluk anlarında iradesi ile birtakım tercihler yaparak kurtuluşu temin edemeyeceğini fark ediyor ve acizliğini hem eylemsel hem de söylemsel olarak itiraf ediyor hatta Rabbine samimiyetle ve içtenlikle yöneliyor. Bu kanser hastası olup ta kendisine doktorun bütün vesileler tükendi dediği kişi içinde, düşen uçaktaki yolcular içinde, fireni patlayan otobüs yolcuları adına da söylenebilir. Ortak vasıfları fıtratı perdeleyen iradenin yok oluşudur. Çünkü iradesi ile yaptığı tercihlerinde engeller karşısına çıkmadığında insan her şeyi kontrol edebileceğini sanarak azar azgınlaşır.

İnsanlar kısım kısımdır. Allah’ı çok hatırlayanlar, Allah’ı az hatırlayanlar, Allah’ı hiç hatırlamayanlar. Yukarıda açıklandığı veçhiyle kim olursa olsun az ya da çok hatırlayan birisi de olsa bu durumlarda Allah’ı koşulsuz hatırlarlar. İşte bu koşulsuz yöneliş, Allah’ın kudretini idrakin fıtrattaki karşılığıdır. İnsanların fıtratlarında Allah’a iman etme ve bağlanma yeteneği vardır. Çünkü Allah insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Yeri gelmişken fıtratın tanımı; “Mahlukun yaratıcısını tanıyıp ona kulluk edebilecek vasıfta yaratılmış olmasıdır” denmiştir. Bu açıdan canlı cansız bütün varlıkların bu özellikte yaratıldığını anlamış oluyoruz. Zaten Resullerde gönderildikleri topluluğa Allah’ın varlığını ispat etme gayesiyle değil bilakis Ehad olduğunu, eşi ve benzeri bulunmadığını, kayıtsız ve şartsız egemenliğin Allah’a ait olduğunu, kudret ve gücünün aşılamayacağını, kısacası Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir olduğunu tebliğ etmek için görevlendirilmişlerdi.

Bütün peygamberlerin ortak çağrılarının La İlahe İLLALLAH olduğunu açıklamıştık. Bu itibarla İslam âlimlerinin ve Müslümanların hem hayatları hem de çağrıları bu kelime üzerine bina edilmedikçe istenen ve arzulanan İslam’ın egemenliği talepten öteye geçmeyecektir. Evet bütün peygamberlerin daveti kelime-i tevhid idi. Dolayısıyla Allah ile kulları arasındaki engeli kaldırmak davetin başlangıcından kıyamete kadar sürecek davet çalışmalarında ana başlıklardan biri olmuştur. Buna İslam cihad manasını vermiştir. Allah ile kulları arasındaki engeli kaldırmak cihadın özüdür. Bu engellerden bir tanesi de hiç şüphesiz dünyadır. Allah’u Teâlâ Aziz kitabında bu engelin mahiyetini, sakınmanın yolunu veya bu engele takılanların hazin sonunu tafsili olarak beyan etmiştir.

اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَٓاءَهُمْ يَوْماً ثَقٖيلاً

“Gerçektende bunlar, çarçabuk geçmekte olan dünyayı severlerde. Önlerinde bulunan çok ağır bir günü bırakmaktadırlar.” (İnsan 27)

İnsan parazitlere takılmaya başladığında hedefinden uzaklaşır. Neden burada bulunduğunu niçin gönderildiğini ve buna benzer insan hayatını değerli kılan birçok sorunun cevabından mahrum kalır. Bu engeller hakikatte insanı saptırabilecek kadar güçlü değildir. Bu, insanın Rabbi ile arasındaki engelleri kaldırma adına çabaladığı zamanlarda söz konusudur. Kısa huzmeli bir hayatın sınırsız ve sorumsuz beklentileri içerisinde yorulur ve güçsüzleşir. Ruhi donanımların en önemlilerinden olan sevgi gibi bir bağı heba edecek kadar sorumsuzlaşır. Dünyayı sever, Allah’ın sevmediğini sever, layık olmayan, aciz ve varlığı daimi olmayan geçici ve sönük maksatlar uğruna insanı insan yapan kabiliyetlerinden soyutlamaya başlar kendisini. Sonuç olarak Allah’ı unutmaya başlar.

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْؕ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Allah’ı unutan Allah’ında kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerdir. (Haşr 19)

İşte kaçınılmaz son. Rabbinin marifetinden ve muhabbetinden uzaklaşan her akıl, fiziksel anlamda bedenini kuşatan dünyayı her şeyin üstünde tutmaya başlar. Gördüklerini hayatının merkezi haline getirir. Toplumsal ve kültürel olarak kendisine sunulan hayatın bir parçası olur. Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkı olan itaati dünyevi ve beşeri maksatlara tahsis eder. Bil ittifak farz telakki ederek aşamayacağını düşündüğü amaçları vardır artık onun. Süslü ve çekici dünyaya adamıştır kendisini.

يَعْلَمُونَ ظَاهِراً مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ

“Onlar dünyanın görünen yüzünü bilirler. Fakat ahiretten tamamen gafildirler.” (Rum 7)

Dünyanın üç türlü yüzü vardır;
1) Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıtan yönü
2) Ahirete tarla olan azık toplanan yönü
3) Nefse, şehvete, hayvani arzulara bakan yönü

İşte bu kimseler öyle bir hale gelir ki dünyanın ihtiras ve tutkulara bakan kısmından kendilerini alıkoymazlar koymaya da çalışmazlar. Allah’ın nazil ettiği ayet ve delillerden veya yarattığı delil ve işaretlerden istifade etmezler. Varı yoğu maddi tatminliği elde etmektir artık onun. İmtihan sahasından başarı ile ayrılanlar dünyanın görünen kısmı ile yetinmeyenlerdir.

İmtihan sürecinde kişiyi istikametten alıkoyabilecek sebepleri iki madde halinde özetleyebiliriz. Dâhili ve harici sebepler. Genellikle Kuran ve Sünnete baktığımızda diğer kavimlerle alakalı ayetlerde bu sebeplerin mahiyeti açıklanmıştır. Dahili sebeplere özet olarak havailik denilebilir. Yani, şımarık nefsin arzularına tabi olmak ve peşinden gitmek. Mesela; Kolay yaşama arzusu, yorulmak istememek, meşakkatleri göğüslemekten kaçmak, tembellik, ihtiraslarından vazgeçmemek, alışkanlık, taklitçilik vb. sebepler dahili sebeplere örnek verilebilir. Harici sebepler denildiğinde genellikle yaşanılan toplumun içinde halk kitleleri üzerinde vahiy kaynaklı olmayan bir takım düşünce ve ideolojileri zorla veya zorlamayla baskıyla icra eden rejim anlaşılmalıdır.

Allah(cc) kullarından kendisine kulluk etmelerini, kendisine ortak koşmamalarını, kendisinden başka ilah kabul etmemelerini istemiştir. Bu nedenle tevhid akidesini bozacak her türlü engelin kaldırılması imanın gereğidir. İman ehli bunun için yaşar ve bunun için ölür. Mümin için engel yoktur. İman varsa imkân vardır diyerek yoluna devam eder ve dininden taviz vermez.

VAAD OLUNDUĞUMUZ AKIBET

İslam’ın ferdi ve içtimai planda uygulanmasının zaruretini hisseden ve gereğince amel eden müminlerin varlıklarının arttığı bir dönemde yaşıyoruz. Hiç şüphesiz İnanç, hedef ve İslam’ı pratik hayat ortamında yaşayan müminlerdir bunlar. Her zamanda ve ortamda bu birlikteliği sağlayabilmiş müminler Allah’ın dininin egemenliği için gayret etmişlerdir. Davet ve tebliğ, gücü yettiğince bütün müminlerin görevidir.

İslam’ın egemenliği ile yeryüzünü ifsad eden bütün beşeri sistemlerin yıkılacağı şüphesiz Allah’ın bir vaadidir. Allah nurunu tamamlayacaktır. Bununla beraber ne zaman gerçekleşeceği hususunda malumat sahibi değiliz. Herhangi bir sebepten dolayı Allah (cc) çok yakın zamanlarda nasip etmeyebilir. Bu itibarla mümine dünyada verilen en büyük nimetlerden en önemlisi Allah’ın rızası ve bununla beraber iç huzuru ve ancak iman sahibinin tadabileceği tatminliktir. Bunun dışında yaşanan olaylar ve hadiseler mutlak sonuç manasına gelmez. O an için akide sahibine düşen görev, vazifelerini en güzel şekilde yapması ve enerjisini en doğru vesilelere sarılarak kullanmasıdır.

Allah (cc) Resulü vasıtasıyla müminlere birçok vaatlerde bulunmuştur.

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْࣕ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دٖينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًؕ يَعْبُدُونَنٖي لَا يُشْرِكُونَ بٖي شَيْـٔاًؕ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir…” (Nur 55)

Allah Resulü(Sas)’de birtakım vaadleri haber vermiştir. Hendek savaşında hendek kazılırken; Allahu Ekber Bizans’ın saraylarını görüyorum, Allahu Ekber Şam’ın saraylarını görüyorum, Allahu Ekber Kisra’nın saraylarını görüyorum buyurmuştur. Bu Allah’ın resulü vasıtasıyla verdiği bir haberdir. Hadisi şeriflerde fetihlere dair birçok müjde mevcuttur. O dönem için bakıldığında bu Allah Azze ve Celle’nin ezeli ilmiyle bildiği bir husustur ve Biiznillah gerçekleşmiştir. Bu, dünyadayken Allah’ın müminlere ikramıdır, yoksa iman etmelerinin karşılığı değildir.

İslam hiç şüphesiz, yaşandığında huzur ve kurtuluş vesilesidir. İslam teslim alan, Müslüman teslim olandır. İman etmiş bir fert için artık egemenlik Allah’a aittir. Dolayısıyla dünyevi olarak Allah’ın takdiri ne zaman gerçekleşir bilemeyiz bu gayba ait bir husustur. Ancak ne var ki Allah’ın ahirette müminlere yönelik vaadi haktır. Mümine güven veren Allah’a olan güvenidir. Boşa çıkmaz, yanılmaz, sapmaz, unutulmaz. Her şart ve ortamda mümini ayakta tutan imanıdır. Allah’ın vaadlerine olan güvenidir.

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ

“Müminler kurtuluşa ermiştir.” (Muminun 1)

Küfür ehli açısından da asıl karşılık ahirettedir.

لَا يَغُرَّنَّكَ تَقَلُّبُ الَّذٖينَ كَفَرُوا فِي الْبِلَادِؕ

مَتَاعٌ قَلٖيلٌ ثُمَّ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُؕ وَبِئْسَ الْمِهَادُ

لٰكِنِ الَّذٖينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَا نُزُلاً مِنْ عِنْدِ اللّٰهِؕ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ لِلْاَبْرَارِ

“Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerin, yeryüzünde refah içinde dilediklerini yapabilir görünmeleri seni aldatmasın. O gelip geçici bir tatminden ibarettir, ama sonunda varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir yataktır. Ama yollarını Rableri ve kitabıyla bulmaya çalışanlar, Allah tarafından bir ikram olarak içinden ırmaklar akan cennetlere kavuşacaklardır, Allah tarafından bir ikram olarak. Allah katında olan, gerçek erdem sahipleri için en hayırlı olandır.” (Ali İmran 196 198)

Allah emrinde ve hükmünde galip olandır. El-Mümin’dir yani güven verendir.Vaadini doğrulayandır. İslam davetçileri şu gerçeği çok iyi bilmelidir ki insanı harekete geçiren en önemli esaslardan birisi ahirete olan imandır. Bu hakikat anlaşılmadan ne bir toplumun İslam’ın esaslarını yaşaması mümkündür ne de beraberinde getirdiği ferdi ve içtimai plandaki saadetinden bahsedilebilir. Şüphesiz hesaba çekileceğini bilmesi, sonsuz bir hayatın kendisini beklediğinin şuurunda yaşaması ve ölüm gerçeğinin her şeyin sonu olmaması gibi hakikatler fert ve toplumların kalplerini sönüklükten, cahili ve İslam dışı ahlaklardan en önemlisi İslam inancına ters düşen batıl, beşeri algı ve unsurlardan uzaklaştıracaktır. Kalpte gerçeği bulma ve hakikati yaşamaya elverişli bir zemin hazırlayacaktır. İfsada bürünmüş ve kokuşmuş yeryüzü düzenlerinde sapmaların ölçüsü yoktur. Ancak ne var ki ahiret hakikatinden uzaklığı ölçüsünce sapmanın boyutu değişebilmektedir. Küresel olarak yeryüzü İslam’ın iman esaslarından olan ahiret odaklı ve amaçlı bir inançsızlığın pençesinde, sömürü düzenlerinin kölesi olmaktan kendisini kurtaramamıştır. Enerji ve yeteneklerini, güç ve kabiliyetlerini değişken ve geçici girişimlerle yok etmektedir. Bunu da en doğru ve iyi sonuçlar elde edeceğini zannederek yapmaktadır. Kesinlikle ahiret inancı doğru anlaşılmalıdır. Ahiret’in ismine iman etmeyi kastetmiyoruz. Bilakis bununla ahirete inanan müminlerin, bu inancın eserlerinin kendi üzerlerinde görülmesini kastediyoruz. Demek ki Kuran ve Sünnetin daveti üzere inanılacak ve bu inanca davet yapılacak. Davetteki başarı ve etki vahyin çağrısına ve metoduna bağlı kalmakla sağlanabilir. Metot kelimesi; kişiyi hedefine ulaştıran en kısa yol manasına gelir. Bu itibarla Allah’ın kitabında iman edip Salih amel işleyenlere bitmeyen ve sonsuz bir hayat vaat edilmiştir. Dolayısıyla asıl ve kalıcı kurtuluş yine asıl ve kalıcı hüsran ahirettedir.

Allah Rasulü(Sas) Medine’den kendisiyle görüşmeye gelen Müslümanlarla yaptığı konuşma bu konuyu yeterince açıklar mahiyettedir. İkinci akabede Rasulullah(Sas) Medine’den gelen Müslümanlarla geceleyin toplanmışlardı. Farklı açıklamalarda 70’in üstünde olduğu rivayet edilen bu topluluğun Rasulullah(Sas) ile aralarında şöyle bir konuşma geçer; Rasulullah(Sas)’e kendin ve Rabbin için dilediğini şart koş dediklerinde Rasulullah(Sas); Rabbim için O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı ve ancak O’na kulluk etmenizi kendim için ise ailenizi ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız beni de öylece korumanızı şart koşuyorum buyurdu. Sahabenin biz bunu yaparsak bize ne var sualine Rasulullah(Sas) sadece “Cennet” diyerek karşılık vermiştir.

Dikkat edilirse Cennet’te Cehennem’de Allah’ındır. Dolayısıyla asıl vaad eden Allahu Teala’dır. Bu ahiretteki karşılığıdır. Dünyada güle oynaya her şey gerçekleşmiyor, bedel ödemek gerekiyor. Cennet’in gerçek bedelini ödeyenler Cennet’e girebilir. Bu açıdan bakıldığında zamanın ve şartların değişmesiyle Allah’ın vaadleri değişmez yeter ki Allah’a verilen söze bağlı kalınsın. Bugün Müslümanlar Kur’an ile yeteri kadar bağ kurmuyor. Halbuki Sahabenin Rasulullah (Sas)’e gelip Ahiret, Cennet ve Cehennem hakkında birçok soru sorduğu rivayet ediliyor. Bu onların Kur’an ve sünnet ile sıkı bir bağ kurduğunun göstergesidir. Müslümanların Kur’an ile aralarındaki bağın kuvvetli oluşu ahiret ile de kuvvetli olmasını sağlar. Çünkü bir nebze dahi vahiy hakkında malumat sahibi olan herkes Kur’an’da tergip ve terhip metodunu yani sakındırma ve müjdeleme usulünü görecektir. Peki ne ile müjdelendiler, elbette ki cennetle. İşte bu gerçeği görmeden İslam’ı kendi akıllarınca birtakım ibadetlerle sınırlandıranlar ne vaadlere ulaşabilir ne de cahilliği sebebiyle gerçek vaadleri başkalarına ulaştırabilir.

Kur’an ile Kur’an’ın istediği bağı kurabilenler ahiret gerçeğini idrak edebilirler. Bunun için Kur’an’ın Müslümanların gündemine alınması kaçınılmazdır. Genellikle haber sitelerinde veya gazetelerde manşet veya gündem kelimeleri görülür. Bu aslında bir anlamda kitlelere ulaştırılan bu bilgilerin o zihinleri meşgul etmesi istenilen gündem konuları olduğunu akıl sahipleri bilir. Dolayısıyla akıllarımızın gündemini kim belirliyor vahiy mi? yoksa mahluklar mı? Garanti olan ahirettir. O vaade güvenelim ve ona çağıralım.

HİCRET NEDİR? MUHACİR KİMDİR?

İlk inen surelerden bir tanesi olan Müzzemmil suresinin onuncu ayetinde güzel bir hicretten bahsedilir. O dönem Medine’ye hicretten önce gerçekleşen Habeşistan’a hicret bile daha vukuu bulmamıştır. Peki, buradaki hicretten kasıt nedir. Allah cc hicret et derken nasıl bir hicret çeşidinden bahsetmiştir. Bu hicret önce itikat konusunda ve bununla beraber amel konusunda müşriklerden ve İslam akidesi ile uyuşmayan her türlü görüş, fikir ve uygulamalardan soyutlanmaktır.

HECR-İ CEMİL, kalben ve fikren onlardan uzak durup yaptıkları işlerde onlara uymamakla beraber kötülüklerine karşılık vermeye kalkışmayıp,güzel ahlâk ile güzel bir muhalefet yapmaktır.[35]

Bu ayrılış öyle gerçekleşti ki bunu anlamak herkes açısından çok kolay olmuştur. Dikkatleri üzerlerine çekerek yapılan bir ayrılış. İslam’ın öğretileri ile kendisini değiştiren bir toplumun diğer fertlerden uzaklaşması kaçınılmazdır. Tabiki bu uzaklaşma bedenen gerçekleşmemişti. Dikkat edilirse iman eden yada etmeyenler aile bireylerinin fertleridir. Dolayısıyla bedenleri ile aynı mahallede, aynı evde, hatta aynı sokakta dolaşıyorlar ama ayrılar. Bu ayrılış yeni bir kimliğin ortaya koyuluşudur. Onların sevdiklerini sevmiyorlar, korktuklarından korkmuyorlar, değer verdiklerine değer vermiyorlar, üstün gördüklerini üstün görmüyorlardı. Onların itaat ettiklerine etmiyor, bağlandıkları değerleri reddediyorlardı. Çünkü Kelime-i Tevhidi kabullenmenin bir gereği, insan ile diğer bütün mevcudat arasındaki ilişkiyi Allah’ın belirleyeceğine iman etmektir.

Birçok müşrikle aynı çatı altında yaşıyorlar fakat onlardan apayrı bir anlayışa ve hayata sahipler. Sosyal münasebetler kuruyorlar, alışveriş yapıyorlar ama tamamen zıtlar. Birçok hususta hükümler daha nazil olmamasına rağmen Allah(cc) müşriklerin şirk ve pislik dolu davranışlarından Müslümanları uzaklaştırıyordu. İşte bu kriter ve prensipler Müslümanların diğer anlayışlarla bağlarını koparması hicretin en önemlisidir. Bunun aslı inanç esaslarının vahiyle belirlenmiş olmasıdır. Müşriklere en ağır gelenide buydu kendi içlerinde beraber yaşıyorlar ama kendilerinden değiller hem kendi içlerinde hem kendilerini reddediyorlar. Fiziksel anlamda Müslümanlar müşriklerden tamamen uzaklaşmıyorlardı. Fakat müşrikler İslami esasların fıtratları etkilediğini fark ediyorlardı. Ancak arzu ve isteklerinden bozuk anlayışlardan, beşeri lezzetlerden de vazgeçemiyorlar dolayısıyla Müslümanlara işkence baskı ve boykot ile cevap vererek hem daveti engellemeye hem de kendilerinden uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Tam üç yıl tecrid edilmiş ve bir mahallede sıkıştırılmaya çalışılmıştı Müslümanlar.

Çünkü Müslümanlar o günün müşrikleri için tehlike arz ediyordu. Azim, sebat, kararlılık ve tavizsizlik en büyük silahları idi. Bu azim ve kararlılık hicret ettikleri hakikatlere bağlılıkta kendisini gösteriyordu. Kendileri için sağlam bir çizgi ve hat belirlemiş gereken tavrı sergilemekte bir an geri kalmazlardı. Bu inanç onları bulundukları toplumu hakka davet etmede de enerjik kılıyordu. Dolayısıyla karşı çıkış bireysel emirlerde (namaz, oruç hac) değil, İslam’ın evrensel mesajı, egemenliğin Allah’a ait olduğu gibi esasların haykırışı ile gündeme geliyordu.

Bu günümüze baktığımızda Müslümanlar kendisini toplumdan soyutlamaya çalışıyor. Peki bu daveti kim gerçekleştirecek. Misyonerler mi İslama davet edecek. Haçlılar mı Kur’an’ın yaşanması gerektiğini vurgulayacak, hele ki kalplere en çok etki eden İslam’ın fiili uygulamalarını evdeki halıya, masaya, koltuğa mı yaşayarak tebliğ edeceksin. En önemli sebebi Müslümanların etkilenmeden korkmalarıdır. Bu sebeple kendini toplumdan izole etmeye çalışır. Hâlbuki bu korku müşriklere aitti onlar korkardı İslam’ın etkisi altına girmekten, Müslümanlardan etkilenmekten. Müslümanlar hicreti doğru anlamalı bu onların müşriklerin her hareketinde yanlarında bulunacak Allah’ın razı olmadığı söylemlerinde ses çıkarmayacak manasında değildir. Kesinlikle böyle anlaşılmamalı. Bilakis inanç ve gereği olan bağlar korunduğu müddetçe doğru ilişkiler kurmak, onların bizi sevmesi gayet mümkün ama Müslümanlar onları sevemez. Bu Allah’ı her şeyden çok sevmenin gereği olarak Allah’ın sevmediğini sevmemek ilkesidir. Hicretin Asıl karşılığı İslam’ı yaşayamadığın bir yerden yaşayabileceğin bir yere göç etmek bu bazen bir odadan bir odaya bazen bir ülkeden bir ülkeye bazen bir düşünceden bir düşünceye geçmek şeklinde olabilir. Rasulullah (Sas)’in; “Gerçek muhacir, Allah’ın nehiy ettiğini terk eden kişidir”[36] hadisi de buna işaret eder.

Cahiliye toplumu içindeki en önemli tavır İman’ın gerektirdiği tavırdır. İlahlık ve Rablikte Allah’ın eşsiz, benzersiz ve ortaksız olduğunu yaşantıyla ispat ederek yaşamalıyız. Buda farzlara itaat ve haramları terk olarak kendini gösterir. Bunu yapamayanların veya bu hicreti gerçekleştirmeyenlerin fiziksel hicreti gerçekleştirmeleri imkânsızdır.

İSLAMİ HAREKET’İN ZULME UĞRAMA MERHALESİ

“İslami hareket” tabiri açık bir tariftir. Duran, bekleyen veya mana olarak İslami oturuş değildir. Bu din hareket dinidir. Faaliyet ve çalışmalarına Allah’ın ve Resulünün yön verdiği bir topluluktur. Din nasıl ki İlahi ise onun yöntem ve metotları da ilahi’dir. Kuran ve Sünnete baktığımızda hem önceki Resullerin tebliğlerinde hem de Hz. Muhammed (Sas)’in döneminde bu merhalenin ya da her merhalenin bazı gereklilikleri ve zaruretleri olduğu gözden kaçmaz. O halde Mekki toplumlarda yaşayan Müslümanlar bu merhalenin gerekliliklerini kavramalı, dezavantajlarını ekarte edip avantajlarından da faydalanmayı ihmal etmemelidir.

Şunu da unutmamalıyız ki buradaki mesele; zulmü kabullenme, ona rıza gösterme, boyun eğme veya zulme karşı kıpırdamayı aklına bile getirmeme değildir elbette. Fakat bu merhalede zulme uğrama ortamının oluşturacağı dinamiklerden hat safhada istifade edebilmeyi kastediyoruz.

İstifadenin mahiyetine geçmeden önce şu gerçek iyi anlaşılmalıdır. Müslüman bir ferdin veya topluluğun zulme maruz kalabilmesi için zulmeden toplumla zıtlaşması veya çatışma sebebiyle birbirlerine karşı tavır almış olmaları gerekir. Bunu başlatan elbette ki İslama teslimiyet gösteren Müslümanlardır. Başlatma şekli ise yaşadıkları coğrafyanın benimsedikleri inanç şeklini benimsememe, ibadet ettikleri sahte ilahlarına boyun eğmeme, sistem olarak benimsedikleri hiyerarşik düzenin bir kölesi olmayı kabullenmeme gibi birçok sebeple kendisini göstermektedir. Bu kaçınılmaz olarak mutlaka belirecektir, belirmelidir. Beşeri herhangi bir düzenin otoritesini benimsememek o sisteme ibadet eden fertler ve cemiyet tarafından kabullenilmeyecektir elbette. Bu hakka karşı duruşun ve İlahi sistemi şu veya bu şekilde benimsememenin neticesidir.

Bu merhaleyi ilk Müslümanlar yaşadığı gibi cahiliyenin egemen olduğu toplumlarda bugünkü Müslümanlarda yaşayacaktır. Hareket halindeki ilk İslam toplumunu nazil ettiği ayetlerle eğiten Allah(cc) bugünkü Müslümanları da eğitecektir. Bu ve benzeri hususlardan bahseden ayetler, Kur’an’a ilk kez muhatap olan insanların gönlündeki etkisini bugünün Müslümanlarında da bırakacaktır elbette.

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فٖٓي اِبْرٰهٖيمَ وَالَّذٖينَ مَعَهُۚ اِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ اِنَّا بُرَءٰٓؤُ۬ا مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِؗ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَٓاءُ اَبَداً حَتّٰى تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَحْدَهُٓ اِلَّا قَوْلَ اِبْرٰهٖيمَ لِاَبٖيهِ لَاَسْتَغْفِرَنَّ لَكَ وَمَٓا اَمْلِكُ لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍؕ رَبَّـنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَاِلَيْكَ اَنَبْنَا وَاِلَيْكَ الْمَصٖيرُ

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, “Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda ebedi bir düşmanlık ve öfke belirmiştir…” (Mümtehine 4)

Cahiliye toplumunu reddedin diyende, benden başkasına kulluk etmeyin diyende, inanç, ibadet ve ahlak olarak vahyin şahidi olun diyende Allahu Teâlâ’dır. Dolayısıyla mümin kimliğiyle sivrilen fertlere ve topluma cahiliye gel istediğini yap demeyecektir. İşte bu merhalede müminler imkân ve güç bakımından fiziksel anlamda zayıftır. Batıl ideolojilerin ve askerlerinin her türlü zulmüne ve işkencesine açıktır. Alet ve edevat, maddi güç ve hazırlığı gerektiren çatışmalarda elbette müminlerin yenilme ihtimali yüksektir. Onun için bu aşamada müminler cihad ve kıtalle hatta onların zulmüne misilleme yapmakla emir olunmuş değillerdir. Bu merhalede iman eden ve İslam’la şereflenen müminler tarih boyunca Peygamberlerin havarileri, yardımcıları ve sahabeleri olmuşlardır. Peygamberin bedenen bulunmadığı toplumlarda ise bu şeref hiç şüphesiz çok yücedir.

İslam’ın ilk yıllarında bu konuya açıklık getiren birçok olay vukuu bulmuştur. Her ne kadar içinde bulunulan kitle müminlere inançlarından dolayı yakınlık gösterecek değildir. Ancak vicdanından, sağduyu veya duygusallık gibi benzeri birtakım sebeplerle iman ehline yakınlık kurabilir bu aşamada bu detaylardan gereğince istifade etmek gerekir. Mesela şu olaya dikkatle bakalım:

Leyla Hatun der ki:”Habeş ülkesine doğru gitmeye hazırlandığımız sırada, (kocam) Âmir, bazı ihtiyaçlarımızı sağlamak üzere yanımdan ayrılıp (çarşıya) gitmişti.Ömer b. Hattab, beni görünce, gelip başucuma dikildi.Kendisi o zaman müşrikti, daha Müslüman olmamıştı.Bize karşı çok sert ve katı davranırdı. Kendisinden hep eza ve cefa çeker dururduk. Bana:’Ey Ümmü Abdullah [Ey Abdullah’ın annesi]! Demek, buradan gidiş var ha?’ dedi. Ben de:Evet! Vallahi, artık Allah’ın yerlerinden bir yere çıkıp gideceğiz.Siz bizi işkencelere uğrattınız ve ezdiniz!Allah bize bir kurtuluş ve çıkış yolu açıncaya kadar, oralarda kalacağız dedim.Bana:’Allah size yoldaş olsun!’ dedi.Kendisinden o güne kadar hiç görmediğim bir yumuşaklık ve yufka yüreklilik gördüm.Sonra dönüp gitti. Sanırım ki, bizim gidişimiz ona üzüntü vermişti.O sırada, Âmir işini bitirip yanıma gelince, kendisine:’Ey Abdullah’ın babası! Biraz önce Ömer’in bize karşı gösterdiği yumuşaklığı ve yufka yürekliliği, gideceğimize duyduğu üzüntüyü bir görmeliydin! dedim. Amir’Sen onun Müslüman olacağını mı umuyorsun?!’ dedi. Ben:’Evet! Umuyorum’ deyince, Âmir:’Şunu iyi bil ki; sen Hattab’ın eşeğinin Müslüman olduğunu görünceye kadar, o kişi Müslüman olmaz!’ dedi.Ömer’den o zamana kadar görülegelen sertlik ve Müslümanlığa karşı kaskatı yüreklilik, kendisinden böylece ümit kestirmişti.”[37]

Yine bilindiği üzere Hz. Ebu Bekir(r.a)’ın yaşadığı şu olay: Hz. Ebu Bekir; Müslümanların müşrik kavim ve kabileleri arasında türlü işkencelere uğratıldıklarını ve Mekke’de işkenceler altında yaşamanın günden güne güçleştiğini, ağırlaştığını gördüğü zaman, hicret etmek üzere Peygamberimiz (A.s.)dan izin istemiş ve kendisine izin verilince de, Habeş ülkesine yapılan ikinci hicrete dahil olmak üzere dayısının oğlu Haris b. Halid ile birlikte Mekke’den ayrılıp Habeş ülkesine doğru gitmişti. Bir iki gün gittikten sonra, Birku’l-Gımad mevkiine erişince, Kare kabilesinin önderi İbnu’d-Dagınne ile karşılaştı.
İbn Dagınne:”Ey Ebu Bekir! Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir:”Beni (Mekke’den) kavmim çıkardı, bana eza ve cefa yaptılar. Beni sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Ben de yeryüzünde biraz gezip dolaşmak ve Rabbime serbestçe ibadet etmek istiyorum!” dedi.İbn Dagınne:”Ey Ebu Bekir! Senin gibi bir zât ne yurdundan çıkar ne de çıkarılır.  Bu nasıl olur?Vallahi, sen kavmini, kabileni zinetlendirirsin! İyilik işlersin, sen kimsenin kazandırmayacağını kazandırırsın! Akrabayı, görür gözetirsin!İşini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın! Konuğu ağırlarsın. Hak yolunda zuhur eden hadiselerde halka yardım edersin! Geri dön! Sen benim himayemdesin! Ben senin koruyucunum! Haydi, dön de kendi yurdunda Rabbine ibadet et!” dedi.[38]

Bu merhalede İslam’a teslim olmamış kişilere müdafaa hakkı verilmemelidir. Bu cümle ile şunu kastediyoruz: Allah’ın Resulü için belirlediği metoda baktığımızda işkence ve sindirme propagandasını bertaraf etmek amacıyla savaşmak emredilmemiş. Dolayısıyla Müslüman sağından tokat yediğinde al sol tarafa da vur demeyecek elbette. Ancak zalim ve tağuti rejime veya tabilerine kendilerini müdafaa ettirecek fırsatlar verilmemelidir. Bu açıdan baktığımızda Tevhid inancının gereği bir tavır sergilediğimizde bize yönelik şiddet içerikli veya zulüm odaklı girişimler kaçınılmaz olmaktadır. Suni olarak fevri adımlar atmak suretiyle aşamayı hızlıca farklı metotlara başvurarak geçmeye çalışmak başarısızlığa doğru adım atmaktır. Rasulullah (Sas)’in Habbab bin eret(Rah) dediği gibi acele etmemeliyiz. Karşılaşılan zorluk metottan uzaklaştırmamalıdır.

NERDEN GELDİK, NE YAPMALIYIZ VE NEREYE GİDECEĞİZ

VERİLEN SÖZ

Bu üç sorunun cevabı kişi adına netleşmediğinde hayat istikamet bulmadığı gibi düşünceler de istikrara kavuşmaz. Kuran’ı Kerim bütün beşer toplumlarını hidayete erdirecek olma özelliğinin yanında onlar adına ihtiyaç duyulan her hususta kati surette cevap vererek problemleri çözüme ulaştırmada da tek ölçüdür. Varlığın amacı, gayesi ve son noktası nedir? Bu gibi sorular beşer aklının vahiy olmadığında tespit etmesi imkansız sorulardır. Akıl sahibi insan ve cinler dışında evrene baktığımızda canlı yada cansız varlıklar için koyulan bir kanun olduğunu görürüz. Var oluş, yaşayış ve yok oluş kanunu. Yaratılan her cisim için bundan bahsetmek mümkün. Çoğu zamanda buna şahit olmuşuzdur ve olmaktayız. Bir bitkiye baktığımızda önce tohumdu sonra filizlendi sonra olgunlaştı ve yaşlandı artık yok olmaya mahkûmdur. Oluşum, gelişim ve son. Eşyaya koyulan kanun budur. Peki, İnsan nedir. Bu kanun, bu varlığın hayatının ne kadarını kapsıyor. Bu soruların cevaplarını bulmanın hayattaki etkisi nedir.

İnsan henüz dünyaya gelmeden evvel Âlemlerin Rabbi ile bir sözleşmede bulundu. Âlimler bu olayın yaşandığı âleme “ruhlar alemi, misak alemi ve elest bezmi demişlerdir. Âdemoğullarına yöneltilen bir soruya verilen cevap ile başlayan bir süreç ve geri dönüşü olmayan bir yola çıkış gerçekleşti. Nerden geldik sorusunun cevabı mahiyetinde olan bu açıklama hayattaki birçok karanlık noktayı da aydınlatacaktır. Allahu Teâlâ akıl sahibi varlıklara (Araf 172)’de beyan edilen bir soru yöneltmiştir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” “Onlarda tersi bile düşünülemez tabi ki sensin bizim Rabbimizsin” diyerek karşılık verdiler. Allahu Teâlâ ile insanlar arasında cereyan eden bu olay oldukça önemlidir. Zira Allah Azze ve Celle farklı şekillerde sorularda sorabilirdi. Mesela: Ben sizin Allah’ınız değil miyim?Yaratıcınız değil miyim? Benim varlığıma inanıyor musunuz? Gibi. Ancak soru Rabbiniz değil miyim olarak geliyor. Bu Rububiyetin yani Rab sıfatının manasını ve gayesini anlamayı gerekli kılıyor. Sözleşmeye riayet etmenin, söze sadakat gösterebilmenin gereği budur. Zaten soru irdelendiğinde Rab kelimesinin ehemmiyeti biraz daha ortaya çıkmaktadır.

DÜNYADA SÖZE SADAKAT

Allahu Teala ile yapılan yukarıdaki sözleşmeden sonra sanki şöyle demiş oluyor; “Siz bana bir söz verdiniz. Şimdi ben sizi dilediğim zamanda dilediğim peygambere tabi olmak ve ona nazil ettiğim kitaba uymak şartıyla sizi ete kemiğe büründürerek dünya hayatına gönderiyorum. Şimdi siz bana verdiğiniz söze sadık kalacak mısınız? Bu sizin adınıza ortaya çıkmış olacak”. Yani içerisinde yaşadığımız dünya bizi oyalayacak mı? Bize sözümüzü unutturacak mı? Sadık bir mümin olma yolundan alıkoyacak mı? Allah ile yapılan ahitleşme dünyada devam ettirilmesi gereken bir husustur. Sözü herkes verdi ama herkes sadık kalmayacak. Peki, biz neredeyiz ve ne yapıyoruz. Biz sözümüze sadık kalıyor muyuz? Allah’ın Rabliğine ortak koşmayan müminlerin sıfatları Kuran’da açıklanmıştır;
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذٖي خَلَقَكُمْ وَالَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ 

“Ey insanlar sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize kulluk edin umulur ki sakınmış olursunuz” (Bakara 21)

اِنَّ الَّذٖينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَـتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتٖي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ

“Rabbimiz Allah’tır deyip sonrada dosdoğru olanların üzerine (Ölüm anlarında) melekler iner ve derler ki korkmayın üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin.” (Fussilet 30)

Allah Azze ve Celle ile yapılan antlaşmanın en önemli maddesi Rab olarak Allah’ı kabul etme meselesidir. Nefsini mi? Arzularını mı? Beşeri sistemlerimi? Canlı ya da cansız varlıkları mı? İşte tüm bunlar hatta daha fazlası Rabliği Allah’a tahsis etmenin önündeki engeller olabilmektedir. Hakikatte Rab olmaları mümkün değildir. Ne var ki insan Rabbinden uzaklaştığında Rabliğin manalarından olan otorite, idare, yönetim, rızık verme, helal ve haram belirleme, sahip olma gibi birtakım tecellileri mahlukatta görebilmektedir. İşte bu aldanışın en temel sebebi Rabbin ne manaya geldiğinin bilinmemesidir. Dolayısıyla söz verdiğimizi açıklayan Ayeti Celile sadece bu sözün varlığını belirtmek için değildir. Bilakis “söze nasıl bağlı kalırım” sorusunun cevabını da içermektedir. Fakat insan bu sözün manasını bozacak antlaşmayı iptal edecek birtakım sözlü ve fiili girişimlerde bulanarak sözünü yalanlamıştır. Peygamberlerin davetinin esası hakkındaki bilgisizlik bizi yaşanan ve egemen olan bir sistemin içerisinde körü körüne birtakım hayallerin ve boş amaçların peşinden gidenlerden olma yoluna sürüklemiştir. İşte ayetin ilk kelimesi “وَاِذْ” hatırla ki” bu sürüklenişin durması adına varlık amacını, bu alemde bulunma sebebinin ne olduğu hakkında verilecek bilgiye dikkatleri toplayan bir çağrı olmalıdır. Bu dünyadan bu sözüne sadık kalmadan göç etmiş hiçbir akıl sahibi hiçbir zaman kurtulamayacaktır.

NEREYE GİDECEĞİZ

İnsan için ebedi bir yok oluş asla söz konusu değildir. Ancak âlem değişikliği vardır. Bu itibarla diyebiliriz ki ölüm bir son değil, yaşanan hayatının devamı ve karşılığının alınacağı yere geçiş biletidir. Bu geçiş esnasında senin amelin senin geçiş şeklini belirleyecek olan en önemli sebeptir. Dolayısıyla kabir durakların ilkidir. Ahiret aleminin ilk durağı. Hesap verme zamanı. İşte bu merhalede insana sorulacak ilk soru “Men Rabbuke”, “Rabbin kim” olacaktır. Allah Lafza-i Celali özel isimdir. Allah’u Teala’nın diğer isim ve sıfatlarını içinde toplayan özel ismi. Böyle olmasına rağmen neden bu soru. Alllah’ın kim değil, Yaratıcın kim değil, yaşatan ve öldüren kim değil. Bunlar değil de Rabbin kim sorusu her akıl sahibi tarafından iyi anlaşılmalıdır. Rabbin; Yaratan, Yaşatan, rızıklandıran, malik-sahip, idare eden, yöneten, serbest ve yasak kuralları belirleyen gibi manalara geldiğini açıklamıştık. Dolayısıyla senin hayatının sahibi sen misin? Yoksa Allah mı? Haram helal demeden kendine serbestlik tanıyan sen misin? Ailen mi? Eşin dostun mu? İçinde yaşanılan beşeri sistemin makam sahibi köleleri mi? Kısacası hayatına hükmeden kim? Bağlı kaldığın ferdi, ahlaki ve içtimai prensiplerin kaynağı nerden geliyor? Vahiy mi? yoksa herhangi bir ideolojik kabulleniş mi? Dini, vicdani bir algı olarak tarif eden, yine bir takım sloganik kutlamalarla İslamı sevdiğini zanneden, namaz kılmayı, oruç tutmayı ve kurban kesmeyi adet haline getirmiş bir toplumun bu soruya kabirde doğru cevap vermesi ne derece mümkün olabilir? Aslına bakarsak hiç de mümkün değildir. Çünkü cevabı hayat verecek, yaşadığımız hayat konuşacak. Yaşanan hayat belki namaz kıldım diyebilir, kurban kestim diyebilir fakat Rabbim Allah diyebilmek için Rabbin manalarının bilinmesi kaçınılmazdır. Böyle olunca soruya cevap veremeyecektir. Dünyada iken bir şeyler söylüyorduk ama şimdi hatırlamıyorum diyecek ve bugün de yüzlerce defa Rabbim Allah diyenlerin düşeceği acıklı sahnenin ilk bölümü. Rabbini tanımaya çalıştın mı? Hayatına yön veren yegâne etken neydi? Tercihlerini kim belirledi? İşte tüm bu soruların cevabını vahiyden almadıkça ne bu dünyada ne de ahirette saadeti dareyne dahil olmamız imkansız hale gelir.

ŞEHADETİ ARZU EDENLER

Allah Azze ve Celle’ye kavuşmayı arzulayan ve hedefleyen fertlerin oluşturduğu bir toplum hiç şüphesiz Rasulullah(Sas) ile beraber bu dinin egemenliği için çalışan sahabelerin istikametini benimseyen bir toplumdur. İnsan yaşadığı hayat çerçevesinde birçok hedefe yönelebilmektedir. Ancak iman ehli için asıl ve doğru hedef ahiret hayatıdır. Allahu Teâlâ’yı razı etmek adına yapılan her mücadelenin insan ruhunda bıraktığı ulvi değerleri başka hedeflere yönelen hiçbir insan yürüdüğü yol üzerinde hissedemez.

Tarih boyunca Allah Celle Celaluhu’ya yönelerek dini mübini hayatına egemen kılan ve İslam’a teslimiyeti şereflerin en yücesi kabul eden Müminler benzeri mümkün olmayan gelişmelerin öncüsü olmuşlardır. Fakat İslami hükümlerden fersah fersah uzak olarak kendilerine Müslüman diyenler hem bugün hem de tarihte zilletin en büyüğüne duçar olmuştur.

Rabbine kavuşmayı arzulayan bir Mümin, gerek nefis ve akıl çatışmasındaki savaşını gerekse de şeytan ve şeytani düzenleriyle olan savaşını kazanabilir. Böyle bir Mümin zalimlerin, diktatörlerin, kan emicilerin, gaspçıların, tağutların ve çağdaş kölelerinin korkulu rüyasıdır. Unutulmamalıdır ki, düşmanları için canını ortaya koyan insandan daha tehlikeli bir şey yoktur.

Ne zaman ki dünya hayatının sonlanmasına sevinip Rabbine kavuşmanın heyecanını taşıyanlar azaldı işte o zaman insanlar kitleler halinde cahiliyyenin pençesine düştü ve zalim despotlar arzın üzerinde Allah’ın razı olmayacağı uygulamalara imza attılar. İnsanlar canlarını sevdikçe, can ve mallarını Rablerine teslim etmekten çekindikçe vampirler can ve malları üzerinde tasarruflarda bulunmaya başladılar. Yaratılmışların yine kendileri gibi insanlara itaati ve köleliği gündeme geldi. Ta ki insanın insan üzerindeki İlahlık iddiasına kadar devam etti. Ümmetin içerisine düştüğü daha vahim bir durum var mıdır? O halde İman iddiasında bulunan her insan bu konuyu iyice irdelemeli, tenha yerlerde kendisini samimi bir imtihana çekip gerçekten Allahu Teâlâ’ya kavuşup kavuşmak istemediğini sorgulamalıdır. Bu soruya diliyle değil kalbiyle cevap vermelidir. Bunu yapmaktan değil yapmamaktan korkmalıdırlar. Çünkü ümmetin dirilişi buna bağlıdır.

Bir Müslümanın Allah Celle Celaluhu ile karşılaşmayı isteyebilmesi için nasıl bir seviyede olması gerektiğini kısmende olsa kestirebiliriz. İyi bir Müslüman olmak gibi.  İyi Müslüman kimdir? Sorusuna Kur’an ve sünnetten verilecek somut cevaplar meselenin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. İnsan Allah’tan sonra kalbini bilen en iyi kişidir. Dolayısıyla Rabbe kavuşmayı arzu ediyor muyum? Sorusunun mukayesesi için önce kendisini aldatmaması gerektiğini bilmesi gerekir. Aslında kişi kendisini nasıl aldatır bu mümkün mü? Aldatmadan kastımız şudur; Bildiği kadarı ile yaşantısını İslam’a nispet eden kimselerin ortak vasfı namaz, oruç, zekat, hac ve kurbandır. Fakat Kur’an’a baktığımızda 6666 ayet bulunmaktadır. Bazı ayetlerde birden çok emir bazılarında birden çok yasak bulunur. Dolayısıyla az önce ifade edilen namaz gibi birtakım emirler Kur’an’ın kaçta kaçını oluşturuyor sorgulanmalı. Bu amelleri yapan kişiler kendisini Kur’an’ın diğer hükümleriyle muhatap kılmadan mukayese yapacağı için kendisini çok güzel Müslüman zannedebiliyor. Fakat fedakarlık ve bu din için bedel ödemesi gerektiğinde yan çiziyor. İşte aldatmadan kastımız budur. Araştırmaya ve ilme dayalı bir anlayış doğru düşünceyi beraberinde getirir.

Yukarıda somut örneklendirme yapılması gerektiğinden bahsedildi. Dolayısıyla Allah Azze ve Celle’ye kavuşmayı arzulayabilmek için birtakım şartlar vardır;

1) Allah Azze ve Celle’ye şirk koşmadan Kulluk etmek ve gereğince Salih amellerde bulunmak. Kehf suresi 110. Ayet buna işaret etmektedir; “Kim Rabbine kavuşmayı umursa Salih bir amel işlesin ve yaptığı ibadette Rabbine hiçbir şeyi ortak koşmasın.”

Şirkten, riyadan ve gösterişten uzak olarak hayatın Allah için olması ilk şarttır. Zaten ayetin ifadesi de “Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa”bunu yeterince açıklar mahiyettedir. Sırf Rabbin rızası için çalışmış olmak ümit edebilmek için zarurettir. Bu dünyada dahi kimse çalışmadığı iş için kimseden para istemez. Fakat çalışmışsa patronundan beklenti içinde olur. Dolayısıyla yaptığımız kulluk ve ibadet Allah’ın bize vaad ettiklerini vermesi için zorlayıcı değildir. Fakat böyle yaparsanız ümid edebilirsiniz demektir. Nasıl ki çalışmadığın bir iş için beklenti içinde olmak boş ise bu da aynen böyledir. Doğru çalışma ve emek vermek. Senin istediğin gibi değil senden istenildiği gibi yaşamak. İslam’ın İnanç, ibadet, ahlak ve muamelat olarak birçok hükmü bulunmaktadır. Her hükmün gereğince samimiyetle amel etmeliyiz. Yoksa Allah’ın dışında başka varlıkların canlı veya cansız rızası gözetilmişse bu kişi hiçbir zaman ölümü, aslında Rabbine kavuşmayı temenni edemeyecektir.

وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَداً بِمَا قَدَّمَتْ اَيْدٖيهِمْؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِالظَّالِمٖينَ

“Onlar kendi elleriyle yapıp ettikleri işler sebebiyle hiçbir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir.” (Bakara 95)

Allah Azze ve Celle yaptıkları amellerle ölümü temenni eden kullarından olmayı nasip etsin İNŞAALLAH.

2) Allah Azze ve Celle’ye kavuşmak isteyenlerin Allah ile aralarında bir soğukluk bulunmaması gerekir. Dünyada dahi kendisine karşı hata ettiğin bir kimse ile karşılaşmak istemezsin bu korku veya kınanma endişesi sebebiyle olabilir. Allahu Teala ile arada soğukluğun olmaması adına daima Rabbimizi anmalıyız, zikretmeliyiz O’ndan söz etmeliyiz. Her şeyi bahane ederek övmek ve yüceliğini itiraf etmek için sebeplerden istifade etmeliyiz. Çünkü her şeyin teşekkürü Allah’a döner. Var eden, mümkün kılan bize ulaşan her nimet O’ndandır. Allah’ı sevebilmek için farzlara riayet etmek ve yasaklardan sakınmak gerekir. Nefsi arzular şehvani duygular Allah’ı anmanın önündeki engellerdir. Dolayısıyla hayatta varsa bunları çıkarmaya çalışmak samimiyetin bir ifadesi olacaktır. Allah’a karşı yabani olanlar, aklına getirmeyenler, hatırlamayanlar üzerlerinde nifaktan bir alamet taşıyorlardır. Sadece başı sıkışınca ve işi düşünce haşa Allah’a iş gördürmeye çalışanlar aldanmıştır.

3) Allah Azze ve Celle’ye yakın olmak için özel zamanlar tespit edilmelidir. Allahu Teâlâ ile konuştuğumuz dertlerimizi arz ettiğimiz, talepte bulunduğumuz, yardım dilediğimiz zamanlarımız olmalıdır. Kişinin kulluğunun kalitesi Allah’tan istemiş olduğu yardımla doğru orantılıdır. Dolayısıyla ihtiyacımızı en iyi bilen Allahu Teâlâ bize 5 vakit namazı farz kılmıştır. Vaktinde ve manası anlaşılarak kılınan namaz gibisi yoktur. Ulema’nın dediği gibi bazen namazlarda anlaşılan manalar olur ki kişi bunu namazın dışında anlayamaz. Namaz hayata yansıtılır. Boyun eğiş, teslimiyet, tekbir, tedeyyün, rıza, tesbih gibi yönleriyle namaz bir tevhid eylemidir. Allah’a arz ettiğimiz düşünce ve hislerimiz olmalı. Dua ile amelde ihlas ile yakınlaşmanın yolları aranmalıdır. Böylece Allah için delillerle hakikate şahid olan bir kimse O’nun yolunda şehid olabilir ve bu dinin şahidi olarak ölebilir. Batıl davalar bile kendilerine bir sürü kurban bulabilirken Allah’ın davasının kurbanları ne zaman ortaya çıkacak? İslam’ın egemenliğine hayatın her yönüyle şahitlik etmekle ancak kişi Rabbine kavuşmayı ümit edebilir ve bu dinin hükümlerine bağlı kalabilir. Allah Rasulü(Sas)’in hayatında Allah Azze ve Celle’nin nasıl zikredilmesi gerektiğine dair birçok dua ve zikir görmekteyiz. Bu dualar anlaşılarak yapıldığında şüphesiz en güzel dualardır. Hatta Kur’an’da Peygamberler ve Salih kimselerin dua ve zikirlerinden bahsedilmiştir. İşte bunların tamamı Allah’ı zikretmenin doğru yollarıdır. Tabi ki kişi ne söylediğini bilmeli manasını anlamalı ezbere veya taklidi olmamalıdır. Allah’a yakınlaşabilmek için aklın ve kalbin devrede olması şarttır. Buda söylediklerimizin manasını anlamakla mümkün olur. Öz olarak sadece namaz değil hayatın tamamında fiziki ve ruhi olarak Allah’a yönelmiş bir kul Rabbine kavuşmayı ümit eder. Çünkü O’nun için yaşamıştır. Başka istek ve arzuları olanlar bunu talep edemezler.

CEVAZCI OLMAMAK

Şu bir gerçektir ki, Müslümanlar yaşadığımız dönemde İslam’ın asıl kaynaklarından istifade etmesi yoluyla İslamı anlamada çok ciddi adımlar atmışlardır. Tevhid gerçeği unutturulmuş bir coğrafyada Allah’ın izniyle toplumun küçük bir kesimi bile olsa tevhid tekrar egemen olmaya başlamıştır. Tevhidin anlaşılması adına yazılan kitaplar önce düşünülmeye sonra anlaşılmaya pek tabii olarak da uygulamaya konulmuştur.

İlah, Rab, Din, Tevhid, Tağut, Velayet, İtaat, Biat, Şirk, Müşrik, Mümin vs. gibi kavramlar asıl anlamları üzerinden anlaşılmaya dolayısıyla Kur’an ve sünnete hatta İslam tarihini açıklayan kitaplara artık bu perspektiften bakılmıştır. Dolayısıyla doğru bir bakış açısı birçok hususu doğru tahlil edebilmeyi ve unutulan gerçekleri vahyin ışığında değerlendirmek suretiyle insan toplumlarını tekrar harekete geçirmiştir. Elbette böyle olmalıydı. Kur’an’ın ilk emri oku idi. Tatbik etmeye ve uygulamaya yönelik bir okuma olmalıdır bu.  Küfrün gölgesi ve hâkimiyeti altında yaşayan toplumlar Kur’an’ın hakikatleri ile karşılaştıklarında çok büyük bir çelişkinin ortasında kendilerini buldular. Bu çelişkinin ana teması, yaşadıkları toplumun hayat düzenini Kur’an’ın İnkâr edin diyor olmasıydı. Dolayısıyla vahye muhalefet eden her türlü inanç ve ahlak Müslümanın asla razı olamayacağı gerçeği üzerinde düşündüğümüzde bu içsel çelişkinin boyutu daha büyük bir hal almaktadır. Ne var ki İslam’ın ana kaynaklarından elde edilen fıkıh, yani dünya hayatını yaşarken uyacağımız şeriatın izin verdiği veya vermediği konular yaşadığımız coğrafyada sınırlarımızı tayin etmektedir. Her Müslüman bu toplumda kendi konumunu tespit etmeye gayret etmelidir. Darul harpte, darul küfürde, daruş şirkte yaşamanın sınırları araştırmalıdır.

Biz bu meselenin detayına girmeyeceğiz. Küfrün gölgesi ve hakimiyetinde yaşayan Müslümanlar daima tehdit altındadır. Bu diyarda gözlerini açmış ve yaşadığı toplumdaki sistemi reddetmiş bir mümin sürekli olarak hareket halindedir. İslam’ın izin verdiği konularda hedefinden ve istikametinden saptırmayan girişimler elbette ki Müminlerin faydasınadır. Dolayısıyla Rasulullah (Sas)’in döneminde bakıldığında bazen Peygamberimizin izin verdiği bazen vermediği konular olmuştur. Dolayısıyla ruhsatla amel etmeye müsaade vardır. Azimette Allah’ın razı olduğu bir yoldur. Fakat İman ehli İslami hareket ve çalışmanın içerisinde engellere takılıp kalmaz. O merhalede azimet veya ruhsat gereğince amel eder ve yoluna devam eder fakat ruhsat zannederek taviz vermeye kalkışmak istikametten sapmak olur ki MaazAllah imtihanı kaybetmektir. Mümin küfrün en hafif gölgesine girmeyi dahi kabullenmez. Rasulullah (Sas) ve sahabelerin ve sonraki Müslümanların hayatlarında bu muhalefetin nasıl olacağını görmek mümkündür.

Müslüman sistemlere değil ALLAH’A Şükran duyar

Sahip olduklarımız;

Allah Azze ve Celle’nin insanoğluna verdiği birçok özellik ve kabiliyet vardır ki bu hayatta görev ve fonksiyonlarımızı icra etmede onlara olan ihtiyacımız kaçınılmazdır. Yaratılışta Allah’ın verdiği bu kabiliyetler konusunda yaratılmış hiçbir mahluka borçlu değiliz. Bu imkânların bize ulaşmasında hiçbir varlık asıl etken değildir ve bu cihazlarımızın üzerinde tasarruf sahibi de değildir. Hele ki Allah’ın dinine savaş açmış beşeri sistemler hiç hak sahibi değildir. Sürekli kullandığımız fakat beklide Allah’ın her an bu azalarımızın sağlıklı çalışması için bize ikramda bulunduğunu unuttuğumuz yeteneklerimizi şöylece sıralayabiliriz.

A) Konuşma ve düşüncelerini ifade etme yeteneği;
Allah Azze ve Celle konuşabilme düşünce ve fikirlerini kaşı tarafa aktarabilme özelliği vermiştir. “İnsana beyanı öğretti” (Rahman 4),”Biz ona iki göz vermedik mi?Bir dil ve iki dudak vermedik mi?” (Beled 8 9), “Bizsizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez iken çıkarttık belki şükredersiniz diye kulak göz ve kalpler verdik” (Nahl 78) gibi birçok Ayeti Kerime’de Allah cc insana verdiği birtakım kabiliyetlerden ve onların fonksiyon ve görevlerinin ne olması gerektiğinden de bahseder. Nahl 78’in son kısmında olduğu gibi şükredesiniz diye size bunlar verildi.

B) Yazabilme, yazarak meram ve düşüncelerini ifade edebilme özelliği;
Konuşabilmek, dinleyebilmek, susabilmek nasıl ki Allah Azze ve Celle’nin insan oğluna bir ikramı ise yazabilmekte böyledir. Tarih sayfalarına baktığımızda birçok bilgi bize yazı yoluyla ulaşmaktadır. Ki düşünceleri bazı şekil ve boyutlarda kayıt veya herhangi bir cismin üzerine nakşederek diğer bakanın bu yazılanlardan ne kastedildiğini kavraması ise akıl sahiplerinin üzerinde düşünmesi gereken ayrı bir nimettir. “Oku Rabbin sonsuz Kerem sahibidir ki, O kalemle yazmayı öğretendir.” (Alak 3 4)

İnsanoğluna kalp, dil, kulak ve göz veren Allahu Teâlâ’dır. Bu fıtri bir haktır ve başkası değil sadece Allah tarafından verilmiştir. Dolayısıyla veren O ise O’nun istediği şekilde kullanılmalıdır. Başka fıtri hakları da vardır İnsanoğlunun;

Birazdan paylaşacağımız haklar fıtri ve tabii haklarımızdır. Herhangi bir sistem veya rejim, kurum veya kuruluş tarafından bize ihsan edilmiş değildir. Dünyaya gelirken zaruri ihtiyaç ve vazifelerimizi icra edebilmemiz bu haklara sahip olmamıza bağlıdır. Dolayısıyla Allahu Teâlâ’nın yaratırken verdiği kabiliyetler doğru maksatlara adapte edilmelidir.

1) Yaşama hakkı: Allah’ın yarattığı insanoğlu yine Allah’ı yarattığı arzda yaşama hakkına sahiptir. Yeryüzünün parçalanmış topraklarında kendi hegemonyasını sürdüren sapık rejimler tabilerini haşa yaşatmaya devam ediyor izlenimi vermeye çalışır ki bu kendilerine itaati farz bilmeleri için köleleri üzerindeki oyunun bir paçasıdır. Hâlbuki aldığı nefese dahi etkisi yoktur, kendisi de muhtaçtır. O toplumun köleleri öyle bir hale gelir ki sistem yıkılırsa öleceklerini zannetmeye başlarlar.

2) Çalışma ve kazanma hakkı: Bütün insanlar Allah Azze ve Celle’nin kendilerine verdiği güç ve yetenek ile çalışma ve kazancının karşılığında birtakım imkânlar elde etme hakkına sahiptir. Bu hak fıtridir. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” (Necm 39) Sonradan elde edilmemiş ve bazı yaratılmışlar tarafından lütfedilmemiştir.

3) Mülkiyet hakkı: İnsanoğlu çalışmasının karşılığında elde ettiği imkânlarla Allah’ın arzında razı olduğu şekilde mülkiyet edinme hakkına sahiptir. Bu çalışma karşılığında olabildiği gibi miras yoluyla da olabilmektedir.

4) Ticaret hakkı: Yine insanoğlu çalışarak elde ettiği veya miras yoluyla hak sahibi olduğu mülkü başkalarına devredebilir. Karşılığında alacağı başka bir mal ya da bedel karşılığında bu ticaret onun en tabii hakkıdır. Bu ihtiyaç gündeme geldiğinde de olabilir kar amaçlıda olabilir.

5) Seyahat etme ve yerleşme hakkı: Allah Azze ve Celle’nin arzı üzerinde O’nun bütün kullarının gezip dolaşma hakkı vardır. Başkalarının mülkiyetine zarar vermeden seyahat bütün insanların hakkıdır. Seyahat edebileceği gibi daimi olarak da hicret edebilir. Bazı Ayetlerde; “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı?..” cümlesini görmekteyiz.

6) Haberleşme hakkı: İnsan yine kendisi gibi insan olan kişilerle haberleşebilir. Bu yakın akraba veya arkadaş eş dost olabilir. Kendisi hakkında malumat verme veya başkaları hakkında malumat edinme adına girişimlerde bulunabilir bunun birçok yöntemi bugünkü teknoloji ile mümkün. Buna benzer Allah’ın lütfettiği birçok haktan bahsetmek mümkündür meseleyi özetlersek Allah’ın vermediği hak değildir.

Dolayısıyla hangi coğrafya veya o coğrafyada hâkim olan herhangi bir beşeri sistemin tabilerine sunduğunu söylediği imkanlar hak değil zulümdür. Baktığımızda evlilik hak fakat zina haramdır. Allah’ın vermediği bir şeyi başka bir sistem veya kuruluşun fert ya da toplumlara vermeye çalışması imkan, adalet veya hak hiçbir zaman olamaz. Bu olsa olsa ifsad olur. İyi bilmeliyiz ki bir şey Allah tarafından bize verilmiş ise o haktır, temizdir, hayırdır. Fakat verilmemişse bilin ki o şerdir, zarardır, zulümdür. Çalışıp kazanmak bir haktır fakat çalmak zulümdür. Örtünmek haktır fakat açılmak zulümdür.

Dünyada insan için özellikle de mümin için meşru olan her şey Allah tarafından kendisine verilmiştir. Meşruiyet kapısı Allah tarafından açılmış ve müminler O’nun izniyle uygulamaya koymuştur. Dünyaya gelen ve görevi Allah’a ibadet etmek olan mümin görevini yerine getirirken sadece Allah’a şükreder. Yani Mümine kulluk ve ibadet ortamı hazırlayan Allahu Teâlâ’dır. Fakat Mümin’leri Allah’a kulluktan alıkoyan her şey batıl rejim ve düzenlerin despotluğundandır. Bu geniş imkân ve alan Allah’ın kullarına bahşettiği bir ihsandır. Mümin her türlü kısıtlama konusunda şikâyetçi olabilir fakat bulduğu geniş ibadet ortamından dolayı kimseye borçlu değildir. Çünkü en tabi hakkını kullanmaktadır. Engel ve baskılar dinin dünyevi icraatları önündeki engeller arızidir, aslolan fıtri genişlik ve hürriyettir. Eşkıya ve yol kesiciler tarafından önü kesilen bağlanılan malı alınan kimse daha sonra serbest bıraktığında niçin teşekkür etsin ki zaten mal onun beden onundu. Böyle bir tavır takınmak cahilliktir. Özür dileyip tevbe etmesi gereken eşkıya sistemlerdir.

Kulluğumuzu Beşeri düzenler sayesinde yapmıyoruz

Tarih boyunca ve günümüzde Allah’ın razı olduğu hayat sistemi olan İslam nizamının gereklerini Allah’ın arzında ve O’nun verdiği rızıklarla hayatımızı devam ettirerek yapıyoruz. Fakat cahili sistemlerde yetişmiş köleliği benimsemiş bir takım düşüncesi zayıf kimseler bu imkanlardan dolayı kendi coğrafyasında bulunduğu tağuti sisteme övücü teşekkürlerde bulunmayı kendisine borç bilmektedir. Ki bu şirkten bir yönüyle kirlenmek ve hidayetten mahrum olmak demektir. Cami ve mescitlerin açık oluşu bu fikri ve aklı zayıf kimseleri tağuti sistemin ve şeytanın has adamı olma konusundaki kabullenişe zemin hazırlamıştır. Halbuki biz ibadetlerimizi Allah’ın emri ve rızası doğrultusunda yaparız ve bu konuda Allah’tan başkasına yönelip Hamd ve teşekkür etmeyiz. Zaten cami ve mescidin açık oluşuyla kurban kesimi ve bayram namazının kılınışı bu kişileri “daha ne istiyorsunuz camilerimiz açık ya ibadetlerinizi yapabiliyorsunuz ya kurban kesebiliyorsunuz hatta zekat veriyorsunuz daha ne istiyorsunuz” diyecek kadar akılsızlığa kadar götürmüştür. Dikkat edilirse Allahu Teala bir ayette; “Firavun kavmini aptallaştırdı” (Zuhruf 54) Buyurmaktadır. Yani akıllarını küçük gördü. Müslüman yaşadığı hayatın ölçüsünü Kuran’dan alır. İzin verme veya vermeme yetkisi Allah’a aittir. İbadetleri emreden Allah olduğu gibi miktarını ve zaman ölçülerini sınırlarını da Allah belirler. Bu heriflere şöyle demek lazım gelir o zaman: İslam’a ait bazı ibadetleri sistemlerin izinleri ile yapabiliyorsanız yine İslam’ın emri olan birtakım ibadetleri sistemin rızasızlığı sebebiyle terk edebiliyorsunuz demektir. Örtünmeyi emreden Allah haşa birileri izin verdi diye mi? yapıyor toplumdaki insanlar. Elbette ki hayır.

Beşeri ve tağuti sistem İslam’ın şiarı olan hususları gücü yetmediğinde veya toplumu o derecede asimile edemediğinde kabullenmek zorunda kalır. Dolayısıyla buna müsaade etmekle kendisinin de İslam’a saygılı ve değer veren birisi olduğunu empoze etmeye çalışır egemen olduğu topluma. Zaten yaşadığımız coğrafyaya dikkatle bakarsanız bunun ne derece aldatıcı bir tuzak olduğunu anlarsınız. Hâlbuki Allah’ın emri Kuran’da var olan, hayata hükmetmek için indirilen şer’i kuralların hepsine bağlı kalmaktır. Akıl sahipleri bu uygulamanın eksikliği sebebiyle zalimlere karşı çıkar ama yapabildiklerinden dolayı Allah’a şükreder alçak nefsin dürtülerine boyun eğenlere değil.

Değişim İçin Gayret Sarf Etmek

Tağuti rejimlerde yaşayan Müminler zamanının gerektirdiği şart ve imkanlarla İslam’ın hakikatlerini kitlelere ulaştırmakla mükelleftirler. Allah’ın bizlere vermiş olduğu beyan ve meramını ifade edebilme yeteneğinin icraat sahası tebliğ ve davet olarak karşımıza çıkar. Şüphesiz yazılı olarak da Kuran ve Sünnet’in anlaşılmasını sağlamak adına yapılacak yazışmalarda bu kapsama dahildir. İşte bu çaba ve gayretin içerisinde olmak bu sistemin gölgesinde yaşamaktan razı olmadığının bir anlamda fiili bir ifadesidir.
İster Dar’ul İslam’da olsun İster Dar’ul Küfür’de olsun Müslüman Allah’ın meşru kıldığını yapabilir meşru kılmadığını yapamaz. Bu minvalde Allah’ın Dini İslam’a savaş açmış rejimlerin İnsan kitlelerine veya kendi sisteminin mensubu kabul ettiği kölelerine bir takım tören, kutlama ve bayram merasimleri tahsis etmiştir. Bu sayılanları tabilerinden bazen sözlü bazen fiili bazen de duygu olarak uygulamalarını ister. Yani beşeri sistemler kendi inanç ve ahlaklarını, kültür ve sosyal davranışlarını kendi mensuplarına yine kendisi açıklamış ve bunlara uyulmasını da bu batıl dinin gereklerinden saymıştır. İşte Müminler bu konuda hassas olup Allah’ın asla izin vermediği uygulama tören ve buna benzer merasimleri asla kabullenemez. Çünkü o dinin alameti veya rumuzu olarak bilinen şiarları benimsemek ve hayatına aksettirmek onlardan olmak bir anlamda İslam’dan uzaklaşmak demektir. İslam’ın şiar ve hükümlerine bağlı kalmak ve bu gerçekleri açıklayarak toplumun hakkı anlamasını sağlamak kaybediş değil bilakis yaşadığı dönemin gerektirdiği hareket devresidir.

Manasından Soyutlanmış Bir İlah Anlayışı

İslam’ın giriş kapısı olan “La İlahe İLLALLAH” kelimesi anlam ve manasından soyutlanarak söylendiğinde kişi ve toplumlar adına hiçbir değişikliğe sebep olmayacaktır. Bu kelimeyi doğru anlayamamanın sebebi manasının anlaşılmaması olduğu açıktır. O halde düşünsenize İlah’ın manasının ne anlama geldiğini bile bir topluma Resul gönderildi ve onları “Allahtan başka İlah yoktur” hakikatine davet edilmesi istendi. Bir de bu kelimeyi yani İlah’ın manasını hiç anlamayan bir toplumu düşünün aynı davet bu toplum içinde geçerli değil midir?

Toplanıp bir araya gelmişsiniz aranızda herhangi bir kişiyi başkan seçeceksiniz. Bu kişiye diyorsunuz ki biz sana başkan diyeceğiz yanımıza geldiğinde sana böyle hitap edeceğiz, isminin öncesinde başkan yazacak, herkese bizim başkanımız bu diyeceğiz gibi söylemlerde bulunuyorsunuz. Ama karar verilmesi gereken bir husus olduğunda sen karışmayacaksın başkanlığın yetkilerinden olan bu eylemde sen bulunmayacaksın. İsmen bizi temsil edeceksin ama yetki konusunda falan falan konuşacak. Kararlar onun iradesinden çıkacak. Ya da bir patronu düşündüğünüzde fabrikanın içerisinde koltukta sen oturacaksın herkes seni gördüğünde patronumuz diyecek ve böylece anılacaksın. Ancak ticari antlaşmalarda senin yetkin olmayacak, işçi alımı veya çıkarımına karışmayacaksın, giriş çıkış saatlerine karışmayacaksın, personelin maaşını sen belirlemeyeceksin şu kişi belirleyecek denilse çok saçma olurdu değil mi?

Bu ve benzeri misaller kendilerine kısmende olsa yetki verilen her makam için geçerlidir. Böyle bir patronluğu ya da başkanlığı kim kabul edebilir. İşte bugün Allah’a karşı söylenende bundan başkası değildir.  Allah böyle batıl bir inanışı ve uygulamayı asla kabullenmeyeceğini açıkladığı halde Allah’a karşı işlenen iğrenç ve alçak bir suçtur bu. Şöyle ki; Ya Rabbi biz senin kullarınız ama hayatımızda senin dışında başkalarının da sözü geçerli olsun. Haram ve helal belirleme yani serbest ve yasak belirleyecek birtakım başkanlarımız, kurum ve kuruluşlarımız, sistem ve ideolojilerimiz olsun. Sen İlahımız ol ama sana itaat etmeyelim. Patrona, karımıza, tağuti rejimin önümüze sunduğu ve ismine meşru dediği bir sistemin unsurlarına hizmet edelim. Sen bizim hayatımıza karışma. Din nasıl olsa vicdani bir mesele olduğu için kalbimizde senin ismin olsun ama hayatımızı yaşayacağımız sosyal ve siyasal hukuki kural ve adetleri sen belirleme.

Haşa kainatı idare et güneşi yönet, yağmuru yağdır, rüzgarı estir, yere çekim gücü ver, öldür ve yaşat, bitkilere koku tat ver, yıldızlara hükmet ama hayatımıza karışma. Bayramdan bayrama sembolik birtakım eylemlerde bulunalım. Bazen kurban keselim işimize gelirse namaz da kılarız. Ama yeryüzünü idare etme yetkisi filancaya aittir. Seni karıştırmayız Haşa haşa sen bilemedin bugün insanoğlunu neyin mutlu edeceğini neyin sevindireceğini o yüzden biz kendimize kurallar belirledik. Sen her şeyi bilen Âlimsin ama bunları bilemezsin haşa. Nasıl giyineceğimize, neleri yiyip içebileceğimize, hangi işi yapıp yapamayacağımıza biz karar veririz. Sen izin vermesen de biz istediğimize itaat ederiz. Haram helal demeden istersek severiz istemezsek sevmeyiz. Çünkü bizim bunları belirleyecek başkanlarımız, padişahlarımız, firavunlarımız, parlamentolarımız, meclislerimiz ve beşer mahsulü rejimlerimiz var. Bu konularda onlar söz sahibi.

Evet, Allah’a böyle söylenmiyor mu? Ulûhiyetin aslı olan otorite yetkisi, yasama yetkisi bir takım mahluka tahsis edilmiş değil mi? Bir toplum Hem Allah Azze ve Celle’ye sensin bizim İlahımız otorite sana aittir diyecek hem de başkalarına boyun eğecek. Bu tam bir aldanıştır. Hiçbir Resul böyle açıklamadı Hiçbir kitapta böyle bir bilgi yoktur. Kuru bir zan ve cehaletin mahsulü olan bir hayat tarzıdır bu.

Patron veya başkanlık teklif edilen yaratılmış bir varlık bile bunu kabullenmezken Âlemlerin Rabbi olan Allah hâşâ bunu kabul eder mi? İnsan kitleleri bu eylemleriyle hem büyük bir zulmüm içinde olduklarını hem de böyle yaparak cehenneme yuvarlandıklarını unutmamalıdır. Dolayısıyla Müslümanlar böyle bir rejimde Allah’a başkaldırmış bu tür insanlara karşı dikkatli olmalıdır. Velev ki bilmeyerek bile yapsalar Allah’ın gazabından uzak değiller ve ebedi cehennemin yolcusudurlar bu yaşantılarıyla.

Allahu Teâlâ Yarattıklarını Kendi Hallerine Bırakmış Değildir

İslam’a savaş açmış rejimler bu savaşı farklı zaman ve zeminlerde farklı yöntemlerle vermektedir. Allah Azze ve Celle’nin İlah kabul edildiğinin en açık alameti O’nun hükümlerine boyun eğiliyor olmasıdır. Ne var ki Kuran ve Sünnetten uzaklaşma başlayınca aynı oranda hidayetten de uzaklaşma söz konusu oldu. Peki Allah’ı İnkar etmek ne demektir. Sadece Allah yok demek midir? Yoksa bir söylem bazen bir eylem inkar etmek için yeterli midir? Bunların cevaplarından önce şunu belirtmekte fayda vardır; hiçbir tağuti sistem tamamen Allah’ın varlığının inkar edilmesini hedef edinmemiştir. Çünkü böyle bir girişim sonuçsuz kalacaktır. Kainattaki düzen ve intizam onları idare eden bir İlahın varlığına yani Allah’a götürecektir. Fıtrattaki bu hakikat çoğu zaman perdelense de tamamen ortadan kaldırılamamıştır. O halde savaşın aslı nedir? İşte çözümlenmesi gereken soru budur. Allah’ın dininin düşmanlarının saldıracağı ana nokta çarpıtılmış bir Allah inancı olmuştur. Aristo gibi toplumun kendisini haşa bilgi ve fikirde öncü kabul ettiği kesimi yazı ve beyan yoluyla kitlenin karşısına çıkartmıştır. Ve Aristo diyor ki; “Allah kainatı yarattı ve kendi haline bıraktı. Öyle yücedir ki bizim gibi alçak ve bayağı varlıklarla ilgilenmeyecek kadar üstündür.”

Haşa Allah yarattığı varlıkları boşuna yatacak kadar abes bir işle meşgul olmaz. Yaratması hikmetlidir emirlerinde hikmetli olduğu gibi. İşte bu gerçeği görmezden gelerek akıl ve kalpleri Allah’tan uzaklaştırmayı başardılar. Bugün Allah var deniliyor ama hayata karışmıyor.

Farz edelim ki çocuklarımız ve velayetimiz altında birtakım kimseler mevcut. Bunlar hayatın içerisinde bazı konuları sizlere danışıyor. Mesela; birçok tercihte bulunabileceği halde gofret mi? alayım çikolata mı? ayakkabılarımı nasıl giyeyim, sofrada nasıl oturayım, hangi kalemi kullanayım gibi. Hayatta az önemli hatta beklide önemsiz konuları sizlere danışırken hayati önem taşıyan konularda aynı hassasiyeti gözetmiyor. Sizin emir ve direktifleriniz, yönlendirme ve görüşleriniz Evlilik, ticaret, hastalık, başka bir bölgeye taşınma, eş seçme, vasıta alma veya satma, arsa alma satma gibi daha önemli konularda etkili olmuyorsa gerçekten sizin düşüncelerinize değer verdiğini düşünür müydünüz? Bu gibi daha ehemmiyetli konularda başkalarına danışıyor fakat daha hafif konularda size danışmaya devam ediyor. Siz böyle bir babalığa veya veliliğe razı olur musunuz?

Velayetiniz altında bulunanlar size şöyle demiş olmuyor mu? Babamızın basit meselelere aklı erer fakat hayati meselelerde pek de akıllı değildir. Sakızın iyisini, yemeğin iyisini, elbisenin iyisini bilir ama kiminle evleneceğimi, ticaretimin ne olması gerektiğini bilmiyor. İşte bu anlayış sapık ve yanlış değil midir?

Bugün insan kitleleri de Allah Azze ve Celle’ye karşı aynı suçu işlemektedir. Diğerlerine nazaran daha az önemli olan konularda Allah’a danışırken hayati önem taşıyan Siyasi ve iktidari, sosyal ve toplumsal konularda beşeri sistemlerden söz alabilmektedir. Yani yatağa girerken sağ tarafa mı? dönmeliyim yoksa sol tarafa mı? Yemek yerken besmele çekmeliyim, lavaboya hangi ayakla gireceğim, nasıl oturacağım, hangi duayı okuyacağım gibi konuları Allah’a danışırken daha hassas konularda Allah’a sormamaktadır. Hırsızın cezası ne olmalıdır? İçki için yaş sınırı var mıdır? ki Onsekiz yaş üstüne serbest olsun, haşa Ev alırsa Faiz helal mi? oluyor. Zinanın cezası nedir? İşte bu konuları kimse Allah’a danışmıyor. Kime ve ne kadar itaat edebilirim? Bir ailede bile baba bunu kabullenmiyorken Allah nasıl kabul eder hiç insanın aklı bunu alır mı? Almaz. İşte kör olmak hidayetten mahrum olmak ve gerçeği görüp teslim olamamak budur. Bir iki kişinin ahlakı nasıl olmalı Allah bunu biliyor da milyonlarca insanın arasında gerçekleşecek hususların hükmünü haşa bilmiyor öylemi? Hüküm konusunda başkaları hükmedecek diyorsunuz? Allahu Teala her şeyi bilendir ve ihtiyacımız olanı da bize bildirmiştir.

“…Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En’am 38) Evet Kitap tamdır eksiksizdir. Yaşarken ihtiyacımız olan bilgiler kendisinde mevcuttur. Yani Allah’ın kullarıyla olan ilişkisi hiçbir zaman kesilmemiştir. O’nunla ilişki kurmak istemeyen gafillerin safsatasıdır bu.

İsmin ve Ünvanınla Anılmayacaksın

Tarih boyunca ve günümüzde Müslümanlar Allah’ın takdir ettiği zaman diliminde yine Allah’ın takdir ettiği kadarıyla çeşitli imtihanlarla karşılaşmışlardır. Hiç şüphesiz en önemlilerinden bir tanesi yaşadığı toplumun kendisine karşı sergilediği tavırdır. Bu bazen sözlü bazen fiili bazen de psikolojik olarak kendisini gösterir. Ne var ki Müslüman fert ve toplum adına hedef ve bu hedefe giden metot belirlenmiştir. Bunlara aldırmadan yoluna devam etmelidir. Toplumun tepkisinden kastımız şudur; Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَۘ

“İnsanlardan kimileride vardır ki Allaha ve ahiret gününe iman ettik derler hâlbuki mümin değillerdir.” (Bakara 8)

Yaşadığımız toplum ve coğrafya göz önünde bulundurulduğunda Allah’ı tanımayan ve ahiret günü hakkında malumat sahibi olmayanlar bu esaslara iman ettiğini söylemekle iman ettiklerini zannediyor. Dolayısıyla Allah’ın kabul etmeyeceğini söylediği iman sahiplerinden olmakla karşı karşıya kalıyorlar. İşte İslam’ın öğretilerine kayıt ve şart gözetmeksizin boyun eğenlerle karşılaşınca afallıyor ve kendi kendisine şöyle diyor; “Ben Müslümanım dolayısıyla bunlar kim eğer bunlar gerçek Müslüman’sa ben kimim”. Cehaletin getirdiği karanlıkta gerçeği araştırmak yerine taassupla ben kesinlikle Müslümanım diyerek kenarıya çekiliyor ve sana bir yafta yapıştırmak kolayına geliyor. Dolayısıyla cehaletin pençesinde boğulan toplum sana Müslüman demiyor yaptığın çalışmaya İslami çalışma adını vermiyor kendisince birtakım sıfatlar bularak seni kirletmeye çalışıyor. Tarih boyunca baktığımızda hem Resullere hem de onların yolunu takip eden İslam davetçilerine aynı yöntemle birçok saldırı gerçekleşmiştir. Hesaba çekileceğin Kitabın Ayetlerine göre bir hayat yaşaman böyle yaşamayanları elbette rahatsız edecektir. Çünkü hakkın hayatlarda egemen olması batıl ehlinin hayatlarındaki batıl unsurları ortaya çıkaracaktır. Bu itibarla sana ve senin gibi yaşayanlara İslam toplumunun ferdi demezler, diyemezler çünkü bu kendilerini İslam’ın dışında kabullenmeleri anlamına gelir. Fakat şöyle derler; Radikal İslamcı, aşırı dinci, fundamentalist, fanatik gibi söylemler. Bunları derler ama Müslüman’ca yaşamaya çalışıyor demezler. Çünkü beşeri ve tağuti sistemleri isimlerden ziyade eylemler rahatsız eder ve Rasulullah’ın hayatına baktığımızda da böyle olmuştur. Onlar kenarda kalmış, etliye sütlüye karışmayan, kendilerini rahatsız etmeyen, toplum üzerinde etkisi olmayan pasif bir Müslümanlık anlayışıyla yetişmiş bir toplumun beklentisi içindeler ki arzuladıkları İslam dışı hayatı yaşayabilsinler. Hâlbuki vahyin nuruyla aydınlanmış her ruh hareketlidir, dinamiktir, canlıdır, etkindir, duyarlıdır, faaliyet halindedir. İşte bu La İlahe İLLALLAH demenin bir anlamda ispatıdır da. Dolayısıyla İman’ın gerektirdiği çalışma ve eylemler cahiliye toplumunda hoşnutlukla karşılanmaz. Mutlaka tepki görülecektir. Bu Rasulullah’ın hayatında olduğu gibi bugün de olabilmektedir. Müslüman fertler bu konuda kendisini eğitmeli ve karşılaştıkları bu durumlarda zayıflamamalı istikametlerinden vazgeçmemeli taviz vermemelidirler. Rasulullah (S.A.V.)’e neler denilmişti de zerre miktarı taviz vermemişti. Acaba mı? Dememişti. Kuran ve Sünnetin gereklerini yapanlara Müslüman denilmemesinin başındaki temel sebep toplumun bu kimseleri dinlemesinin önüne engeller koymaktır ki başarıya ulaşabilsinler. Yani vahyin anlaşılmasının önüne set çekmeye çalışmaktır. Müslümanlar bu konuda uyanık ve hassas olmalıdırlar. Yani kendilerini doğru şekilde ifade ettikten sonra Allah’ın takdirine rıza gösterip strese kapılmamalıdırlar.

SENARYOMUZU KİM BELİRLEDİ

Senaryonun baştan sona kadar yazılmış olması rollerin belirlenmiş olması demektir. Ana hatlar belirlenir geriye kalan tali meseleler ana hatlarına uygun olarak dizayn edilir. Burada düşünülmesi gereken husus senin yaşadığın hayatın içerisinde senin için tespit edilen rolü kim belirledi. Allah Azze ve Celle geçmiş ve geleceği şimdiki zamanı istisnasız olarak bilir. Allah’ın ilmine dayanmadan başkaları adına senaryo çizmeye çalışan senaristler mutlak anlamda kendi inanç ve düşüncelerine uygun bir anlamda kendi çıkar ve menfaatlerine uygun senaryolarla toplumun karşısına çıkar. Kime ne rol belirlemişse uymaya zorlar. Bu bazen kral, bazen bir sistem bazen de herhangi bir ideolojik yapı olmaktadır. Ancak az evvel temas ettiğimiz gibi arzuladığı ve yaşanmasını hedeflediği hayata yönelik program ve yaptırımlarla etki etmeye çalışır egemen olduğu topluma. Şimdi başımızı kaldırıp global (Küresel) olarak arzın hangi bölgesine bakarsak bakalım birçok farklı problemin varlığına tanık olmaktayız. Fiziksel olarak ihtiyaçlarımız ortak olmasına rağmen problemlerdeki çeşitlilik sizinde dikkatinizi çekmiştir. İhtiyaçlarımızdan kastım; Yemek, içmek, barınmak, hava teneffüs etmek ve buna benzer bir takım doğal ihtiyaçlar. Şimdi bunun sebebi nedir bunun üzerinde durmaya çalışalım.

Ülke ve toplumların arasına dikenli teller çekilmek suretiyle insan toplumları birbirinden ayrı olarak düzen kurmaya ve egemen olan beşeri sisteme boyun eğdirilmeye zorlandı. Bu çerçevede her sistem kendi toplumuna yine kendi arzularına uygun birtakım senaryolar belirlerdi. Nefsi arzu ve duygulardaki farklılık kendilerine hayat programı belirlenen çağdaş köleler üzerindeki yaptırımlarında değişkenliğine etki etmektedir. Dolayısıyla yaratılmış bir varlığın yine kendisi gibi yaratılmış bir varlığa rol belirlemesi demek kendi aklına göre yaşaması gerektiğini empoze etmek demektir. İnsan her şeyi bilemez. İnsan ruhlarındaki farklılık onları sevindiren, üzen, heyecanlandıran, mutlu veya mutsuz eden şeylerin tamamının tespiti insan adına imkansızdır. Durum böyle olunca düzen zannedilen birçok düzensizliğin meydana gelişi kaçınılmaz olmaktadır.

Hayat programımızı her şeyi bilen zatın Yani Allah’ın belirlemiş olması gerekir ki doğru olan da budur. Yoksa enerji ve kabiliyetlerin imkan ve güçlerin geçici arzu ve menfaatleri elde etme yolunda yok olacağı her akıl sahibi için aşikardır. Müslüman Allah’ın delillerinden etkilenmiş ve içinde bulunduğu topluma etki edendir. O bulunduğu ortama ve gereklerine uyma adına bağlı olması gereken esaslardan sapmaz. Bilakis bulunduğu ortama etki eder, yön verir. Başkalarından etkilenen düşünce ve prensiplerini mahlukatın çizdiği rollerde oynayanların bayağı maksatlarına alet etmez. Allah’ın kendisi için çizdiği rolden razı olan ve bu rolün gereklerini en iyi yapan en iyi Müslümandır. Allah Azze ve Celle fayda ve zarar konusunda doğru ve yanlış konusunda hayır ve şer konusunda istisna olmaksızın her şeyi bilir. Kendisi adına faydalıyı, doğruyu ve hayırlıyı talep eden her akıl sahibi kainat nizamına baksın Allah’ın eksiksiz yaratışındaki ve hükmündeki mükemmelliği görsün de kendisine çizilen rolünde en güzel ve mükemmeli olduğunu anlasın doğru başlangıç bu olmalıdır.

اَلَّذٖي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقاًؕ مَا تَرٰى فٖي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍؕ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
“…Gözünü çevir bir bak bir çatlak (Uyumsuzluk) görebiliyor musun?” (Mülk 3)

İslam nizamı eksiksizdir, mükemmeldir ve düzenlidir. Bir kimsenin şu da şöyle olsaydı daha iyi olurdu diyebileceği hiçbir eksiği yoktur. Çünkü Allah her şeyi bilir. İşte aklımızla az da olsa anlayabildiğimiz Yüce Allah’ın kainat ayetlerindeki mükemmellik şeriatı için de söz konusudur. Bu sebeple Allah’ın belirlediği yaşam şeklinden razı olmak, Allah’ın kulu olmaktan razı olmakla aynı manadadır.

Gündem Tespitindeki Etkenler

Yukarıda girişini yaptığımız bir problemden bahsetmek istiyoruz. İhtiyaçlar ortak fakat problemlerde farklılıklar söz konusu. Peki neden? İşte bu sorunun cevabını bulmak demek fert veya toplumun birçok noktada kendi etkisinin olmadığını fark etmesi için yeterli bir girişim olacaktır. Özel olarak Müslümanların genelde ise bütün insanların gündemini kim belirliyor. Yani bir takım suni problemler tespit ediliyor internet, tv, basın, yayın veya topluma karışan birtakım propagandacılarla bu suni problemler kendilerinin en büyük meselesiymiş gibi kendilerine aşılanıyor. Bu yöntemle yıllardır gündemimizi belirleyen birtakım etkenlerle boğulmuş durumdayız. Tağuti sistemler toplumlara kendi belirledikleri hedeflere yöneltiyor hem de problemin çözümünde en büyük yardımcıları olduklarını söyleyerek yöntem öğretmeyi de ihmal etmiyor. Bu uğurda nice sermayeler tükendi ve niceleri ölüp gitti.

Tağutlar kasten yeni problemler icat eder. Peşinden koşulması içinde bu problem çözülmedikçe rahata kavuşulamayacağı endişesini aşılar. Yeni yeni dertler ortaya koyuyor sonra da diyor ki; sizin şöyle bir probleminiz var, şöyle bir eksiğiniz var bunun çözümü şudur şöyle olmalıdır. Zavallı insanlarda evet böyle diyerek tabi oluyor itaat ettiği sisteme. Bunlardan sıyrılmakla meşgul olan kitle kendi yeteneklerini imha etmekten başka herhangi bir adım atamamıştır. Hem problem üretiliyor hem de bu probleme çözüm getirdiği düşünülen sisteme teşekkür ediliyor, alkışlanıyor, övgüler yağdırılıyor. Zaten bu problemi senin önüne koyan bu sistemdi nasıl böyle bir eylemde bulunabilir bir kimse. Bunun en önemli sebebi hiçbir etkisi olmayan konuşmalarda bulunabiliyor ve yorum yapabiliyor olmasıdır. Ama etkisi olmayan boş eylemlerden öteye geçemiyor bunun farkında değil.

Etki eden faal olan Müslüman olmalıdır. Hem kendi gündemini hem de akıl sahibi insanların gündemini Allah belirlemelidir. Tevhid inancına sahip olmak demek gündemin, düşüncelerimizin, dertlerimizin, hedeflerimizin, gayret ve iradeyi gerektiren eylemlerin Allah tarafından belirlenmiş olmasını gerekli kılmaktadır. Müslüman etki eder ve toplumun nabzını ölçer ve sonrasında Allah’ın emri gereğince tavır sergiler. Fakat başkalarının kendi inancına ve düşüncesine yön vermesine müsaade etmez.

Meşguliyetlerle İşgal Edilen Akıllar

Bir insanın ömrü kaç tatil eder, kaç futbol sezonu, kaç dizi izleyebilir, kaç filme gidebilir. Acaba insan ömrüne sığdırılan, zihinlere çok önemli ve gerekli gibi gösterilen bu şeyler insan ömründen ne kadar çalmıştır. Ya da kaç ömür çalmıştır. Adım adım, saniye saniye, milim milim yaklaşılan ömrün son veya ilk demlerinde feda edilen zaman dilimleri insanın elinde koskoca bir hiç’ten başka bir şey bırakmış mıdır?

Çağın tağutu kitlelere seviyelerine ve imkanlarına göre birtakım vasıtalar tespit etmiştir. Bu tespit edilenler bazen bir toplumun büyük bir kesimini teşkil ederken bazen bir kısmını teşkil edebilir. Kişilerin zafiyet ve maddi potansiyeline göre narkoz miktarı belirlenir. Aksatılmadan ve kişiye bırakılmadan bu aşıyı uygulama konusunda baskı görür bazen sistem bazen de diğer hasta ruhlu fertlerden. Bu onu asla terk edemeyeceği bir esas olarak kabullenene kadar devam eder zaten sonrasında bu aşıyı kendisi talep edecektir.

Portekiz Kralı Salazar’ın da 3 F’si var. “Futbol olmasaydı ben Portekiz’i bu kadar uzun yönetemezdim” sözü de Salazar’a ait..

Nedir Salazar’ın “3-F”si?“Femini – Fiesta – Futbol”Terimlerin tanımlarına bakıldığında;

“FİESTA”nın şenlik veya eğlence,

“FUTBOL”un ayakla oynanan top oyunu,

“FEMİNİ”nin ise kadın demek olduğunu görebiliriz.

Bu sihirli “3-F” formülleri ile Franco “otuz yıl”, Salazar ise “kırk yıl” iktidarda kalmıştır.Peki yaşadığımız bölge ya da asrı konumuzun içine alarak olaya bakarsak bugün hangi F’ler ya da T’ler ya da…… lar hayatımızı işgal etmektedir.

Günümüz insanlarının hayat standartlarını belirlerken kurmuş olduğu ölçüler kimileri için günlük kimileri için haftalık kimileri için aylık sezonluk olarak değişmekte ve budurumda bu ölçülere onun faydasına ya da zararına olup olmadığına bakmaksızın benimsemektedir.
Günlük hayatta: Gününü kurtarabilmek şehvetlerini o gün en iyi şekilde nasıl tatmin ederimin derdine düşmek, kadın, uyuşturucu, para, evde çorba kaynatabilmenin derdine düşmek… vs. bunun gibi birçok sebep mevcuttur.

Haftalık olarak:maç ya da dizi ya da cami ya da eğlence bunların tamamı haftaya programlanmış cumadan cumaya camiye gidenler, Perşembe ya da diğer akşamlar belirli takımların maçları ya da vazgeçemeyeceğini düşündüğü ahlak yoksulluğunun gelişmesindeki en önemli sebeplerden birisi olan diziler. Erkeklere, kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve gençlere ayrı ayrı dizi ve programlar. Bunlar haftalık olarak belirlenir ve o günün gelmesini neredeyse her şeyden çok ister

Aylık olarak: Maaşı bekleyen insan ya da asılda insanlar. Bu kimseler insan olmanın gereği olan hayatla bağları kopmuş sosyal faaliyet ve çevre adına duyarlılığını yitirmiş insani meziyetleri madde uğruna heba edilmiş insanlardır. Mesai üstüne mesai bu ayı nasıl kurtarırım ya da şu telefonu şu bilgisayarı şu arabayı alabilmek için kaç ay çalışmam gerekiyor yada aylık ihtiyaçlarını nasıl tamamlarım diye düşünen robot gibi yaşayan ceset yığınları.

Sezonluk olarak: Biraz daha elit denilen tabakadaki maaşı yüksek olan insanlar. O sene hangi tatil köyünde hangi otelde olmalıyım diyenler. Yani yılı doldurarak kazanmış olduğu meblayı o seneki hayvani ihtiyaçlarını kısa zaman dilimimde boşaltmanın derdindedir. Bir de bu kesime kongrelerde bulunan adının öncesinde prof, doç, md, gibi toplumda tanınmış kişiler de dahildir. Ortak yönleri akıllarının işgal edilmiş olmasıdır. Yüz ya da binlerce insanın bir kişinin makam ve mevkiinde olmayı istemesi onun doğruluğu için ölçü değildir. Özgürce fıtratının gereğini yaşayabiliyorsa özgürdür. Yoksa mutlaka birilerinin kontrolüne girmeye mahkûmdur. Müslüman Allah’ın kendisine gösterdiği hedef konusunda azimle ve gayretle çalışır. İşte çalışanlar bunun için çalışsın sönük ve yok olmaya mahkûm maksatlar için değil.

Vazgeçilmesi Gerekli Hastalık

İşte nükseden hastalıklardan bir tanesi budur. Demek istiyoruz ki; Allah’ın Kitabı ve Rasulün Sünnetinden bilgi almadan herhangi bir konuda adım atmak sapmakla baş başa kalmaktır. Yaptığımız veya hali hazırda meşgul olduğumuz bir amele Kuran ve Sünnetten delil aramaya çalışmak. Kendi içimizde kabullendiğimiz nefsimizde yapmaya azmettiğimiz herhangi bir hususu yapmadan önce araştırmak Allah(cc) ve Rasulünün (Sas) hükmü nedir diyerek danışmak işe doğru başlamak demektir. İnsan nefsi meyyaldir. Yaşadığı olaylardan etkilenir. Bu meseleyi onaylamadan ve kabullenmeden önce Rızayı İlahi’ye uygunluğunu araştırmak kişinin kendi nefsini kontrol altına alması adına en doğru girişim olacaktır.

Cehalet, hiç şüphesiz bütün kötülüklerin başıdır. Bilgisizliğin insanı düşürebileceği alçalışın bir benzerini meydana getirmeye çalışsak en yüksek yerlerden atılmak bile bu alçalışın bir benzerini ortaya koyamayacaktır. İlmin kişiyi veya toplumları taşıyacağı yüce mertebeleri yine ilmin açıklamalarıyla öğrenebiliyoruz. Hz. Ömer (Rah)’ın rivayet ettiği “Allahu Teâlâ bu Kur’an ile kimi kavimleri yüceltir, kimilerini de alçaltır” hadisi de bu manayı teyit etmektedir. Kuran’ı Kerime baktığımızda kaybeden insanların kaybetme, kazanan insanların kazanma sebebi tafsili olarak beyan edilmektedir. Dünyevi meselelerimizde dahi yakın veya uzak tarihte yaşanan olayların nakli veya tecrübelerimiz meşgul olduğumuz işin çözümünde problemlerimize ışık tutmaktadır. Bu gerçeği göz ardı etmek akıllılık değildir. Allah Celle Celaluhu’nun Kitabı Kerimi insan hayatını ilgilendiren her hususta başvurulacak yegâne kaynak olma özelliğini korumaktadır. Dolayısıyla var olmuş, var olan ve ileride var olması muhtemel herhangi bir hususu vahyin açıklamamış olması düşünülemez. Bu, Allah’ın her şeyi kuşatan “İlim” sıfatına olan imanın bir gereğidir. Kullarını asla kendi aciz halleriyle baş başa bırakmamıştır. Maddi yöndeki ihtiyaçlarımızı gideren ve kudretiyle bize rahmet eden Allah Azze ve Celle ruhi ve akli ihtiyaçlarımız hususunda da rahmet etmektedir…

Kuran ve sünnete bakışımız nasıl olmalı sorusunun cevabını Rasulullah (Sas)’in şu hadisinden öğreniyoruz; “Size iki emanet bırakıyorum bunlara sarıldığınız müddetçe asla delalete düşmezsiniz. Bunlar Kur’an ve Sünnettir.”

Kuran’ı Kerimin, Peygamberimiz (Sas) tarafından tebliğ edilmeye başladığı dönemle Kuran’ın böyle bir dönemin başlangıcını emreden ayetleri arasındaki bağı, Rasulullah (Sas)’in Nübüvveti’nin diğer merhalelerinde de görmekteyiz. Yani Tevhidi inancın gereklerini açıklayan Ayetlerle Rasulullah (Sas)’in bu Ayetleri tebliğ ve tefsiri arasındaki mükemmel uyum ve eğitim birliğinden bahsediyoruz. Namazı emreden Allah Azze ve Celle nasıl kılınacağını da Rasulullah (Sas) tarafından bize öğretmiştir. Bu, Allah’ın davetine uygun bir metodun yine Allahu Teâlâ tarafından belirlenmiş olmasıdır.

İslami çalışma yaptığını söyleyen grup ve topluluklar kendisini bu konuda sorgulamalıdırlar. Şöyle ki; Hz. Muhammed (Sas) bugün burada olsaydı nasıl yapardı. Ya da ben O zaman diliminde yaşasaydım nasıl yapmalıydım gibi sorular samimi bir niyetin başlangıç ispatıdır. Daha geniş olarak Rasulullah (Sas) hangi vasıtaları hangi şekilde ve miktarda kullandı. Tebliğ, davet ve eğitim merhalesinde hangi yöntemlere başvurdu. Cahiliye toplumu ile ilişkisi nedir? Nazil olan ayetlerin topluma verdiği yön şu an bana ve bulunduğum topluma da veriyor mu? Gibi cevabı vahyin dışında bulunamayacak sorular. Ehli Sünnet ulemasının bu konudaki açıklamalarına bugün yaptığımız ya da var olan çalışmada başvuruldu mu? Bunlar ancak ilimle tespit edilebilen hususlardır. Yoksa bir çalışma yapmak için birkaç kitap ve birkaç kelime öğrenerek bir yola mı? çıktık. İşte Hastalık burada da kendisi göstermiştir. Bir insanın samimi ve halis olması yanlışlığı değiştirmez. Zekat ve Hac emrini veren Allah(cc) Rasulu vasıtası ile miktar ve zamanını tayin etmiştir. Bu konuda Resulü ölçü edinenler acaba İslami hareketin merhaleleri konusunda da takip ediyor mu? Nasıl ki İnanç ve amel konusunda sapma olabiliyorsa usul ve yöntem konusunda da olabilir. En nihayetinde emekler, imkanlar maddi ve manevi fedakarlıklar yapılıyor. Bunların boşa gitme endişesi bizi bu konuda daha hassas olmaya sevk etmelidir.

Alimler Peygamberlerin Varisleridir

Daha evvel yeryüzünde yaşamış alimlerin hayatları ve istikametleri hakkında konuşmak zor bir iştir. Yine en azından sahip oldukları ilimlere sahip olmak gereklidir. Bu konuya temas etmemizin sebebine geçmeden önce insanların bu konudaki düşünce ve davranışları farklılık gösterir. Kimi tabi olduğu alime toz kondurmazken kimisi de edep ve ahlaka yakışmayacak söylemlerde bulunabiliyor. Kimisi de doğrularına doğru yanlışlarına yanlış diyerek orta yolu tutuyor.

Bu konuyu gündeme getirmemizin sebebi, bugün yaşadığımız toplumda bu alimlerin yazdıkları ve açıklamaları topluma yön veriyor dinin esası ve tali meselelerini bu alimlerin hayatlarından öğreniyoruz. Yaşadığı dönemde İslam hakim miydi? Değil miydi? Bu alimlerin yaşadığı coğrafyada etkisi nedir. Bu dini bütünüyle yaşayan bir kimse miydi? Yoksa bilgileri ezberleyip nakleden bir kimsemiydi bunların iyi anlaşılması gereklidir. Çünkü dinin esaslarını kendilerinin verdiği fetvalarla öğrendiğimiz kimseleri tanımak durumundayız. Bu konunun irdelenmesinin sebebi ders almak ve kendi istikametimiz hakkında doğru tercihi yapmaktır. Yüz yıllardır haklarında malumat sahibi olduğumuz alimler elbette ki değer verdiğimiz önemsediğimiz hatta takip ettiğimiz kimselerdir.

Kendi döneminde zalim, fasık ve İslam’ın hükümlerini uygulamakta zafiyet gösteren zalim idarecilere karşı gösterdiği tepki bir anlamda onun kalitesini ortaya koyacaktır. Allah’ın Rasulü(Sas) Âlimler peygamberlerin varisleridir buyurmaktadır. Bu hadisin gereğince nübüvvetin dışında birçok konuda Resule varis olmuş kimselerdir. Peygamberimiz(Sas) uyma konusunda ne kadar titiz davranmışlar elbette bunları bilmek hakkımızdır. Öyleyse dinimizi kimden öğrendiğimize dikkat etmeliyiz.

Rasulullah (Sav)’ın hayatına baktığımızda insan hayatını ilgilendiren her şeyi görmek mümkündür. Kuran ve Sünnet,işaret, ibare ve delalet yönüyle mutlaka güncel meselelere de ışık tutmuştur. İşte Alim denildiği vakit, Allah’ı bilen, Kitabını bilen, Sünneti iyi anlayan kimseler anlaşılmalıdır. Bu itibarla ilmi oranınca vukufiyeti ve bağlılığı artacaktır. Allah’ı ne kadar tanıyorsa Allah’tan o kadar korkacaktır, ne kadar tanıyorsa okadar sevecektir. Ne derece Kuran’a vakıfsa hükümlerini o nispette uygulayacaktır. Ne derece Sünneti biliyorsa Rasule(Sas) o kadar itaat edebilir. Bu yönleriyle Alimin değeri elbette ki çok büyüktür. Nasıl olmasın ki? Allah Azze ve Celle Bir ayette “Allaha Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.” (Nisa 59) buyurmaktadır. İtaat edilir, sözlerine değer verilir, kendileri sevilir nasıl sevilmesin ki? Kuran ve Sünneti bize öğretiyor. Allah kendi ve meleklerinin isminin yanında Âlimlerden bahsetmiştir Ali İmran 18. Ayette. Eğer Allah katında daha değerli bir varlık olsaydı onun vasfını bildirirdi. Onlar yaratılış amacımızı ve gereklerini öğretirler. Dinin inceliklerini bilerek İslam’a teslim olmuş gönüllere yön verirler. Ümmeti şeriatın gereğince sevk ve idare ederler. Kısacası Rabbani Alimler çok değerlidir. İyi araştırmalı bu dini kimden öğrendiğimi hususunda hassas olmalıyız.

Ulema topluma yön verir. Kıyıda kenarda durmaz. Hele ki beşeri ve tağuti düzenlerin içerisinde yaşamak zorunda kalan bir toplumun içindeyse alimlere burada daha fazla görev düşmektedir. İnsan kitlelerine Hakkı anlatmak Müslümanların gündemini Kuran ve Sünnet kaynaklı başlıklarda belirlemek ve onlara hedef göstermek elbette ki âlimin vazifesidir. Ulema Allah’ın dininin hakimiyeti için sahnede yer alan hem de toplumu bu hususta bilgilendiren eğiten ve yöneten olmalıdır. Rasulullah(Sas) savaşlarda bulunur ve sevk ederdi. Bugün masa başında sadece kitap yazmaya çalışan bir kimsenin ilmi kendisine bile yön vermemiş başkalarına nasıl yön versin.

Müslüman Alim Resule tabi olmuş kimsedir. Müslümanların önderidir. Rasulullah (Sas)’in vazifesi dini yaşamak ve tebliğ etmektir. O halde hangi merhale hangi adımı gerektiriyorsa O’nu yapmak âlimin vazifesidir. Batıl icraat ve girişimlere müsaade etmemek, fesadı önlemek, La İlahe İLLALLAH Kelime-i Tevhidinin hâkimiyeti için çalışmak en önemli vazifesidir. Her âlimin görevi yaşadığı coğrafyada Kuran’ın hangi yönüne ihtiyaç varsa onu açıklamaktır. Rasulullah (Sas)’in vefatından sonraki üç devir fetva ve faziletli amellerin araştırıldığı zaman dilimiydi. Çünkü inanç esasları toplumsal ve siyasal olarak hâkimdi. Bugün bu meselelerle ilgilenmek ciddiyetsizlik ve samimiyetsizliktir. Çünkü amel edecek ve hükümlere boyun eğecek bir toplum mevcut değil. Bugün İslam akaidi ve inanç esaslarının açıklanması zarurettir. İşte âlim demek zamanın siyasetini bilen ve toplumu okuyabilen kişidir. Problemi bilmek doğru çözümü üretebilmek için gerekli ilk adımdır. Hak ve batılın anlaşılması ilimle mümkündür. Her şeyin insanoğluna karışık geldiği doğruyu yanlış, yanlışı doğru kabullendiği bir ortamda hakkı haykırmak en önemli vazifedir. Fakat hakkı gizleyen ilmi dünyevi maaş almak ya da dünyalıklara talip olmak için kullananlar âlim değil bilakis cehennem odunudur. Tarihte ve günümüzde bunun sayısız örnekleri mevcuttur.

Bir hadiste “İnsanlardan iki sınıf var ki, onlar ıslah olursa insanlarda ıslah olur, onlar fesada girerse insanlarda ifsad olur onlar; Âlimler ve idarecilerdir.”[39] Buyrulmaktadır. Herkes dinini kimden öğrendiğine ve kendisini kimin idare ettiğine dikkatle bakmalıdır. İlmin otoritesine boyun eğen fertler çoğaldığında zalim despot ve diktatörlerin düzeni yıkılacaktır elbet.

Hakkı Batıldan Ayırt Edebilmek için Çizgilerin Belirginleşmesi Şarttır

Ebu Huzeyfe(Rah) diyor ki; Kişi adına en büyük fitne Hakla batılı ayıramayacak kadar basiretsiz olmasıdır.

Müslümanlar için en tehlikeli zaman dilimi batılın Hak gibi görünme ihtimali bulunduğu zamanlardır. Hâlbuki Allah Azze ve Celle; “Hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır’’ demektedir. Peki batılın Hak gibi gözükme ihtimalinden kastımız nedir? Hakkı hak olarak bilmeyen toplumlarda batıl Hak zannedilebilmektedir. Yanlış ve İslama ait olmayan fikirler zihinleri meşgul edebilmektedir. İslam’ın şiarı olan birçok amel terk edildiği halde İslam’dan olmayan birçok amel İslam’dan gibi işlenebilmektedir. İçine şirk ve zulmün karıştığı temizin pis pisin temiz zannedildiği bir toplum bulanıktır berrak değil. Batılın en açık seçik olanı olduğu gibi karşına çıkanıdır. İçerisine İslam’ın şiarı olan bir takım amel ve davranışlar barındıran anlayış şüphesiz Hakla batılın birbirine karıştığı anlarda meydana gelir.

Hak tek yönlüdür. Yani olduğu gibi insanın karşısına çıkar ve kendisini delilleriyle ispatlar. Zaten Hak kelimesinin tarifi yapılırken; “Akli ve Nakli hiçbir delille muhalefeti mümkün olmayan gerçekler” denmiştir. Batıl ise böyle değildir. Çeşitli yüzleri ve yönleri vardır. Hakkın dışında kalan her şeyin batıl oluşu da bu sözümüzü teyit etmektedir. Netleşmeyen karışık olan her şey insanı şüphelere ve olumsuz düşüncelere sevk eder. İşte Allah Azze ve Celle hiçbir şeyin kapalı kalmaması, her şeyin apaçık ortaya çıkması için kullarına vahiy ile bir Kitap nazil etmiştir.

Şeytana baktığımızda onun hedefi de buydu hakla batılın birbirine karışması. O diyordu ki; “Beni ateşten onu topraktan yarattın ben ondan üstünüm” Dikkat edilirse şeytanın cümlesinin ilk kısmı doğruydu. Adem(A.s)’ın topraktan yaratılışı, iblis aleyhillane’nin ise ateşten yaratılmış oluşu. Fakat hemen arkasından batılı yerleştirmeye gayret etti “ben ondan üstünüm. İşte önce doğruyu söyleyip sonra batıla hak kılıfı giydirmeye çalışmak şeytanla aynı istikamette olmak demektir. Yanlış istikamette olan bir kimsenin söylediği her söz yalan değildir. Ya da Yahudi veya Hristiyan demek her söylediği söz yalan demek değildir. Allah Azze ve Celle Kitabı Keriminde buyuruyor: “Ey ehli kitap niçin Hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz”

Bu ve benzeri meseleler dün böyle olduğu gibi bugün de böyledir. Şeriata muhalif eylem ve söylemlerin kabullendirilebilmesi için Hakkı kendilerine siper eden batıl ehli hala mevcuttur. Allah Azze ve Celle bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğu gibi dini olan İslam’da tam ve noksansızdır. Hakla batılın tamamen ayrılması demek Hakkın hayatlara hakim olması demektir. Safların netleşebilmesi Vahyin ışığında meydana gelmiş bir topluluğun varlığına bağlıdır. Bu toplum Allah’ın dininin egemenliği için çalışır. Hayatın her safhasına bu dinin hükümleriyle yön verir. Allah’ın kitabından alınmayan hiçbir direktif ve yönlendirme bağlayıcı değildir. Hareket halindeki organize olmuş bir beraberlik bu dinin ana unsurlarındandır. Bu çalışmaya Vahiy yön verir veya böyle bir beraberliği vahiy emreder. Bu topluluk İnanç, ahlak, ibadet ve sosyal yaşantılarında Kuran’ın Ahkamından başkasına yönelmez. Safların ayrılması hayatların Kuran istikametinden ayrılmamış olmasıyla başlar ve bu çizgi, böyle de korunmaya devam eder.

Tağuti sistemlerin egemen olduğu toplumlarda Hakla batıl birbirine karıştırılmaya çalışılmaktadır. İslam’a ait bazı ahlaki ve ameli prensipler kabul edilirken esası sayılan Uluhiyyet ve Rububiyet konusunda yaratılmışlara yetkiler verilebilecek kadar sapıtmış bir toplumdur. Bu dinin ana hatları, beşeri sistemin izin verdiği kadarıyla aktarılır topluma. Böylece içerisine biraz Kuran’dan alınmış bazı hükümlerin bulunduğu, birazda insanların arzuladığı hükümlerin karışımından oluşan bir hayat tarzı meydana getirilir.

Hayatlara Egemen Olması Gereken Tek Kelime “Kelime-i Tevhid”

“La İlahe İLLALLAH” Bir çağrıdır, bir davettir. Genel olarak yaşadığımız coğrafyaya baktığımızda bu kelimeyi bazen duyabilmekteyiz. Son zamanlarda daha da fazla karşılaştığımız bu üstün kelimenin manasını anlayanlar olduğu gibi anlamayanlar da mevcut. Sözümüz o kimseyedir ki bu kelimenin manasını bilen en azından davetin esasını anlayan kimselerin bu kelimenin gereklerini yapmada gösterdiği zafiyetlerdir. Mana ve muhtevası hakkında malumat sahibi olunduğu kadar hayatta karşılığı maalesef görülememektedir. Allah’tan başka İlah yoktur ya da Rabbim Allah’tır demek bu işin başıdır. Fakat bu kabullenişin gerekleri vardır olmazsa olmazları vardır. Kelime-i Tevhid dendiğinde Allah’ın kulları üzerindeki egemenliği ve otoritesi anlaşılır. Yani Allah’a boyun eğdirilen hayatlar vardır demektir. Peki bunu gerçekten hayatımız itiraf edebilir mi? Bedenine konuşma yeteneği verilseydi bu sabah öğlen ikindi akşam veya yatsı ya da bu vakitlerin arasında hangi hükümle amel ettin ya da etmek için gayret ettin. Son zamanlarda Tevhidi açıklayan kitapların yaygınlaşmış olması bizlere Allah’ın bir rahmetidir. İhtiyaç sahibi olan muhtaç olan bizleriz.Sanki bu kelimeyi kabullenmekle haşa Allah’a iyilik mi? yapılmış oluyor? Kesinlikle hayır der gibisiniz. Peki gereğince amel etmekte bizim için değil mi? Ya da bu kelimeyi kabullendiğimizin ispatı değil midir?

Üzerimizden Allah’ın egemenliğinin dışında başka hiçbir otoritenin olmaması gerektiğini duyuruyoruz, davet ediyoruz. Peki hayatımızın kaçta kaçı bu kelimeye göre tanzim edilmiştir. Kaygılarımız, korkularımız, sevgilerimiz bu kelimeyi kabullenmeyen kimselerle aynımı? Onları üzen, rahatsız eden şeyler bizi de üzüyor mu? Gündelik problemlerimizin çözümünde en son ne zaman Kuran hayatımıza ışık tuttu. Allah’ın tek ve eşiz İlah olduğunun alametleri ve tezahürleri üzerimizde görülmelidir. Sadece O’ndan korkma O’nu sevme, Allah’ı hayata karıştırma, niyetlerde O’nun rızasını arama O’nun için her şeyden vazgeçebilmek gibi yönleriyle Tevhid ne derece hayatımıza hakim olmuş bir sorgulamalı değil mi?

Bizi gördüklerinde bizimle hayat bulması gereken insanlar sönük, donuk ve kalıplaşmış davranışlarımızla yeis vaat etmekten öteye geçilemiyor. Halbuki Allah buyurmuyor mu?

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتاً فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُوراً يَمْشٖي بِهٖ فِي النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَاؕ كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرٖينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse karanlıklar içinde bocalayan ve oradan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? (Enam 122)

İşte bize Allah tarafından verilmiş bir nur vardır. Bu nurla önümüz aydınlık yolumuz geniş ve sağlamdır. Ancak dinamik ve hareketli, canlı ve azimli insanlar bu yolda yürüyebilir. Allah’ın kitabında olduğu bilinen ve Resulün kendisi hakkında Allah’ın razı olduğunu haber verdiği hiçbir haberi birbirinden ayırmadan samimiyet ve ihlasla uygulama çalışmak Allah’ın yardımına sebep olacaktır. Kendini Allah’a ancak tevhid ehli adayabilir. Bunun yolu da Rabbimizle geçireceğimiz vakitlerimizin çok oluşuna bağlıdır. Allah ile geçirilecek en güzel vakit O’na ibadet etmektir.

 

SONUÇ;

Bu eser de Peygamberlerin gönderiliş gayesi,Peygamberlerin çağrısına icabet etmenin ne demek olduğu ve O’nlara karşı çıkanların,davetlerine icabet etmeyenlerin akıbetlerini izah etmeye çalıştım.

Allah azze ve celle okuyanların Hakikati anlamasında yazılanları vesile kılsın.AMİN

Doğrular İslam’a,yanlışlar bana aittir.

Rabb’im Hakkı Hak bilip Hakk’a sarılan,batılı batıl bilip batıldan uzaklaşan kullarından olmayı nasib etsin.

[1]Tefhimu’k-Kur’an – Mevdudi – İlgili ayetin tefsiri

[2]Tefhim’ul Kur’an – Mevdudi – İlgili ayetin tefsiri

[3] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – İlgili ayetin tefsiri

[4] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – Sad/4-7

[5] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – İlgili ayetin tefsiri

[6]Tefhimu’l – Kur’an – Mevdudi – İlgili ayetin tefsiri

[7]Tefhimu’l – Kur’an – Mevdudi – İlgili ayetin tefsiri

[8]Tefhimu’l- Kur’an – Şuara/24 Tefsiri

[9]Tefhimu’l Kur’an – İlgili ayetin tefsiri

[10] Müslim – Cennet/63

[11] Tefsir-i Kebir Mefatihu’lĞayb – Fahreddin er-Razi – Sad/71-85 tefsiri

[12] Fi Zilali’l Kur’an – İlgili ayetlerin tefsiri

[13]Tefhimu’l – Kur’an – Yunus/83 tefsiri

[14] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – Taha/63 Tefsiri

[15]Tefhimu’l – Kur’an – Bakara/174 Tefsiri

[16] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – Bakara/174 Tefsiri

[17]Tefhimu’l Kur’an – Mevdudi – Muminun/72 Tefsiri

[18]Tefhimu’l Kur’an – Mevdudi – Yasin/21 Tefsiri

[19] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – Muminun/72 Tefsiri

[20] Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı M.H. Yazır – Yasin/21 Tefsiri

[21]Tefhimu’l Kur’an – Mevdudi – Tur/40

[22] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – Furkan/56-57 Tefsiri

[23] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub- Yusuf/105-106 Tefsiri

[24]Tefhimu’l – Kur’an – Mevdudi(rha) ilgili ayetin tefsiri

[25] Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı H. Yazır – Lokman/13 Tefsiri

[26] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – Enam/55 Tefsiri

[27] Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı M.H. Yazır – Kehf/14 Tefsiri

[28] Tefsir-i Kebir – İmam Razi – İlgili ayetin tefsiri

[29]Tefhimu’l Kur’an – Mevdudi – İsra/81

[30] Fi Zilali’l Kur’an – SeyyidKutub – Muhammed/7

[31]Tefhimu’l Kur’an – Mevdudi – Muhammed/7, Al-i İmran/52 Tefsiri

[32] Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı H. Yazır – Muhammed/7

[33] Tefsir-i Kebir – İmam Razi – Muhammed/7

[34]Fi’zilal’i Kuran Seyyid Kutup (Lokman 32)

[35] Elmalılı M.Hamdi YAZIR(Müzzemmil 10 tefsiri)

[36] Buhari İman 4, Ebu Davud, Nesai İman 9

[37]İbn İshak, İbn Hişam, c. 1, s. 367,  İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 84 M. Asım Köksal, İslam Tarihi

[38]Abdurrezzak, c. 5, s. 386, Buhârî, c. 4,s. 254, Muhibbüt-Taberî, c.1, s. 82

[39]Kenzulummal 10/ 191

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.