sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Resûlullah (s.a.v)’ın Ölüm Dalgınlığı | Siyer Programı – 66. Bölüm

Resûlullah (s.a.v)’ın Ölüm Dalgınlığı | Siyer Programı – 66. Bölüm
A+
A-

Resûlullah (s.a.v)’ın Ölüm Dalgınlığı:

 

Bu Allah’ın her kulu için koyduğu değişmez kanundur. «Sen de öleceksin, onlar da[1][36]».

İşte böylece on birinci hicret yılı Rebiülevvel ayının on ikinci günü, pazartesi sabahına varıldı. Halk mescidde Hz. Ebû Bekir’in arkasında sabah namazını kılıyordu. Birden Hz. Âişe’nin odasının, (mescide açılan kapısındaki) perde açıldı, ardında Resûlullah (s.a. ve.) göründü. Onları saflarında seyretti ve gülümsedi onlara. Hz. Ebû Bekir geriye çekilip safa girmek istedi. Çünkü Resûlullah’ın çıkıp namaz kıldıracağını sanmıştı. Müslümanlar da Resûlullah’ın halinden sevindiler. Nerde ise namazlarından çıkacaklardı. O eliyle işaret edip, namaza devam etmelerini emretti. Sonra da odasına dö­nüp perdeyi kapattı[2][37].

 

Resûlullah (s.a.v.) döndü, tekrar Hz. Âişe’nin odasında yatağı­na yattı ve başını Hz. Âişe’nin göğsüne dayadı. Artık ölüm hâli onu sarmıştı. Yanındaki tasta bulunan suya ellerini batırıp yüzüne sü­rüyor ve «Lâ ilahe illallah, ölümün acıları varmış» diyordu. Hz. Fâtıma (r.a.) bu halleri görünce: «Vah babamın çektiği ıztıraba!..» diye feryada başladı. Resûlullah (s.a.v.) ise:

«Babanda bu günden sonra sıkıntı kalmayacak[3][38]» diye muka­bele etti.

 

Hz. Âişe der ki: «Benimle onun tükrüğünü ölümü halinde bir­leştirdi. O gün Abdurrahman yanıma gelmişti. Elinde bir misvak vardı. Resûlullah ise bana yaslanmış durumda idi. Baktım misva­ka bakıyor. Misvakı arzuladığını anladım. Onu sana alayım mı de­dim. Evet anlamına başını salladı. Aldım ve fakat sertti. Yumuşa­tayım mı dedim. Yine başıyla evet dedi. Ona göre yumuşattım (ağ­zında ıslatarak) ve kullandı. Yanında bir kabta su vardı. Ellerini ona batırıp yüzüne sürüyor ve: «Ölümün de acıları varmış, Lâ ila­he illallah» diyor. Sonra ellerini kaldırıp: «Refik-i A’lâ’ya yâ Rab dedi. O halde ruhu kabz cldu ve elleri yana düştü.[4][39]

Resûlullah’ın vefat haberi hemen halk araşma yayıldı. Hz. Ebû Bekir çıkıp geldi. O birez önce Sünüh semtindeki evine git­mişti. Çünkü Resûlullah’ın iyileştiğini sanmıştı. Şimdi ata binip gel­mişti, tner inmez mescide girdi. Kimseyle konuşmadan doğruca Hz. Aişe’nin odasına geçti. Resûlullah’ın üzerine çizgili bir bez örtül­müştü. Üstünden örtüyü çekip yüzünü açtı, eğilip onu öptü ve ağ­ladı. Anam-babam sana feda olsun, Allah sana iki ölümü cem et­mez. Sen, sana yazılan ölümü tattın[5][40]. İkinci bir ölüm tatmıyacak-sın, dedi ve çıktı. Ömer hâlâ konuşmuyordu. Resûlullah’ın ölmediği­ni iddia ediyordu. «O sadece Hz. Musa’nın Rabbine gittiği gibi git­miştir. O ölmez, ta münafıkları yok edinceye kadar» diyordu. Hz. Ebû Bekir ona döndü: «Sakin ol Ömer, sus!» diye seslendi. Ama Ömer sözüne devam etti. Ebû Bekir onun susmayacağım anlayınca halka hitaba başladı. Halk da ona yönelince Ömer’i yalnız bırakmış oldu. Ebû Bekir şöyle konuştu: «İmdi ey nâs! İçinizde Muhammed’e tapan varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki, O Hayy ve Lâyemût’tur». Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:’«Mu­hammed sadece peygamberdir. Ondan önce de çok peygamber geldi geçti. Peki, o ölüm veya öldürülürse siz tabanlarınız üzerine geri mi döneceksiniz?[6][41]

Bütün halk bu âyeti sanki Ebû Bekir okuyuncaya kadar hiç duy­mamışlardı. Bütün halk ona kulak verdi. Halbuki onu duyan herkes okumaya başladılar. Ömer (r.a.) der ki: «Vallahi bu âyeti ilk defa Ebû Bekir’den işitmiş gibiyim. O âyeti duy;.r duymaz anladım ve inandım ki, artık Resûlullah ölmüştür ve ayaklarımın bağı çözüldü, yere yığıldım.[7][42]

Hâviler ve siyer uleması, Resûlullah (s.a.v.)’ın altmış üç yaşında vefat ettiğinde ittifak ettiler. Kırk yılr bi’setten önce idi. On üç yılı ise Mekke’de da’vetle geçti. On yılı da hicret sonu ve Medine’de geçmiştir. Vefatı ise onbirinci  yılın başlarında vuku bulmuştu.

Buhârî’nin Amr bin Hâris’ten rivayeti ise şöyle: «Resûlullah ar­kasında ne bir dinar veya dirhem para, ne köle, ne de carîye bı­raktı. Sadece bindiği beyaz katırı, silâhı, bir de sadaka olarak vakf ettiği arazisi vardı».[8][43]

 

Dersler Ve İbretler

 

Mustafa (s.a.v.) efendimizi siyretinin bu son olayını anlatan kısım, bu vücudun en büyük ve gerçek hikâyesini parıldatmakta­dır. Öyle vakıa ki; en ceberut zorbalar, en taşkın ve âsiler onun karşısında sinek gibi ezilir. Bu büyük vakıa varlığın her safhasın­da, her dalga aralığına uzanır. Her oluşu ve varlığı bitişe, bir yokluğa götürür. Böylece de yeri göğü kahreden kudretin önünde tüm beşer hayatını kulluk boyasıyla boyar ve zelil kılar, boyun eğ­dirir, îster istemez boyun eğilen gerçektir bu. ister âsi, ister muti herkes ona peki demek zorundadır. Reisler ve ilâhlık taslayanlar, resuller ve nebiler, seçkinler ve makbuller, fakirler ve zenginler, ilim ve keşif sahipleri, herkes herkes…

Zaman ve mekân durdukça sürekli çağrıda bulunan gerçek, her duyabilenin kulağında, her düşünebilenin aklında; «Ulûhiyyet (Öl­mezlik, ebedîlik) yalnız Allah’a mahsustur». Hâkimiyet de tek ba­şına baki olana mahsustur. O’dur işte, hükmüne ve icraatına karşı durulmayan. Saltanatı ve hâkimiyetinin sınırı yoktur. Hükmünden dışarı çıkmak, emrinin üstüne tırmanmak kimseye müyesser de­ğil.

Bu işaretleri bize apaçık inkâr edilmez, eğilmez bükülmez biçimde veren ölüm acıları. Ölüm sarhoşluğundan başka, yâni ölüm­den başka ne verebilir? Çünkü yüce Rabbimiz onunla kahrediyor dünya sakinlerini, varlığın şafağından beri. Ve kahredecek hep, ta varlığın son güneşinin batışına kadar. Bu dünya agorasında ken­disine bir kanşlık yer ve hürriyet tanınan nice mağrurlar batıp gitti. Ya da kendilerine bir nebze ilim verilip de onunla çevresini tanıyan, keşif edecek akıl verilen niceler hep böyle geçti. Daha da geçerler. Ama bu vakıa (ölüm) bu büyük gerçek, bir anda yakalar ve çarpar ki, kul olduğunu ve kimin emrine bağlı bulunduğunu o

an, o yerin ve göğün sahibi, hepsini ayakta tutan kudreti önünde ne zelil varlık olduğunu sezdirip anlatır.

«Her nefis ölümü tadacaktır!»

Sınır yok, geneldir bu. Özel değil herkese şâmildir, sadece dün­yaya âit de değildir.

Haydi gelsin modern ilmin tellâlları. Yeni gelişmelerin, fezayı fethetme gayretinin havarileri toplansın, bütün tedbirlerini alıp, hem imkânlarını biriktirsin, bütün makina ve elektronik aletleriyle fü­zelerini hazırlayıp yığsınlar, bütün bunları çalıştırıp yararlansın da şu kendilerini kahr u perişan eden ölümü bertaraf etsinler. Elle­rinden gelirse bu ilâhî tehditten nisbeten kurtulmayı denesinler: (Her nefis ölümü tadacaktır) bunu başarırlarsa, o zaman kendilerine bir yüksek kule yapıp da, isyan ve küfürlerinin, kibir ve putluk-lanmn belirtisi olarak orada yaşamaları yaraşır. Ama bunu başa­ramayacaklarına göre, o halde biraz dşünmeleri gerekir; çatısı al­tında kaybolacakları kabri, altında uzanıp kalacakları toprağı ve ken­dilerini yakalayıp kahredecek o pençeyi bir iyi düşünüp kavrama­ları…

Allah (c.c.) için Resulüne, ölümün elemsiz ve en hoşunu ver­mesi kolaydı elbette. Ama hikmet-i ilâhi bununla, elemin en şiddet­lisini tattırmakla, insanlar arasında yakınlık – uzaklık farkını kaldır­mak murad etmiştir. Kim olursa olsun, ilâhî icraat değişmez. Böy­lece insanlık tevhidinin mânâ ve hakikatini kavrar. Ve anlar ki, yerde ve gökte ne varsa hepsi de Allah’a kulluğa mahkûmdur. Artık anlaşılsın ki, Resûlullah bile yaşayıp da bir gün onun takdiri olan ölüm gelince, en itaatkâr bir kul olması bakımından baş eğip ölü­me teslim olduktan sonra, kimsenin kullukta bir imtiyazı düşünü­lemez. Kulluğun ötesine tırmanamaz. Allah’ın sevgilisi ,o ölümün acı ve çilesine mâruz kaldıktan sonra, kimseye ölüm acısı, sekerât-ı mevtin hafifletilmesi diye bir imtiyaz yoktur.

Bu anlam, Kelâm-ı ilâhl’de apaçıktır. «Sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir». Yine: «Senden önce hiçbir kimseye ebedi yaşama imkânı tanımadık. Sen öleceksin de onlar baki mi kalacak? Her ne­fis ölümü tadacaktır. Hayırda ve serde sizi deneyeceğiz, fitne açı­sından. Ve sonra da hepinizi kendimize  döndüreceğiz[9][44]».

Öyleyse biz Siyer-i Nebî (s,a.v.)’nin şu son bölümünde, dehşetli iki gerçeğin manzarası karşısındayız, tkisi de, Azız ve Celîl olan Allah’a iman ilkeleri direkleridir bunlar. Veya topyekûn mükevvena-tın temel dayanağı, varlığın özeti.

Allah (c.c.)’ın birliği vakıası Allah’ın tanzim ve telkin ettiği külli olan kulluk ilkesi. Allah’ın bu hükmünde de asla bir değişiklik ve düzeltme görülemiyor.

Şimdi artık, bu bahsin bize öğrettikleri ve taşıdığı yüce hüküm­lerden bulabildiğimizi arzedelim

 

[1][36] Enbiyâ sûresi, âyet: 34.

[2][37] Buhâri ve Müslim rivayetidir.

[3][38] Buhârî; Vefat bahsinde nakletti. Ayrıca Kitâbü’r-Rikak’m Sekerât-ı mevt babında da geçer. 7/192. Tirmizİ, Nesâî ve Ahmed ise, başka bir tarikten, «Sekerâtî’l-mevt’te bana yardım et, yâ Rab!» şeklinde nakleder. Zayıf, İd­diaları yersizdir. Çünkü Buhâri bunu sahih olarak nakletmiş, ayrı yollar­dan gelenler de onu te’yid etmiştir.

[4][39] Buhâri ve Müslim rivayet etti. Lâfız Buhârî’nindir.

[5][40] Buhâri rivayetidir.

[6][41] Al-i İmrân süresi, âyet:  144.

[7][42] İbn İshâk ve öbürleri rivayet etti. Buhâri ise ulak tefek kelime farkı ile rivayet etmiştir.

[8][43] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 473-475.

[9][44] Enbİyâ sûresi, âyet: 24-25.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.