sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Resûlullah (S.A.V.)’İn, Ebû Eyyub’un Evindeki Misafirliğinden Bir Sahne | Siyer Programı – 28. Bölüm

Resûlullah (S.A.V.)’İn, Ebû Eyyub’un Evindeki Misafirliğinden Bir Sahne | Siyer Programı – 28. Bölüm

Resûlullah (S.A.V.)’İn, Ebû Eyyub’un Evindeki Misafirliğinden Bir Sahne

               Ebû Bekir bin Ebi Şeybe, İbn îshâk ve imam Ahmed bin Han-bel birbirine benzer ifâdelerle, çeşitli tariklerden şunu naklediyorlar:

               Ebû Eyyûb, Resûlullah’ın kendi evinde misafir kaldığı günleri anlatırken şöyle dedi: «Resûlullah evime indiği zaman, evimin alt-katına inmişti. Ben ve hanımım Ümmü Eyyûb, yukarıda bulunuyor­duk. Ben, Resûlullah’a: «Babam, anam sana feda olsun yâ Nebiyyal-lah! Ben, benim yukarında olmamı, senin de altımda bulunmam, hoş görmüyor, ağır bulunuyorum. Sen yukarı çık, yukarıda ol! Biz inelim, aşağıda bulunalım» dedim. Hz. Peygamber: «Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize daha uygun ve elverişlidir» buyur­du. Ebû Eyyûb rivayetinde devamla diyor ki; Resûlullah, alt katta oturdu. Biz de evde onun üstünde bulunduk. O sırada, içinde su bulunan testimiz kırıldı. Resûlullah’ın üzerine damlayıp, onu rahatsız etmesinden korkarak, ben ve hanımım Ümmü Eyyûb, tek örtüne­ceğimiz kadife yorganımızı, hemen suyun üzerine bastırdık. Ben, uta­narak Resûlullah’ın yanma indim. Resûlullah, yukarı çıkıncaya ka­dar, ona ricada bulundum.

               Yine Ebû Eyyûb anlatıyor:

               Biz, Resulullah’a daima akşam yemeği yapıp gönderirdik. Kala­nını bize geri çevirdiği zaman, ben ve hanımım Ümmü Eyyûb, Re­sûlullah’ın elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bun­dan bereket umardık. Yine bir gece, yapıp, gönderdiğimiz soğanlı ve sarımsaklı yemeği, Resûlullah geri çevirmişti. Onda elinin izini göremeyince, feryad ederek yanına gittim ve: «Yâ Resûlâllah! Ba­bam, anam sana feda olsun! Sen, akşam yemeğini geri çevirdin. Fa­kat onda elinin izini göremedim. Hâlbuki ben ve Ümmü Eyyûb, geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bun­da bereket ummaktaydık» dedim. Bunun üzerine Resûlullah: «Bu sebzede ağır bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben, melekle fısıldaşan bir kişiyim. Ama siz onu yeyinizl» buyurdu. Biz de ondan yedik. Ama, bir daha, onun yemeğine soğan ve sarımsak koyma­dık[1][117].

Dersler ve İbretler

               Biz, geçmiş bölümlerde, müslümanlunn Habeşistan’a hicret et­melerini açıklarken; İslâm’daki hicretin mânâsından bahsetmiş vo o zaman, özet utarak demiştik ki; Allah Çello Celalühû, akide ve dinin kudsiyetini herşeyin üstünde kılmıştır. Akide ve dinin pren­sipleri yok olma tehlikesiyle karşılaşınca; malın, mevkinin, yerin ve yurdun hiçbir kıymeti kalmaz. Bunun için Ailahü Teâlû kullarına, akide ve İslâm uğrundu -gerekliği zurnan- butun bunları fudd üt­melerini, farz kılınıştır.

               Biz önceki konularda da demiştik ki; Allah’ın evrendeki kanu­nu, gerçek din ve düzgün akidede kendini gösteren mânevi kuvvet­lerin, maddi kazançları ve güçleri korumasını gerekli kılar. Bir üm­met, ahlaki yönden ne kudur zengin, hakiki dine do ne kadar bağ­lı olursa; o ümmetin, vatanda, inalda ve şerefte kendini gösteren maddî gücü daha sağlam, daha çok ömürlü vo her yöndün daha güç­lü olur. Yok eğer bu ümmet, ahlâki yönden yoksul, inunç yönün­den şaşkın ve sarsıntılı ulursa; yukarıda saydığımız şeylerde kendini gösteren, maddi gücü çabuk elden çöküntüye ve evâle doğru yak-İaşır. Ve yine demiştik ki; tarih buna en büyük şahittir.

               Cenâb-ı Hak, gerektiği zaman, din ve inanç uğrunda nıah mülkü feda etme prensibini farz kıldı. Müslümanlar, bu prensipten do­layı malı, canı ve vatanı kendilerine saklarlar. Gerektiği ilk anda da onları terkederler.

               Hicret, zahire göre, vatanı terk ve yitirme şeklinde olsa da, işin hakikatında vatanın korunması ve garanti altına alın­ması demekti. Birşeyin korunması şeklinde ortaya çıkan nice du­rumlar vardır ki, onu terketıne ve ondun vazgeçme şeklinde kendi­ni gösterir. Resulullah (s.a.v.), hicretinden birkaç yıl sonra; kendi­sini gözetim altında tutanlardan ve onu öldürmek maksadıyla et­rafını kuşatanlardan hiçbiri kurşisına çıkma cesaretini bile gösteremez, kendisi eskisinden daha «üçlü, her yönden daha üstün olarak -devletini ve binasını kurduğu dinin üstünlüğü ile- çıkarıldığı vata­nına tekrar geri döndü.

               Şimdi biz, yukarıda sunduğumuz hicret olayı üzerinde düşün­meye dönelim ve o olaydan her Müslüman için önemli olan ahkâm ve İşaretleri çıkaralım:

               1- Hicret olayından bize görünen en bariz şey, Resûlullah’ın bu kutlu yolculukta kendisine arkadaş olması İçin sahâbe-i kiram­dan bir başkasını değil de, Hz. Ebû Bekir’i seçmesi ve geri kalmasını istemesidir.

               İslâm âlimleri, bundan Resûlullah (s.a.v.)’ın Hz. Ebû Bekir’e kar­şı beslediği sevginin hududunu, ashabından, kendisine en yakın ola­nı Ebû Bekir olduğunu ve kendisinden sonra hilâfete en uygun olan larının yine Hz. Ebû Bekir olduğunu çıkarmışlardır. Resûlullah’ın hastalığı sırasında, halka namaz kıldırmak için, Hz. Ebû Bekir’i ye tine ta’yin etmesi ve Hz. Ebû Bekir’in dışında başkasının namaz kıldırmaması için ısrar etmesi gibi birçok durumlar bu işareti destek lemektedir. Şu hadîs-i şerifteki mânâ da böyledir: -Eğer ben dost edinmiş olsaydım elbetteki Ebû Bekir’i dost edinirdim[2][118]».

               Gerçekten Hz. Ebû Bekir, Allah’ın kendisine ikram buyurduğı bu meziyyeti taşımaktaydı Hakikaten o sadık, hem de Resûlullah uğrunda mâlik olduğu şeylerin hepsini ve canını feda eden bir ar kadaş örneğiydi. Biz onun mağaraya önce girme hususunda naşı ısrar ett’ğini görmüştük. Çünkü o, mağaranın içinde yırtıcı hayvan veya yılan, ya da insana zararlı yaratık bulduğu takdirde, kendi sini Resûlullah için feda etsin diye bunu yapmıştı. Ve yine biz onuı bu uzun ve yorucu yolculukta, Resûlullah’a hizmet uğrunda malın oğlunu, kızını, kölesini ve koyunlarının çobanını nasıl seferber etti ğini görmüştük.

               Yemin ederim ki, Allah’a ve Resulüne İman etmiş her Müslı manın böyle olması gerekir. Bunun için Allah’ın elçisi şöyle buyı ruyor: «Sizden hiçbiriniz, beni, çocuğundan, ana-babasından ve bi tün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz[3][119].

               2- Bazan bir Müslümanın; Resûlullah (s.a.v.)’ın hicreti ile Hz. Ömer bin el-Hattâb’ın hicretini mukayese etmek ve kendi kendine şöyle bir soru sormak aklına gelir: Niçin Hz. Ömer korkmadan çekinmeden, müşriklere meydan okuyarak, açıkça hicret etti de, Resûlullah (s.a.v.) gizlice ve her türlü tedbiri alarak hicret etti? Yoksa Hz. Ömer, Resûlullah (s.a.v.)’dan daha mı cesur oluyor?

               Cevaben: Gerçekten Hz. Ömer’in veya Resûlullah dışında, herhan-ji bir Müslümanın yaptığı işlere şeriatta delil olmayan şahsi işler nazarıyla bakılır. O kişinin, kendi zevkine uygun, Allah’a olan ima­nı ve cesaretinin kuvveti ile uyuşan metodlar, yollar ve araçlar ara­sında, dilediğini seçme hürriyeti vardır.

               Ama Resûlullah böyle değildir. O kanun koyucudur. Yâni din ile alâkalı işlerinin tümü bizim için kanun olarak kabul edilir. Bun­dan dolayı -Teşri’» kaynaklarının ikincisi olan Uesûl’ün Sünneti; onun sözlerinin, davranışlarının, hususiyet ve takririnin tümüdür. Hz. Ömer’in yaptığının aynısını, Hz. Peygamber (s.a.v.) yapmış ol­saydı, halk bunun farz olduğunu zannedecekti. Ve yine tedbir ve sakınmaya başvurmanın, korku ânında gizlenmenin caiz olmadığı­nı zannedecekti. Hâlbuki bu dünyada her ne kadar, sebeblerin Al­lah’ın yaratması ve iradesi ile meydana geldiği şübhe götürmez bir gerçek ise de; yine de Allah şeriatının sebeblerin ve müsebbebatın gereği üzere kurmuştur…

               İşte bunun için Resûlullah (s.a.v.) bu gibi işLe, beşer aklının gösterdiği maddi yollan ve sebebleri kullandı. Hattâ Resûlullah (s.a.v.) bu yollardan hepsini kullandı, hiçbirini terketmedi. Bunun için Hz. Ali’yi kendi yatağında yatması ve onun elbisesini giymesi için geri bıraktı. Ayrıca düşmanların tahmin bile edemedikleri dağ yollarında kendisine kılavuzluk etmesi için iyice güvendikten son­ra, müşriklerden birinin yardımına başvurdu. Akla gelebilen mad­di tedbirleri hazırlayın caya kadar mağarada gizlenip üç gün bek­ledi. Bütün bunları, şunu açıklamak için yaptı: Allah’a güvenmek, ilâhi hikmetin olmasını murad ettiği şeye maddi vasıtaları sebeb olarak kullanmaya aykırı değildir. ‘

               Resûlullah’ın böyle yapması, kendi hayatından korkmasından veya Medine’ye ulaşmadan önce müşriklerin eline düşme endişesin­den dolayı değildir. Buna da delil şu olaydır: Resûlullah (s.a.v.) bü­tün tedbirleri aldıktan sonra, müşrikler, mağaranın etrafını kuşat­tılar, Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir de içerdeydiler. Müşrikler­den biri eğilip bakacak olsaydı, onları oracıkta görürdü. Bu sırada Hz. Ebû Bekir’in kalbini korku bürümüştü. Bunun üzerine Resûlul­lah: -Yâ £bâ Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen sonucun ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanıyorsun!» bu yurarak onu teskin etti. İşte bu olay, onun korkmadiğına delildir. Hâlbuki, güvendiği bu tedbirler işlemez hale geldiğine Eöre. onun kor­ku ve ürperti duyması pek tabii idi.

               O halde, Hesûlullah’in aldığı bu tedbirlerin hepsi, yapması ge­reken teşrii bir görevdi. Bütün bu tedbirleri uygulama sona erince, her işte itimadın yalnızca Allah’a olması gerektiğini nıüslümanla-ra öğretmek için, kalbini Allah’a bağlayıp Ü’nun levfik ve himaye­sine dayandı. Yine bu durum. Yüce Allah’ın kâinatta yarattığı «se-beblere riayet» etmeye aykırı düşmez.

               Sözünü ettiğimiz bu hususta, yine en bariz delillerden biri de, Sûrâka’nın Resûlullah’a iyice yaklaştığı ve onu üldürmek isteğiy­le arkasından yetiştiği zanmii; Hesûlültah’ın o anki tavrıdır. Hesû-lullah (s.a.v.)’nı. Sürâka’mn kendisine ulaşmakta acele etmesinden dolayı korku duyması, başvurduğu tedbirlerin tümünün gereğiydi. Hâlbuki İtesûlullah Is.a.v.). Uabbi İle nıünûcata vo Kuran okuma­ya dalmıştı. Çünkü o, biliyurdu ki; kendisine hicret etmeyi em reden Allah, İnsanlardan kendisine gelecek zararı önleyecek ve K.-tab-ı Mübİn’de açıkladığı gibi onların şerrinden kendisini koruya­caktır!.. .;

               3- Yanında bulunan emanetleri sahiplerine vermek için Hz. Ali’nin, Resûlullalı’ (s.a.v.)’dan geri kalmasında, müşriklerin düştük­leri acâip tenakuza açıkça işaret vardır. Aynı zamanda müşrikler Hz. Peygarnber’İ yalanladıkları, onu bir büyücü veya hitaba?, ola­rak güldükleri halde, etraflarında doğruluk ve güven bakımından ondan daha iyisini bulamıyorlardı. Bunun için de kıymetli malla­rını, saklanması gereken eşyalarını yalnızca onun yanına koyuyor­lardı. Bu durum da gösteriyor ki.onlaım inkârları, llesüluilah’in doğruluğundaki kuşkuları sebebiyle değil, ancak kibirlerinden,. Resûlullah’ın getirdiği Hakkı boğmak işlemcilerinden, kendi baş­kanlık ve hükümıanlıklarının ellcrindon çıkucugı korkusundan do­layı İdi.

               4- Hz.Ebû Bekir (r.a.)’in oğlu Abdullah’ın haberleri topla­yıp, Resûlullah’a ve babasına naklederek, Mekke ile mağara ara­sında gidip gelirken gayrette, kızkardeşi Esma (r.a.)’nın bu yolculuk için gerekli şeylerin hazırlanmasına katkıda bulunma­sında ve yiyecekle bineği hazırlamada gösterdiği gayrete, Müs lüman gençlerin -erkek ve kadın olarak – Allah yolunda İslam pren­siplerini gerçekleştirme ve İslâm toplumunu kurma uğrunda nasıl olmaları gerektiğini görüyoruz. Bir Musluman nefsine hâkim olarak kendisini ibâdete vermesi yeterli değildir. Bilâkis, İslâm uğrunda çalışarak, her yönüyle, tüm gayretini ve gücünü sarfetmesi, üze­rine vâcibdir. Her zaman ve her asırda İslâm’ın ve müslümanlann hayatında, gencin rolü bu olmalıdır, Resülultah (s.a.v.)’ın davetinin ilk yıllarında yaptığı cihad, etrafında bulunan kişiler gözönüne getirildiği zaman, büyük çoğun­luğunun henüz delikanlılık çağını geçmemiş gençlerden olduğu gö­rülecektir… Bu gençler, islam toplumunun kurulması ve İslâm’ın za­fere ulaşması için onu güç ve takatlarını seferber etmede ellerin­den geleni esirgemediler.

               5- Sürâka. Resûlullah’a yetiştiği sırada kendisinin ve atının başına gelenlere gelince; Onların Resûlulluh’â ait büyük bir mu­cize olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Buharı ve Müslim başta ol­mak üzere hadis İmamları bu olayın sıhhat ve nakli üzerinde İttifak etmişlerdir, Bu mucizeyi de daha önce sözü edilen diğer mucizelere ilâve edebilirsin.

               6- Resûlullah’ın hicret olayındaki hârika ve mucizelerin en barizlerinden biri de; .müşrikler evinin etrafını kuşatmış, kendisini Öldürmek üzere gözetliyorken; onun kendi evinden çıkıp gitmesi­dir. Müşriklerin tümünün gözlerini uyku kapatmıştı da onlardan hiç­biri, Resûlullah’ın çıkıp gidişinin farkına varamamıştı. Rcsül-i Ek­rem, Yüce Allah’ın: -Biz: hem önlerinden bir sed, hom arkalarından bir sed çektik. Böylece onu salıverdik. Artık görmezler[4][120]» âyetini okuyarak çıkıp gitfiği zaman, müşriklerin başına saçtığı topraktan gözlerinin dolması, kendi hayatı üzerine verdikleri kararla alay et­mesi demekti.

               Bu mucize Mekke müşrikleriyle, her zaman ve her asırdaki di­ğer müşriklere, Resûlullah’ın ve ashabının din uğrunda onlardan gördükleri her çeşit eza ve cefaların belirli bir dönem İçin olduğu­nu, yâni Yüce Allah’ın peygamberi ve müslümanlan terketmediğini; zaferin, onların yüzünden uzaklaşmadığını açıklayan ilâhi bir ilân mesabesinde olmuştu. Müşriklerin ve tüm din düşmanlarının bunun­la sevinmeleri ve bunu kendilerine bir müjde Kaymalım gereksiz­dir. Çünkü Allah’ın nusreti yakındır ve bu nusretin yolları nerdeyse her an tahakkuk etmektedir.

               7- Medine-i Munevvere nin Rasûlullah’ı karşılayişın dakî tublo; çoluk çocuk, kadın-erkek tüm Medine halkı kalblerinden fışkıran coşkun sevgiyi bize gösteriyor. Medineliler her gün, şehrin dışına çıkıyorlar, güneşin harareti altında, Resûl-i Ekrem’in gelmesini bekliyorlardı. O gün de akşam olunca, ikinci günün sa­bahında tekrar gelip beklemek üzere geri dönüyorlardı. Kutlu yol­cu ufuktan görününce, gönüllerindeki sevgi duyguları coştu ve dil­leri çözüldü. Resulullah’ın gelişine ve onu gördüklerine sevinerek kasideler ve şiirler söylemeye başladılar. Resûlullah da, aynı sevgi ile onlara karşılık verdi. Hattâ Neccâr oğullarının kızları etrafında kendi gelişine şarkılar söyleyip şiirler okurken; o da onlara bakıyor ve: «Beni seviyor musunuz… Vallahi kalbim sizin sevginizle dolu» diyordu…

               Bütün bunlar bize gösteriyor ki; nesülullah sevgisi yalnızca ona uymak da değildir. Bilâkis, Resûlullah sevgisi, ona uymanın teme­li ve sebebidir. Kalbdc muhabbet duygusu olmasaydı, elbetteki amel­de ona uymaya sevkeden bir etken bulunmazdı.

               Resûlullah sevgisinin ona uymak ve onu takip etmekten başka anlamı olmadığını sananlar yanılmışlar. Hâlbuki, -Bir kişiyi takib etmek ve ona uymak ancak bir sempati ve içlen gelen bir temayül ile olur» gerçeğini fark edememişlerdir. Duygulan coşturan, hisle­ri harekete getiren, kalbe kök salmış sevginin dışında, kişiyi başka­larına” uymaya sevkedecek bir faktör yoktur.

               Bunun için Resûlullah, kalbin peygamber sevgisi ile dolu ol­masını, imanın ölçüsü yaptı. Çünkü, peygamber sevgisi, çoluk-çocuk ana-baba ve insan sevgisine üstün gelmiştir. Bu da gösteriyor ki,” Resûlullah sevgisi, evlât ve ebeveyn sevgisi gibidir. Yâni her ikisi­nin de yeri kalb ve gönüldür. Yoksa mukayese olamazdı.

               8- Resûlullah’ın, Ebû Eyyûb el-Ensari’nin evinde ikameti sıra­sında gördüğümüz fabloya gelince; o bize, ashabın Resûlullah’a kar­şı gösterdiği sevginin bir başka şeklini sergiliyor. Burada bu tablo­dan aklımıza gelen ilk düşünce; Resûlullah (s.a.v.) yemeğinin arta kalan kismnı geri gönderdiği vakit, Ebû Eyyûb’un ve hanımının, Resûluîlah’ın yemek labağındaki parmak izlerinden bereket umma­ları hususudur. Bu duruma göre, Hz. Peygambcr’in asarı (kullan­dığı eşya vs.) ile teberrük etmek (onlardan bereket ummak), biz­zat Resûluîlah’ın takrir buyurduğu meşru bir iştir.

               Buhârî ve Müslim; Sahâbe-İ Kirâm’ın, Hz, Peygamber’in âsân ile teberrük ötmeleri, o âsûr ile hastalara şifâ dilemeleri veya yar­dım istemeleriyle ilgili olayları rivayet etmişlerdir.

               Buhari nin Kitâbü’l-Libâs bahsinde, (Resûlulîah’ın saçından bah­sedildiği bâbda «Hz. Peygamber’in hanımı Ümmü Seleme, Resû­lullah’ın saçlarından bir miktar saçı bir şişe içinde koruyordu. Sahâbe-i Kiram’dan birine nazar değse veya başına bir musibet gelse, hemen Ümmü Seleme’ye içinde su bulunan bir kap gönderir. O da bu saç tellerini suya batırır, sonra bu suyu alır, şifa dileyerek ve bereket umarak içerlerdi» diye rivayet ettiği hadis bunlardan bi­ridir.

               Bunun bir başkasını da Müslim, -Kitâbü’l-Fezâil bahsinde, Hz. Peygamber’in terinin hoşluğu babında şu hadîsi naklediyor; Enes bin Mâlik anlatıyor; «Resûlullah (s.a.v.), Ümmü’Süleym’in evine gi­rer ve Ümmü Süleym içinde yok iken, onun döşeği üzerinde gündüz uykusuna yatardı. Hz. Peygamber bir gün yine geldi ve Ümmü Süleym’in döşeği üzerinde gündüz uykusuna yattı. Biraz sonra Üm-Süleym geldi. Hz. Peygamber de terlemiş ve teri de döşeğin üstün­de bulunan bir deri parçası üzerine toplanmış halde idi. Ümmü Süleym kıymetli eşyalarını koyduğu küçük sandığını açtı, hemen bir bez parçasına bu birikmiş teri i.irip, almaya ve sonra da cam veya sırçadan yapılmış kabları içine sıkmaya başladı. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.v.) uykusundan uyandı ve: «Ne yapıyorsun yâ Ümmü Süleym?- diye sordu. O da: -Yâ Resülallah! Biz çocuklarımız için bunun berekitini ümid ediyoruz- dedi. Resulullah: «İsabet et­tin- buyurdu[5][121].

               Yine Buhari ve Müslim’de; Sahâbe-i Kirâm’ın, Resûlullah’ın abdest suyuna koştuklarını, onun elbise vo bardak gibi vücut âzalarının değdiği, birçok eşyadan hayır ve bereket umduklarını riva­yet eden hadisi şerifler bulunmaktadır”.[6][122]

               Resulullah’in maddi eşyalarıyla tevessül etmenin durumu bu olunca, onun Allah katındaki mevkii ve âlemlere rahmet olarak gön­derilişi ile tevessül etmenin durumu nasıl olur?

               Bizim, tevessülü teberrüke kıyas ettiğimiz sanılmasın ve mes’elenin kıyas yolu ile halledileceği de sanılmasın. Çünkü -Tevessül ve Teberrük» aynı anlama gelen iki kelimedir. Bu da birşeyi aracı kılarak hayır ve bereket ummaktır. Bu durumda Resûlullah’ın Al­lah katındaki mevkiinden tevessül, Asarı ile tevessül, yahut artığı veya elbiseleri ile tevessül hükmü sahih hadislerde sabit olan genel anlamda tevessül nev’İnin şümûlündekl cüzlerdir. Bu cüzlerin hepsi de usûl ulemasının «Tenkıhu’l-MenU dediği metodla nasların şü­mulüne dahildir[7][123].

               Hz. Pcygnmber’in Medine-i Mürievvere’de, yeni toplumda yap­maya başladığı güzel İşlerden bahsedebilmek için, hicret olayından bu kadarcık açıklamakla yetinelim. [8][124]

[1][117] Ibni Hacer, el-îsabe: c. 1, s. 405; İbn Higâm, SlyruL: 1/49; İnmm Ahtııed. MUs-ned; 2Û/292.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 192-193.

[2][118] Müslim: 7/105.

[3][119] Bu hadis müttelekun aleyhtir.

[4][120] Yâsin suresi, ayet: 9.

[5][121] Müslim, Kttab-i Fezâtl.

[6][122] Şeyh Nasır el-Kbânt, bu gibi hadislerin bu asırda hiçbir faydası olmadıfcı go-rUşünU İleri sürüyor. Bu görüşünü Üslad Muhanımcd el-Munlasir tl-Kettanİ’-nln, Şeriat Fakültesi öğrencileri İçin seçmiş olduğu lıadfeler üzerine yaptığı tenkldde zikrediyor. Biz bu sözün bir nıüslUmanın ağzına yakışmadığı ve çok tehlikeli olduğu görüşündeyiz. Resûlullah’m söyleri, fiilleri ve takrirleri şe­riatta kaynaktır. Onların şeriattaki kaynak oluşları, sahih bir hadisin veya Kur’ân’m neshi olmadıkça kıyamete kadar devam edecektir. Teşrii fayda­ların en önemlisi ve ılellli, hikmetleri öğrenmek gereğine İnanmaktır. Uu sahih ve sağlam hadis-l şerifleri ne Kur’&ıı-i Kerim, ne de onlar giiıl bir sünnet yürürlükten kaldırmamıştır. Onların Tesrii muhtevaları kıyamete ka­dar lift kidir. Hu demektir ki. Hesülullah’ın Allah katındaki mrvklslylu tevekkül etmekten başka onun asan tlc tevessül ve tcbcrrUk etmeye de bir engel yok­tur. Bu husus, zamanla birlikte devam edecektir ve meşrudur. Bununla be­raber bu asırda onların hiçbir faydası yoktur, nasıl denilebilir?

Zannederim ki, onların faydalarını. Üstad Şeyh Nasırın görücü ile hü­kümsüz kılan sebeb, bu hadislerin tevessül konusundaki kendi görücüne teis düşmesidir. Ancak bunlar tek başına bilindiği gibi onların neshi ve fayda­larının sona ermesi için yeter aebeb değildir!..

[7][123] Tenkibu’l-Menât: Kıyasa mevzu olan hftrilııede ltUknıe İllet olmtısı umıılnn birçok vnsıHiır bulunabilir. Bunların hf|»sf Mel dıftlldlr. Bunlardan hanfitsl-nln olduğunu arayıp bulmaya denir (Mütercimler).

[8][124] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 193-200.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.