Hamd Âlemlerin Rabbi olan, bizleri yaratan, yöneten bizlere rahmet eden, rahman, rahim, din gününün sahibi olan Allah (Celle Celaluhu)’a mahsustur.
Salat ve Selam bizlere itaatin nasıl olacağını öğreten ve kendisine tabi olup izinden gidilmediği müddetçe kurtuluşun mümkün olamayacağı, yaşayan kuran, âlemlere rahmet olarak gönderilen, Hatemul Enbiya Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) e ve O’nun tertemiz ehli beytine ve ashabına ve tüm müminlerin üzerine olsun.
Sebat imanın yükümlülüklerinden biridir. İman sadece dil ile ifade edilen bir şey değildir. İman yükümlülükler ve sorumluluklardan oluşur. Müslümanlar fitneyi ortadan kaldırıncaya, bu din üzerinde sebat edip bu ümmetin içinden saf unsurlarını ve kalplerinin samimiyetlerini çıkarıncaya kadar bu davayı terk edemezler.
Kişinin iman ve hareket alanındaki sebatı, sabra muhtaçtır. Sabır ise nefisle yapılan cihad savaşının sonucudur. Dolayısıyla her kim nefsine hâkim olabilirse, Allah a itaat yolunda sabır gösterebilir, eziyetlere katlanabilir, günahlardan uzak durabilir. Nefsinin kendisine hâkim olan kimse sabırdan uzaktır. Onu şikâyetçi, öfkeli görürsün; hiçbir şeye sabredemez. Bu nedenle nefisleriyle olan savaşlarında gösterdikleri çabadan dolayı sabredenlerin sevabı hesapsızdır. “Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” ( Zümer/10)
Sabır kişiyi arzu ettiği şeye ulaştırır. İbni kayyım şöyle diyor: ister hoşlanılan ister hoşlanılmayan şeylerde olsun sabır ve sebattan daha zor bir şey yoktur. Özellikle zaman uzadıkça ve ümitsizliğe düşüldükçe bu daha da zorlaşır. Bu süre kişinin yolculuğunu ve azığını arttırmasına ihtiyaç duyar ki, bu da Allah’ın hükmüne, kazasına ve imtihanlarına sebat göstermektir. Ölünceye kadar sebat etmek zor bir iştir. Bu nedenle Rasulullah dualarında sık sık “Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Benim kalbimi Sen’in dinin üzerine sabit kıl.” (Tirmizî, Kader, 7) buyuruyordu.
Salihlerden biri şöyle demiştir” Neyin seni helak edeceğini nasıl helak edeceğini sorma! Neyin kurtaracağını ve nasıl kurtaracağını sor!”
Bir başkası da” eğer birilerini izlemek istiyorsan ölüleri izle. Çünkü yaşayan kimselerin fitnesinden emin olamazsın.”
Değişmek isteyen kimse için belirli bir ölçü yâda değer yoktur. Ne yaş ne ilim nede daha önce yaşamış olmanın değişimle bir ilgisi vardır. Bazen bir kimse ilmiye, yaşıyla, daha önceki yaşanmışlığıyla insanlar arasında önde yer alabilir.
Bazen Talut’un ordusunda meydana geldiği gibi bir kimse, sabrının ve dayanıklılığının azlığı nedeniyle yoldaki sıkıntılara dayanamayabilir. Bazen de dünyaya olan bağlılığı, arzularına olan eğilimi nedeniyle yerinden kımıldamaz ve arzularına tabi olur. Rasulullah, kendisine kimi insanların İslam’ı ve Medine’yi terk ettikleri haber verildiğinde şöyle buyurmuştur: “ Medine körük gibidir, insanların kötüsünü atar (ve sinesinde barındırmaz), iyisini tutar.”(Müslim/ Hac 487-489)
Siyer kitapları tebuk savaşında bu durumun bir benzerini şöyle naklederler: Rasulullah savaş için ilerliyordu. Bir adam, ilerleyen bir ordudan geri kalınca, ashabdan bazıları “falan geride kaldı “dediler. Rasulullah şöyle buyurdu: “Bırakın onu! Eğer onda bir hayır varsa, Allah onu size yetiştirecektir. Eğer öyle değilse, onu sizden uzak tutmakla Allah size merhamet etmiştir.”
Bu Rasulullah’ın yanında kesin bir görevdi. Eğer onda hayır varsa orduya katılırdı. O kimsede hayır yoksa onun katılmamasından dolayı üzülmememiz gerekir. Öncü Müslümanlardan olan Ebu Zer savaştan geri kaldığında da “Ey Allah’ın resulü Ebu Zer savaştan geri kaldı, devesi de iyice yaşlandı dendiğinde de Rasulullah aynı şeyi söylemiştir: bırakın onu! Eğer onda bir hayır varsa, Allah onu size yetiştirecektir. Eğer öyle değilse, onu sizden uzak tutmakla Allah size merhamet etmiştir.”
Bununla birlikte, peygamber Ebu Zerin savaştan geri kalmasını istemiyordu Müslümanlardan biri”ey Allah’ın resulü şüphesiz şu adam tek başına yürüyor! Deyince Rasulullah “keşke Ebu Zer olsaydı!” buyurdu. Gelen kimse topluluğa yaklaştığında “Ey Allah’ın resulü Allah’a yemin olsun ki işte Ebu Zer “ dediler. Rasulullah onu görünce “Allah Ebu Zere rahmet etsin! Tek başına yürür, tek başına ölür ve kıyamet gününde tek başına diriltilir!”
Hatta yüce Allah, peygamberini bu gerçek üzerinde sağlamlaştırmak, onu sapıtmalardan ve müşriklerin fitnesinden korumakla ona ne denli büyü bir lütufta bulunduğunu, nasıl merhamet gösterdiğini hatırlatıyor. Eğer Allah’ın desteği ve koruması olmasaydı, onlara biraz meyletmesi halinde bile cezaya çarptırılırdı. Bu ceza zafer ve desteği kaybetmenin yanı sıra, dünya ve ahirette azaptır.
“Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra 73-75)
Seyyid Kutub; Yüce Allah’ın peygamberini etkisinden kurtardığı bu girişimler, her zaman iktidar sahiplerinin dava adamlarını, yoldan çıkarmak için başvuracağı girişimlerdir. Az da olsa onları. Davanın doğru yolundan ve sağlam metodundan saptırma girişimleri sürekli söz konusudur. Dava sahiplerini yoldan saptırma uğruna ufak bir taviz için büyük servetleri feda ederler. Bazı dava sahipleri bu tekliflere kanabilirler. Zira bunun çok basit bir ödün olduğunu görürler. Yani iktidar sahipleri dava adamlarının davalarını bütünü ile bırakmasını istemezler. Tüm istedikleri, ufak tefek birtakım değişikliklerdir. Böylece her iki tarafın da yolun ortasında buluşma imkânını bulurlar. Şeytan dava sahiplerine, bu kanaldan sokularak davanın istikbali için birtakım ödünler verme karşılığında da iktidar sahiplerine, kazanmaları gerektiğini düşündürebilir!
Hâlbuki yolun başında ufak bir ödün, küçük bir sapma yolun sonuna varıncaya kadar köklü, büyük bir sapmaya yol açar. Küçük de olsa davanın bir parçasından vazgeçmeyi, basit de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarmayı kabul edebilen bir dava adamı daha önce vermiş olduğu bu ödünü durdurma imkânını kaçırmış olur. Zira bir adım geri çekildikçe teslim olma eğilimi daha da artar. Burada sorun davaya bir bütün olarak inanma sorunudur. Ne kadar küçük de olsa, davanın bir parçasından vazgeçebilen, ne kadar önemsiz de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarabilen bir kişinin davasına gerçek anlamda iman ettiği söylenemez. Davanın her tarafı, her yönü inanmış insanın gözünde aynıdır. Bu tarafı da diğer tarafı gibi gerçektir. Davanın içinde “olmasa da olur” diye bir şey yoktur. Dava her yönü ile birbirini tamamlayan bir bütündür. Bir parçasını yitirdiğinde tüm özelliklerini yitirmiş olur. Herhangi bir bölümünü yitiren dava, bir elementini yitiren bir bileşim gibi hiçbir özelliğini koruyamaz!
VELHAMDULİLLAHİRABBİLALEMİN