sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Resulullah’ın (s.a.v) Hayatında Îslam Davetinin Merhaleleri – (Daveti Açığa Vurma) | Siyer Programı – 12. Bölüm

Resulullah’ın (s.a.v) Hayatında Îslam Davetinin Merhaleleri – (Daveti Açığa Vurma) | Siyer Programı – 12. Bölüm
A+
A-

Resulullah’ın Hayatında Îslam Davetinin Merhaleleri

 

b- Daveti Açığa Vurma

               îbn Hişâm naklediyor:

               İnsanlar, kadınlardan ve erkeklerden oluşan gruplar halinde İs­lâm’a girmeye başladılar. Hattâ Mekke’de İslâm’ın anılması yay­gınlaştı ve herkes tarafından konuşulur oldu. Bunun üzerine Yüce Allah, kendi elçisine, hak olarak gelen şeyleri açıklamasını, kendi emrini halka duyurmasını ve kendisine inanmaya Davet etmesini emretti. Allah Resûlü’nün işini gizli tutması ile. Yüce Allah’ın ona dinini açığa vurmayı emretmesi arasındaki zaman, Bi’set’ten itiba­ren üç yıldan ibarettir. Sonra Allahü Teâlâ, Resulüne: «Şimdi sen, sana buyurulam açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme» buyurdu[1][9].

               Ve yine Yüce Allah: «Önce en yakın soydaşlarını uyar, sana tâ­bi olan mü’minlere (tevazu) kanadını İndir[2][10]» ve: «De ki, ben apaçık bir uyarıcıyım.[3][11]‘» buyurdu.

               Bunun üzerine, Allah Resulü, Rabbinin emrini yerine getirmeye başladı. Yüce Allah’ın: «Şimdi sen, artık sana emredileni açıkça or­taya koy, puta tapanlara aldırış etme» âyetine uyarak, Safa tepe­sine çıkıp: «Ey Fihr oğulları! Ey Adiyy oğulları!» diye seslendi. Ni­hayet hepsi toplandı. Dışarı çıkmayan kişiler de: «O da ne?» diye, bakması için adam gönderdiler. Hz. Peygamber (s.a.v) onlara: «Ben size şu vadiden veya dağın eteğinden atlılar çıkacağını ve size sal­dıracaklarını haber versem beni tasdik eder miydiniz?» dedi. On­lar da: «Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik» dedi­ler. Bu sefer Peygamberimiz: «Ben size önümüzdeki şiddetli azabı haber veriyorum…» dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb: «Yazıklar ol­sun sana! Her gün hüsrana uğrayasın. Bunun için mi bizi topladın?» diyerek Hz. Peygamber’e hakaret etti. Bunun için de Cenâb-ı Hak «Tebbet» sûresini indirdi.[4][12]

               Yine Resûlullah (s.a.v.), Yüce Allah’ın «-Önce en yakın soydaş­larını korkut!» emrine uyarak, etrafındaki yakınlarım, akrabalarını ve oymağını toplayıp onlara şöyle dedi:

– Ey Kâb bin Luey Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız!

– Ey Mürre bin Kâ’b Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız!

– Ey Abdü’ş-Şems Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kur­tarınız!

– Ey Abd-i Menâf Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kur­tarınız!

– Ey Abdülmuttalib Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız!

– Ey Fâtıma![5][13] Nefsini Cehennem ateşinden kurtar! Çünkü ben sizin için Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim. An­cak sizinle aramda bir hısımlık bağı vardır ki onu da terk et­mem…[6][14]»

               Kureyş’in Resûlullah’ı bırakıp gitmeleri, babalarından miras olarak aldıkları dini ve onların yaşama tarzlarını bırakmayacakları­nı, ileri sürerek onun çağrısını kabul etmemeleri; Hz. Peygamber’-in Davetini açıklaması karşısında Kureyş tarafından gösterilen bir reaksiyon olmuştu. Allah Resulü o vakit onlara akıl ve fikirlerini, babalarının gidişatını taklid etme ve onlara uyma köleliğinden kur­tarmalarının zaruretini, akıl ve mantıklarını kullanmalarını önem­le belirtmişti.

               Yine onlara, tapmaya devam edegeldikleri putlarının kendile­rine ne bir fayda, ne de bir zarar veremiyeceklerini açıkladı. Ku­reyş’in baba ve dedelerinden miras olarak devraldıkları puta tapıcılık hususunda yalnızca taklid saikiyîe onları izlemelerinin, ken­dileri için bir özür sayıl amıyacağım izah etti. Nitekim Allahü Te-âlâ onların hakkında: «Onlar, Allah’ın indirdiğine ve o peygambe­re geliniz, denildiği zaman, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter,» dediler. Ya ataları birşey blmeyen ve doğru yolda ol­mayan kimseler idiyseler?[7][15]» diye buyurmuştur.

               Resûlullah (s.a.v.) onların putlarına kusur bulup akıllarını ah­maklıkla suçladığı, babalarının ve dedelerinin âdetleri olan puta tapmalarından dolayı onların özürlerini kabul etmediği ve babala­rını da akılsızlıkla suçladığı zaman; Kureyşliler işi büyüttüler ve onunla savaşa kalkıştılar. Allah’ın îslâm nimeti ile koruduğu kişi­ler hariç, bütün Kureyşliler Hz. Peygamber’in aleyhinde ve ona düş­manlıkta birleştiler. Ebû Tâlib ise bunların dışında kalmıştı. Ebû Tâlib, Peygamberimizi korudu ve ona acıdı, devamlı ona arka çıktı. [8][16]

Dersler ve İbretler

               Resûlullah (s.a.v.)’ın siyretinin bu bölümünde üç tane önemli işaret bulunmaktadır ki, biz onları aşağıda özetliyoruz:

               Birincisi: Resûlullah (s.a.v.) İslâm Davetini Kureyş’e ve bütün Araplara açıkladığı zaman, onları şimdiye kadar hiç beklemedikleri veya alışmadıkları bir durumla karşı karşıya getirdi. Okuyucu, bu­nu Ebû Leheb’in protestosunda ve müşriklerin ileri gelenlerinin, Re-sûlullah’a karşı çıkmak ve düşmanlık etmek üzere yaptıkları itti­fakta açık bir şekilde görüyor.

               Kureyş’in bu tavrı, İslâm dininin ahkâm ve prensiplerini milli­yetçiliğin bir meyvesi olarak tasvir etmeye kalkışanları, bir de Hz. Muhammed’in çağırdığı Daveti ile Arapların ideallerini ve arzula­rım temsil ettiğini savunan kişileri kesin bir şekilde reddediyor.

               Bir araştırmacı, Peygamberimizin siyretine vâkıf olunca; bu gü­lünç iddiayı münakaşa etmek veya reddetmek için, kendisini yor­masına gerek kalmaz. Bu iddiayı, halkın arasında gündeme getiren kişiler, onun tutarsızlığını ve yanlış olduğunu önce kendileri bili­yorlar. Fakat bu gülünç iddia, her halükârda İslâm dinini ve onun hâkimiyetini fikir ve prensiplerinden uzaklaştırmak için onların na­zarında gerekli bir iddiadır. Bu iddianın gündeme gelmesi mümkün olsa bile, onun doğru olması o kadar önemli değildir. Fakat asıl önemli olan ve onlara faydalı olan, maksadlarımn bunu iddia etme ve gündeme getirmeyi gerekli kılmasıdır. Belki de okuyucu, bu ko­nunun bir yönünü, beşinci mukaddimede geniş bir şekilde zikretti­ğimizi unutmamıştır…

               İkincisi: Allahü Tealâ’mn, Resulüne: «…Emrolunduğun şeyi açık­la…» âyetiyle, genel bir emirle yetinerek, özellikle akrabalarını ve soydaşlarını korkutmasını emretmemesi mümkündü. Çünkü soydaş­larının ve akrabasının bütün fertleri, huzurlarında Daveti ve cehen­nem azabını açıklayacağı tüm kişilerin içine giriyordu. O halde, soy­daşlarını korkutma emrinin hususiyetindeki hikmet nedir?

               Bu sorunun en güzel cevabı şudur: Bu tür bir emirde umumî olarak bir müslümanı, hususi olarak da davet sahiplerini,,, yâni İslam idealistlerini ilgilendiren sorumluluğun derecelerine işaret var­dır.

               Sorumlulukta en aşağı derece, kişinin kendinden sorumlu olmasidir. Bu derecenin hakkını vermek için, uzunca bir dönem olan vahyin başlangıç dönemi geçti. Yâni, Hz. Muhammed kendisinin peygamber olduğuna kanaat getirinceye kadar ve yine kendisine inen şeylerin sadece Allah’ın vahyi olduğuna inanıncaya kadar bu dönem devam etti. Bu duruma göre Peygamberimiz önce kendisine iman ediyor ve ileride alacağı ahkâm ve prensipleri kabul etmesi için kendisini hazırlıyor.

               İkinci dereceye gelince, o da, müslümanın kendi ailesinden ve bakmakla mükellef olduğu yakın akrabasından dolayı sorumlulu­ğudur. Yüce Allah, bu mes’uliyetin hakkını vermeye dikkat çeke­rek; umumi ve açıktan tebliği emrettikten sonra, aileyi ve yakın’ akrabaları cehennem azabıyla korkutma ve onlara islâm’ı tebliğ etme zaruretini özel olarak belirtti. Sorumluluğun bu derecesinde, akraba ve aile sahibi her müslüman, sorumluluk yükünü taşıma zaruretinde müşterektir. Bir müslümanın, akrabalarını ve ailesini İslâm’a Daveti ile peygamberin kavmini Davet etmesi arasında hiç­bir fark yoktur. Ancak peygamber kavmini, Allah tarafından indi­rilmiş yepyeni bir şeriata çağırır. Bir müslüman ise, kendilerine gönderilen peygamberin Daveti ile çağırır, peygamberin diliyle ko­nuşur ve onun adına tebliğ eder. Bir Nebinin veya Resulün kendine vahyolunanları kavmine tebliğ etmekten vazgeçip, onların arasın­da oturması caiz olmadığı gibi, aynı şekilde aile reisinin kendi aile ve efradına tebliği bırakıp da oturması caiz olmaz. Aksine aile rei­sinin onları buna uymaya ve sıkı sıkıya tutunmaya teşvik etmesi vâcib olur.

               Sorumluluğun üçüncü derecesine gelince, o da, âlim kişinin oy­mağından veya kendi memleketinden, hâkimiyet sahibi yöneticinin devletinden ve milletinden sorumlu olmasıdır. Bunların her ikisi de yâni yönetici ve âlim bu konuda peygamberin yerini tutarlar. Çün­kü her ikisi de, Hz. Resûlullah’ın «Âlimler, Nebilerin mirasçılarıdır» diye buyurmasına ve hâkim ile imâmın «halife» olarak isimlendi-rilmesine göre, Peygamberin şer’i mirasçılarıdır. Yâni imâm ve hâkim Resûlullah’ın halifesidtr[9][17].

               İslâm toplumunda, şeriatı iyi anlama ve kavrama, imâm ve hâkimin başta gelen ödevlerinden olduğuna göre; Resûlullah’a yük­lenilmiş mes’uliyetin karakteri ile hâkimlerle, başkanlara ve ulema­ya yüklenilen mes’uliyet arasında kapsam ve genellik bakımından herhangi bir fark yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi. Peygam­ber kendisine vahyedilen yeni bir şeriatı tebliğ eder. Ama berikiler ise; tebliğlerinde ve yaptıklarında Peygamberi izlerler, onun hidâ-yetiyle doğru yolu gösterirler, Peygamberin sünnetine ve siyretine sarılırlar.

               Bu duruma göre Hz. Peygamber (s.a.v.î’in mükellef bir müslüman olması hasebiyle kendi nefsinin sorumluluğunu, aile reisi ve yakın akraba sahibi olması vasfıyla, kendi ailesinin sorumluluğu­nu; sonra Allah tarafından gönderilmiş bir Resul ve Nebi olması se­bebiyle tüm insanların sorumluluğunu taşıyordu.

               Her mükellef, birincisinde, her aile sahibi ikincisinde, âlimler ve hâkimler de üçüncüsünde, Peygamber (s.a.v.) ile bu sorumluluğu paylaşırlar.

               Üçüncüsü: Resûlullah (s.a.v.) kavmini, babalarından ve dede-rinden miras kalan an’anelere, iyilik ya da kötülüklerini düşünme­den körükörüne bağlanmalarından dolayı onları yermişti. Yine on­lara kendilerini hiçbir fikir ve mantık esasına dayanmayan âdet ve an’ane yobazlığından, akıl ve fikirlerini, körükörüne bağlanma esa­retinden kurtarmaları için çağrıda bulunmuştu.

               Bu çağrısında da, îslâm dininin – akaid ve hükümlerinin – yal­nızca akıl ve mantık esası üzerinde kurulmuş olduğuna, bu dine sımsıkı sarılmadaki maksadın da sadece, kulların dünya ve âhiret maslahatlarına uygun olduğundan ötürü yapıldığına işaret vardır. Bunun için, Allah’a imanın ve O’na tâbi olan diğer itikadı şeylerin sıhhatinin şartlarından en önemlisi, herhangi bir örf ve âdetin en basit bir etkisi olmadan, kesin bilgi ve hür düşünce esası üzerine kurulmuş olmasıdır. Hattâ «Cevheretü’t-Tevhid» sahibi, meşhur bir beytinde:

               «Her kim, tevhidde, kurtulmadı taklidden, Onun da imanı kurtulmaz tereddütten»demektedir.

               Buradan da anlaşılıyor ki, İslâm dini sapık âdet ve an’anelere ve onların esaretine girmeye karşı savaş açmak için gelmiştir. Çün­kü o, tüm ahkâm ve prensiplerinde, müslümanlara akıl ve mantık esası üzerine seslenmiştir[10][18]. Hâlbuki âdet ve an’aneler, yalnızca baş­kalarına uyma ve onlara bağlanma sebebine dayanmaktadır. Yâ­ni onlarda hür düşüncenin ve inceleme unsurunun hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Çünkü «Tekâlid: An’aneler» kelimesi Arap di­linde ve sosyolojide şöyle tanımlanmaktadır: «Atalardan çocukla­rına miras kalan âdetler topluluğu veya bir bölgede ya da bir top­lumda yaşayan insanların birbiriyle münâsebetleri sonucunda bir­birine geçen âdetler ve gelenekler. Ancak bunun taklid olmasının âmili hayatın ve var oluşun sebebi olarak bu âdetleri devam ettiren bir Uder fikrin, bir taassub kayd ü şartı vardır.»

               İnsanların kendi toplumlarındaki yaşama tarzını, sevinçlerindeki eğlence biçimini, üzüntü ve hüzünlerindeki yas tutma şekillerini, temas ve te’sir yoluyla kendiliğinden alınmış veya eski âdetlerin etkisiyle yerleşmiş bulunan davranışları alışkanlık haline getirme­lerine sosyolojide ve dil ıstılahında «Tekâlid, an’ane» adı verilmek­tedir.

               Bu husus, okuyucu için açıkça ortaya konunca, artık îslâm di­ninin «Tekâlid» diye isimlendirilen şeylerden – bunlar ister inanç­la ilgili olsun, isterse çeşitli ahkâm ve nizam içinde olsun eşittir -hiçbirini bünyesinde taşımasının mümkün olmadığını daha iyi kav­ramış olacaktır. Çünkü akide, akıl ve mantık esasına dayanmaktadır; ahkâm ise dünyevî ve uhrevi maslahatlar esasına dayanmaktadır ki; o maslahatların bazı akıllar bir kısım hikmet ve sebeblerini an­lamakta âciz kalsalar bile, yine de şahsı düşünce ve inceleme ile anlaşılabilirler.

               Bu açıkça ortaya çıkınca, artık, İslâm’daki çeşitli ibâdetlerle, ahkâm-ı şer’iyyeye ve ahlâkî prensipler için; «İslâmi âdet ve an’ane­ler» tabirini kullanan kişilerin içine düştükleri hatanın büyüklüğü iyice anlaşılmış olur.

               Çünkü, bu haksızca isimlendirme ve öylece etrafa yayma, zi­hinlere şunu ilham eder: İslâm ahlâk ve davranışlarının kıymeti, için­de beşer saadetinin sırrının gizlendiği ilâhî bir prensip olması se­bebiyle değil de, îslâm ahlâk ve nizamı ile alâkalı herşeyin yal­nızca atalardan ve dedelerden miras olarak kalan eski âdetler ol­ması sebebiyledir. Şübhesiz ki bu hatalı ilhamın kesin sonucu şu olur: Herşeyin değişip, ilerleyip, yenilendiği bir asırda bu eski mi­rası alıp topluma yükleyeceksiniz ve tabiî olarak da kimse ayak uyduramayacaktır!..

               Hakikat şudur ki. îslâmi hükümlere bu damgayı vurmak affe­dilecek cinsten bir hata değildir. Ancak o, bâtıl damgalarla İslâm’a karşı ilân edilen harp zincirinin bir halkasıdır.

               «Îslâmi an’aneler tabirini yaymaktaki asıl maksad’ îslâmi ni­zam ve hükümlerin, getirilip üzerine «an’aneler» etiketini asmaktır. Nihayet bunun üzerinden bir zaman geçip, insanların zihninde, «an’aneler»in anlamıyla, Islâmî düzen ve ahkâm arasında bir bağın­tı kurulunca; halk da bu îslâmi düzenin, gerçekte, akla ve bilgiye uyan bir temel üzerine kurulmuş prensip ve ilkeler olduğunu unu­tunca; İslâm düşmanlarının, girebilecekleri noktadan İslâm’a saldır­maları kolaylaşmış olacaktır.

               Zira müslümanlar gözlerini açıp, uyanınca; evlenme ve boşan-. ma, kadının örtünmesi ve korunması gibi İslâmî hüküm ve pren­siplerin, genel ahlâk kurallarının üzerine «an’aneler» örtüsünün ge­çirildiğini göreceklerdir. Artık bundan sonra, hele özellikle düşün­ce ve görüş hürriyetinin yüceltildiği şu asırda, an’aneleri terketme-ye; onların esaretinden çıkmaca ve bağlarını koparmaya çağıracak kişileri bulmaları çok tabiîdir…

               Fakat hakikat şu ki, İslâm’da an’aneler yoktur.

               Gerçekten İslâm öyle bir dindir ki, daha önce de gördüğümüz gibi, Resûlullah (s.a.v.)’ın yürüttüğü Davetin daha ilk adımların­da aklı, an’anelerin pençesinden kurtarmak için geldiğini ortaya koymuştur.

               İslâm’ın getirdiği düzen ve ahkâmın hepsi yalnızca birtakım prensiplerden ibarettir. Prensip ise; akıl ve düşünce esasına daya­nan kuraldır. Ve muayyen bir maksada varmayı hedef edinmek­tedir. Beşerî prensipler, çoğu kere koyucularının fikirlerindeki ay­rılıktan dolayı isabet kaydedemediği halde; îslâm prensipleri asla hata yapmazlar. Çünkü İslâm’ın prensiplerini koyan aynı zaman­da o kulların da, fikirlerin de yaratıcısıdır. Yalnızca bu konuda bi­le, bu prensipleri kabullenmek ve onların doğruluğu ile üstünlüğü­nü kesin olarak bilmek için yeterli akli delil vardır.

               An’anelere gelince, onlar insanda bulunan taklid ve başkaları­na benzeme sebebiyle halkın kendiliğinden içine girdiği moda gibi akımlardır. Prensipler yâni kanunlar ise zamanın değişmesine kar­şılık korunması gereken bir çizgidir. Aksi olmaz. «An’aneler» ise toplumun fikir tarlasının ortasında kendiliğinden biten asalaklar topluluğudur. Onlar öyle zararlı otlardır ki, doğru düşünme yolu onlardan mutlaka temizlenmeli ve koparılmalıdır… [11][19]

[1][9] Hicr sûresi, âyet: 94.

[2][10] Şuarâ sûresi, âyet: 214-215.

[3][11] Hlcr sûresi, âyet: 89.

[4][12] Bu hadisi, Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.

[5][13] Kendi kızma sesleniyor. (Mütercimler)

[6][14] Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Lâfız, Müslim’e aittir.

[7][15] Mâide sûresi, âyet: 104.

[8][16] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 103-105.

[9][17] Buradaki İmâm ve Hakim terimlerini bugünkü anlamıyla düşünmemek gere­kir. Çünkü bu iki tabir, İslâm devlet hukukunun önemli kavramlarıdır. İs­lâm hukukunda bunların özel tanım ve tarifleri vardır. Bu konuda bilgi İçin, Mâverdi’nin tAhkâmu’s-Sultânıyye^’sine ve diğerlerine bak!

[10][18] Din İnsan idare edeceğine göre, hem İnsanın mantığına, hem de İnsanın men-faatına hitab edecektir. Bu bakımdan dinde akılla çelişen bir yön veya masla­hata uymayan bir emir olamaz…

[11][19] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 105-109.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.