Sakîf Hey’eti Ve İslâm’a Girişleri | Siyer Programı – 60. Bölüm
Sakîf Hey’eti Ve İslâm’a Girişleri:
tbn îshâk’ın nakline göre, Resûluîlah (s.a.v.) Ramazan içinde Tebük’ten Medine’ye dönmüştü. Aynı anda Sakif kabilesinin temsilcileri de onu ziyaret etmişti.
Aralarında istişarede bulundular. Ve kendi kendilerine çevrelerinde Araplardan kimsede savaşa mecal yoktur diye karar verdiler. Öyleyse ne yapsınlardı, hepsi bey’at edip islâm’a girdiler. Bir de hey’-et çıkardılar. Başlarında »Kinâne bin Abdi Yaleyl» vardı. Medine’ye yaklaşınca Muğire bin Şu’be’ye rastladılar. O da onlardandı. Onları karşıladı ve Resûlullah (s.a.v.)’m yanına girince hangi usulden hoşlanacağını onlara öğretmeye çalıştı ise de, onlar yine câhiliyye -usulüne göre ona selâm verdiler.
Resûlulîah Sakîf hey’etini mescidde kabul etti. Orada bir çadır kurup Kur’an dinlemelerini ve halkın namaz kılışını görmelerini sağlamak istedi.
Hey’et birkaç gün orada kaldı. Onlar ^lesûlullah’ı ziyaret ediyor ve tartışıyorlardı. O sürekli bu kişileri îslâm’a da’vet ediyordu.[1][153]
İbn Sa’d’ın nakline göre ise: Resûlullah her yatsı sonu onlara geliyor, onlarla ayaküstü konuşuyordu, ta yoruluncaya kadar[2][154].
Mûsâ bin Ukbe de meğazisinde, şunları naklediyor: Osman bin Abdü’l-Âs da bu hey’etteydi. Ve en gençleriydi. Onlar Resûlullah ile musahabeye gidince onu hayvanlarının yanında bırakıyorlardı. Osman da hey’etin her dönüşünde onu serbest bırakınca gidip Resû-lullah’a din hakkında bilgi soruyor ve Kur’an okuyordu. Osman o derece görüştü ki onunla, dinde bilgi sahibi oluverdi. Resûlullah’ı uykuda bulursa, Hz. EbûBekir’e giderdi. Osman, bunu da arkadaşlarından saklıyordu. Resûlullah bütün bunlarla onu sevmişti. Nihayet İslâm’ı benimsediler. Ama Kinâne bin Abdi Yaleyl, Resûlullah’a şöyle dedi: Zina için ne dersin? Kabilemiz bu işe düşkündür ve bir türlü vazgeçiremedik… O da, haramdır size, nitekim Cenâb-ı Hakk: «Zinaya yaklaşmayın. O muhakkak çok çirkin ve sonu feci olan bir yoldur» buyurur, dedi.
Onlar bu sefer: «Peki faiz için ne dersin? Hani o bizim malımızdır”», dediler. Cevab şu idi: Malınızın aslı (kapitali) size aittir. Bakın Allah ne emrediyor: «Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve kalan faizlerinizden vazgeçin, eğer gerçekten mü’min iseniz[3][155]». Bu sefer de peki içki hususunda görüşün ne? Ülkemizin geliri budur. Ve bundan vazgeçemeyiz çünkü, deyince de, Resûlullah; «Onu da Allah kesinlikle haram kıldı» buyurup içkinin haramhğını bildiren âyetleri okudu.[4][156]
İbn îshâk der ki: Aynı şekilde kendilerinin namazdan muaf tutulmasını da teklif ettiler. Resûlullah’ın cevabı şöyle oldu : «Namazsız dinde hayır yoktur.» Bundan sonra gizli bir istişareye giriştiler. Sonra dönüp Resûlullah (s.a.v.)’a bütün bunları kabullendiklerini bildirdiler. Ancak bir tek şeyde müsamaha istediler: Putları olan Lâfı üç yıl süreyle yıkmamasını teklif ediyorlardı. Resûîullah (s.a.v.) bunu şiddetle reddetti. Sene sene indiler de, en son sadece bir ay müsaade istediler. Fakat onların hiçbir mehil istememeleri ihtar edildi, tbn İshâk der ki: Sakîfliler bu mühleti, kabilelerinin sefihleri, kadınları ve kötü niyetli kimselerinin şerrinden emin olmak için istiyorlardı. Zamanla iman kalblerine yerleşsin istiyorlardı. O zaman yıkılırdı bu put. En sonunda ise, Resûlullah’a dediler ki: Biz Lâfı yıkamayız. O halde yıkması size… O da, tamam ben adam gönderip yıktırırım, siz âzâde olun buyurdu. Onlar izin alıp ayrıldılar. Resûlullah onlara dönüş izni verdi ve ikramda bulunup uğurladı. Başlarına da Osman bin Âs’ı reis tâyin etti. Çünkü onu, îslâm’a hepsinden çok istekli ve kabiliyetli görmüştü. Hattâ birçok sûre bile öğrenmişti daha Medine’den ayrılmadan. Resûlullah (s.a.v.) hemen arkalarından bir hey’et gönderdi. Başlarında Hâlid bin Ve-lid, aralarında Ebû Süfyân b:n Harb ile Muğire bin Şu’be de vardı. Bunlar gidip Lâfı yıkmakla vazifeliydi. Ve öyle yaptılar. Fakat Sakîf kadınları çıkıp ağlaşmaya başladılar. Mersiyeler söyleyip fer-yâd ediyorlardı. Put kırılırken Muğire baltasını vurdukça Ebû Süfyân; «Ah yazık. Vah vah…[5][157]” gibi sözlerle, Lât için ağlaşan, inleyen ‘au kadınları taklid edip, alaya alıyordu…
İbn Sa’d ise Tabakat’ında Muğire’den şunları nakleder: Sa-kifliler müslüman oldu. Ben Araplardan hiçbir kimsenin bu derece tam müsîüman olanına rastlamadım. Aynı zamanda, onlar arasında Allah ve Kitabına hiyle yapacak kimsenin çıkmasına da ihtimal veremem[6][158]
Hey’etlerin Ardı Ardına Gelip Allah’ın Dinine Girmesi
tbn îshâk diyor ki; Resûlullah Mekke’yi fethedip, Tebük’ten sağ salim dönünce Sakifliler müslüman olup, bey’at etti. Ardından da her taraftan Arap hey’etîer gelmeye başladılar. Zaten Araplar hep Kureyş’in müslüman olmasını bekliyor, onları gözetliyorlardı. Çün kü onlar âdeta o milletin imâmı, öncüsü idiler. Beyt-i Haram’m sakinleriydiler. İsmail (a.s.)’in torunları ve Arapların lideri durumundaydılar. Mekke fethedilip, Kureyş İslâm dairesine girince, Araplar anladılar ki; Resûlullah ile savaşmak, ona düşmanlık artık mümkün olmadığı gibi, doğru da değil… Ve İslâm’a girmeye başladılar, bölük bölük. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın beyan buyurduğu gibi: «Allah’ın yardımı ulaşıp fetih müyesser olunca; insanların da fevc fevc Allah’ın dinine girdiğim görünce; Artık Allah’ına hamd edip O’nu teşbih et. O’na sığın ki O tevbeleri çok kabul eder…[7][159]»
Biz ise şu an, bu hey’etlerin gelmesi ile ilgili tafsilâtı sunmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü bu haberlerin tafsilâtı değil, ibretler almaktır gaye… [8][160]
Dersler Ve İbretler
Şimdi, Taife sefer yaptığı gündeki, o kabilenin Resûlullah’ı karşılamaları olayını, o şerli karşılamayı anıyoruz. Onu şirretlik ve vahşetle topraklarından çıkarmışlardı hani Beyinsiz güruhu onun üzerine sürmüş de, çocuklara taşlatmışlar, onunla alay etmişlerdi, îşte bu Sakif kabilesiydi. Şu anda onlara yol açıldı, sadık ve samimî müslüman olup Resûlullah’a itaat ettiler. Hatırlayalım, Zeyd bin Hârise’nin o an Resûlullah (s.a.s)’e söylediğini, onlar Tâiften Mekke’ye mahzun dönerken; «Nasıl gireceğiz oraya yâ Resûlâllah, onlar bizi çıkarmıştı?» O’nun (s.a.v.) cevabı şöyle olmuştu: «Zeyd, çıkışı da, çıkış kapısını da Allah çok İyi bilir ve hazırlar. Yine O, dinine yardım edip Nebisine sahip çıkacaktır muhakkak».
Bugünkü tecelliler ise, Resûlullah’m Zeyd’e söylediklerinin belgesi oldu. îşte Tâif, işte Mekke ve bir sürü Arap kabile ve ailesi. Nihayet kulak verip İslâm’ı anlamış ve bölük bölük gelip ona dahil olmaktadır. Şimdi gel düşünelim azıcık… Düşünelim Sakîf kabilesinden gelen o ezâ, cefa ve kem davranışları. Kendilerinden izzet ve ikramla karşılamaları, kabul göstermeleri umulurken, o çirkin tavırlar ne idi? Bütün bunların bir zerresi bile insan nefsinde iz bırakabilecekken, rastgele bir insanın gönlünde bile derin iz bırakıp, intikam veya hiç değilse bir karşılık duygusu aşılayacak hallerken… Peki nerede bunlar? Resûlullah’m nefsinde Sakif’e karşı ne var? Tâif i günlerce kuşatıyor, sonra vazgeçip dönüyor. O’na deniyor ki Sakîf e beddu et. İltifat etmiyor buna. Aksine elini açıp duâ ediyor: *Yâ Rab! Sakif’e hidâyet ver ve hepsini mü’min olarak bize döndür…» Allah, Resulünün duasını kabul edince de, Sakîf hey’eti Medine’ye geliyor. Hz. Ebû Bekir ile Muen’re bin Şu’be de bu durumu ona müjdelemek için yarışıyorlar Çünkü hepsi Resûlullah’m bundan ne kadar memnun olacağını biliyorlardı. Yâni Sakîf’in müslüman olup yola gelmesine. Ve nitekim, karşılayıp onlara ikramda bulunuyordu. Ve ardından da günlerce onlarla uğraşıyor, yaktini onlara nasihat edip dinî ta’lim ve telkinle geçiriyordu.
Halbuki onlar ne hiyleler düşünmüş, ona karşı ne fesad kalb-le ezalar etmeyi tasarlamışlardı. Halbuki o şimdi onlara sadece hayır ve saâdet-i dâreyn diliyor, onları bu yola irşada çalışıyor… Onlar ne kadar zevk almışlardı O’na ezâ ettikçe, O’na saldırdıkça. Ama O, şimdi onlara îslâm ni’metini ikram etmek, onları Allah nezdinde de makbul kılmak için uğraşıyor, zevk alıyor.
Görüyorsunuz bu rastgele bir insalun tabiatında olan sev değildir. Bu hak bildiği ilkeye, hayırlı akideye çağırıcıdır. Bu, hiç değil, ancak «Nübüvvet» tavrıdır. Ve ancak, Aleyhissalâtü vesselam efendimizin yöneldiği tek hedef ve maksad gereğidir: O da bu dâvanın galip gelip sonuç vermesi, Rabbinin de bu yüzden kendisinden razı olması… O halde, bu uğurda en ağır elem ve sıkıntı da, en büyük huzur ve neş’e de bu yüce hedefe varmak isteyen kul için hiç de önemli ve etkili olamazdı.
Bu idi işte İslâm! Kin ve hıyanet bilmez, insana asla kötülük düşünmez, cihadı emreder. Ama kin ve hıyanete asla cevaz vermez. Kuvvet tavsiye eder ama egoizme ve kibre asla yüz vermez. Rahmete çağırır ama güçlük ve ağır yük getirmez. Sevgiyi öğretir ama sadece Allah yolunda.
O halde, gerek Sakîf, gerek öbür kabile hey’etleri gelip Medine’de İslâm’a boyun eğen hey’etler hep «şerefli bir zafer» va’dinin ifasıydı. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın va’d-i sâdıkının tahakkukuydu bunlar.
O gelen heyetlerin yansıttığı ibretler bunlardır, deyip yetine-llm. Buradan çıkarılabilecek ders ve hükümleri ise şöylece sıralamak mümkün:
- a) Müslüman olması umulan müşriklerin mescide inmesi, orada misafir edilmesinin cevazı: Gördük ki; Resûlullah Sakif hey’etini Mescidde karşıladı ve onlarla orada görüşüp, dini telkin etti. Bu tutum bunun müşrikler için câ’.z olduğunu gösterir. Kitab ehli içinse, elbette caiz olur… Nitekim de Resûlullah (s.a.v.) Necrân hristiyan-larını, Kur’an dinlemek ve İslâm’ı öğrenmek niyetiyle geldiklerinde orada karşılaşmıştı.
Zerkeşi der ki: «Bilesin ki, Nevevİ ve Râfil tr.a.) gibi zevat, müslümanların izni ile (Harem müstesna) mescidlere kâfirlerin girmesini caiz görürler. Şu şartlarla:
Birincisi: Zımmîlerle yapılan akitte, mescide girme yasağı konmadı ise. Çünkü böyle bir kayıt varsa, izin verilemez.
İkincisi: İzin verecek olan müslümanın buna tam ehliyeti olmalı.
Üçüncüsü: Kur’an dinleyip, öğrenmesi ve sonunda da İslâm’a girmesi umuluyorsa. Ya da binayı tamir gibi bir maksatla girmesi zarurî ise. Bu hususta da, Kaadi Ebî el-Fâruki’nin görüşü bir kazly-ye teşkil eder: «Sırf bilgi ve Kur’an dinlemek için girenin İslâm’a gelmesi içindir, yoksa mescide sokulmaz!..» Bu durumda bize onların mescidlere girmesine İzin verme yetkisi yok demektir. Yâni günü müzde cereyan ettiği üzere muhtelif ecnebi ülkelerden gelenlerin sırf bir san’at ve tecrübe kaygusuyla ya da siyasi alâka kurma gibi yollarla, mescidlere girmesi böyledir. (Turistik maksatla gelen felâket kılıklı kadın – erkeğin hükmü buna kıyaslansın artık).
Uyumak, yemek yemek vb. işler İçin izin isterse, o zaman, «Rav-za» da dendiği gibi: Bu halde izin verilmesi abes olur. Zahirde caiz olsa da, Nevevi’den başkaları ise, bu halde onlara izin vermemiz caiz olmaz derler… Fâruki ise; bu mânâda, hesap, dil ve buna benzer şeyleri öğretmek için girmelerine gelince o da, aynı anlama gelir. Açıktır ki; yasağın maksadı; zararı, mescidin kirlenmesini ve namaz kılanların huzurunu kaçırmanın önlenmesidir[9][161].
Biz de deriz ki zararın en büyüğü teşviştir. O da, açık saçık ve çok çirkin manzaralı gâvur madamlarının namaz kılan insanın arasında dolaşmasıdır. Uyumak, yemek yemek için girmek neyse, camiin tezyinatını, mimarî özelliğini tanımak için gelmek de odur.
- b) Gelen hey’etlere veya elçilere güzel muamelet Vefd (yâni hey’etle), Müstemen (yâni sığınan kişi) arasında şu fark var: Birincisi birkaç kişiden oluşan bir nev’i elçilerdir. Milletini temsil ederler. Müstemen ise, ferdi olarak ilim veya başka bir maksatla islâm ülkesine gelen yabancıdır ki devletin himayesi altındadır. Belki de İslâm’a yönelip gelmiş olabilir.
Müstemen için Cenâb-ı Hak emân tanımış, hüsnü muamele ile karşılamayı ve korumayı emretmiştir. İstediği takdirde de maksadına emniyetle ulaşması sağlanır. «Bir müşrik himaye isterse, siz de onu himaye edin. Ta ki Allah’ın kelâmını işitip kendine göre serbestçe gayeye yaklaşsın[10][162]».
Vefd’e gelince: Bu hüküm onlar için de geçerlidir. Müstemene kıyas ve Resûlullah’ın uygulaması, yâni onlara iyi davranması ve ince siyaseti bunu anlatır. Yukarıda bunu, yâni Resûlullah’ın Sakifli-lere geliş ve ikametleri sırasında nasıl ikramda bulunduğunu görmüştük.
- c) İnsanların iradede ve imamette en lâyık olanı Allah’ın Kitabı’-nı en iyi bilendir: Bunun içindir ki, Resûlullah Qsman bin el-Âs’ı, Sa-
kif hey’etine emir tâyin etti. Çünkü Medine’de kaldığı süre içindebu zât arkadaşları arasında bir üstünlük göstermiş, onlardan çok daha gayretli çıkmış ve çabucak Kur’an öğrenmiş, dinin icaplarını kavramıştı. Resûlullah da bunu görmüş ve hoşlanmıştı. Emirlik ve valilik ise herhalde, dinî ve dünyevi bir sorumluluk gerektirir. Bu da bir takım hükümleri uygulama makamıdır. İslâm cemiyetine hükmü uygulayacak kişinin ise din konusunda bir seviyeye sahip olması gerektir. Bu da birtakım hükümler uygulayacaktır çünkü.
- d) Putların ve heykellerin yıkılmasının zorunlu oluşu:Burada ille de birtakım insanların bir dikili puta tapması şartı yoktur. Bu hüküm umumîdir ve her duruma şâmildir. Buradaki umumi delil ise, Kabe’deki bütün timsalleri imha etmesidir. Orada ne varsa çıkarttırıp imha ettirmiştir. Taprfan veya tapılmayan diye ayırd etmemişti. Bu da[ yukarıdan beri zikrettiğimiz gibi, gösterir ki şekil ve maksat ne olursa olsun timsal (yâni put ve heykeller) yapma haram, hangi maksatla olursa olsun, onları bulundurup taşımak da haramdır[11][163].
Böylece artık daha sonraki hey’etlerin durumunu tafsilâtlandırmayıp sadece Sakîf hey’etinin çevresinde açıklamalarla yetinmiş oluyoruz. Çünkü bu hey’etler arasında en renklisi ve ders verici bunlardı. Öbürlerinde ise önemli bir olay yok gibidir.
Ancak şu kadarını bilmekte fayda var ki; bu gelen hey’etlerin hepsi müşrik değil, bazısı da kitab ehlindendi.
Müşrik hey’etlerin hepsi İslâm’a girmiş, geldiği anda İslâm’ı ilân etmeden dönenler olmuşsa da, sadece kavimlerini ikna etmek ve birliğini sağlamak için dönmüşlerdir. Halbuki ehl-i kitabın çoğu (Yahudi ve Nasara) eski dinleriyle geri dönmüşlerdi…
Necrân’dan gelen Hristiyan hey’et, altmış kişiden oluşuyordu. Resûlullah’m yanında günlerce kaldı ve Hz. îsâ’nm durumunu Allah’ın birliği konusunu tartıştılar. Bir başka hey’et de, Resûlullah’m ÂH tmrân sûresinin: (59, 60, 61.) âyetlerini okumayı tasvib etmediler. «İsa’nın durumu da Allah indinde Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yaratmış, sonra da ona «Ol» demiş, o da olmuştu. Emir Rabbindendir. O halde inatçılardan olma. Bu malûmat geldiği halde, seninle tartışmaya gireceklere gelince, onlara de ki, gelin o zaman, oğullarımızı – oğullarınızı, kadınlarımızı – kadınlarınızı, kendi nefsimizi ve nefsinizi ortaya koyup mübahele yapalım: Allah’ın lanetini da’vet edelim yalancılara…» Bununla Resûlullah onları mübaheleye çağırdı. Çünkü Cenâb-ı Hak da böyle emrediyordu. Resûlullah gidip, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’i abası altına alıp, Hz. Fâtıma da arkasında toplayıp geldi mübaheleye. Hey’et başkam buna cesaret edemedi. Bu zât, «Şurahbil bin Ved’a- idi. Arkadaşları da sonucundan korktuğu için mübaheleye yanaşmadılar, îslâm ve mübahele dışında Resûlullah (s.a.v)’ı güya yenmeye azmettiler. Ama sonunda pes demek zorunda kaldılar. O da, onlarla anlaşma yaptı. Cizye vermeğe razı oldular. Bu yazılı hâle getirildi. Resûlullah, cizyeyi hepsinin ittifakı ile imza ettirdi. Böylece anlaşmayı bozmalarını önlemiş oluyordu. Kendi dinlerinde de olsa, bid’at ve fitne çıkarma, hıyanet, faiz, ahdinden dönme gibi hâllerden sakınacaklarına dair de söz aldı[12][164].
[1][153] İbn Hlşâm: 2/324.
[2][154] İbn Sa’d, Tabakat: 2/78
[3][155] İsrâ sûresi, âyet: 32.
[4][156] Bakara sûresi, âyet: 278.
[5][157] İbn Hişâm: 2/324
[6][158] Tabakat: 2/78.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 441-443.
[7][159] Nasr sûresi.
[8][160] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 443.
[9][161] Zerkeşi, İ’lâmü’s-Sâcid: 319-321.
[10][162] Tevbe süresi, âyet: 6.
[11][163] Bu kitabın Tebük Seferi bahsine bak.
[12][164] Buhârl, BeyhakI ve Ebû Dâvud rivayetleri İle İÇn Kesîr tefsirine bakınız.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 444-448.