sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

ŞEHİD SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ENAM SURESİ 20. AYET

29.10.2018
711
A+
A-

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

20- Kendilerine kitap verdiklerimiz, Peygamberi ve Kur’an’ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat kendilerine kıyanlar var ya, onlar asla inanmazlar.

Yahudiler ile Hristiyanların Kur’an-ı Kerim’i iyi tanıdıkları ya da Peygamberimizin gerçek peygamber olduğunu ve Kur’an’ın kendisine yüce Allah tarafından indirildiğinin gerçek olduğunu bildikleri sık sık vurgulanır. Bu gerçek kimi zaman müşriklerin kendilerine karşı ortaya konur; onların bu din karşısında takındıkları karşıt, inkârcı, savaşçı ve saldırgan tutuma cevap vermek için gündeme getirilir. Kimi zaman da bu gerçek müşrik Araplara karşı ortaya konur; bu durumlarda müşrik Araplara vahyin ve semavi kitapların niteliklerini iyi bilen Yahudilerin ve Hristiyanların şu Kur’an’ın mahiyetini de aslında iyi bildikleri, O’nun kendi peygamberlerine daha önce indirilmiş kutsal kitaplar gibi vahiy yolu ile Peygamberimize indirilmiş bir kitap olduğundan kuşku duymadıkları, buna göre ona karşı çıkışlarının samimi olmadığı hatırlatılır.

Bu ayet -tercih ettiğimiz görüşe göre- Mekke inişlidir. Buna göre burada ehl-i kitaptan söz edilmesi, müşrik Araplara şu mesajı vermek içindir: Kendilerinin inkâr ettikleri şu Kur’an’ı, kitap ehli çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar, durum böyleyken eğer bunların çoğu buna inanmıyorsa bunun sebebi bunların kendi özlerine kıymış olmalarıdır, inanmamaları o yüzdendir. Bu konudaki durumları, öz benlikleri kıydıkları için bu dine inanmamış olan müşriklerin durumu gibidir. Ayetin önü de arkası da müşriklerden söz ediyor ki, bu durum bu surenin tanıtma yazısında dediğimiz gibi bu ayetin Mekke inişli olduğu görüşüne katılmamızın gerekçelerindendir.

Tefsir bilginleri gerek bu ayeti ve gerekse benzerlerini şöyle açıklıyorlar: “Onlar, yani ya müşrikler ya da kitap ehli, bu Kur’an’ın Allah tarafından indirilmiş, gerçek bir kitap olduğunu veya Peygamberimizin gerçek bir peygamber olup Kur’an’ın kendisine vahiy yolu ile indirildiğini biliyorlar.”

Bu anlam ayetin içeriğinde gerçekten vardır, fakat ayetin söylemek istediğinin bütünü bu değildir. Eğer biz tarihin akışını iyi izlersek ve Yahudiler ile Hristiyanların bu süreç içinde bu dine karşı takındıkları tutumu değerlendirirsek bu ayetin bir başka anlamı daha olduğunu görürüz. Yüce Allah bu “öbür” anlamı da Müslümanlara belletmeyi dilemiş olmalıdır. Böylece bu din dolayısı ile sürekli biçimde Yahudi ve Hristiyanlarla karşı karşıya gelmek zorunda kalan Müslümanlar bu önemli gerçeği hep belleklerinde yaşatsınlar, hiçbir zaman akıllarından çıkarmasınlar istemiştir.

Yahudiler ve Hristiyanlar Kur’an’ın Allah’dan gelmiş, gerçek bir kutsal kitap olduğunu biliyorlar. Bundan dolayı gayet iyi biliyorlar ki, bu kitap etkilidir, güçlüdür, yararlıdır, yapıcıdır; onun öğrettiği inanç sistemini benimseyen, onun bellettiği ahlâk sistemini kişiliğinde somutlaştıran ve onun dayandığı hayat düzenini toplumunun pratiğine yansıtan millet için itici, ileriye götürücü bir enerji kaynağıdır. Bu yüzden bu kitaba ve bağlılarına karşı durmak için akıllarının erdiği bütün hesapları yaparlar. Çünkü dünyanın, kendileri ile bu dinin bağlılarına bir arada dar geleceğini gayet iyi biliyorlar! Sebebine gelince iyi biliyorlar ki, bu dinin içeriği gerçektir, haktır ve buna karşılık kendi yolları eğridir, batıldır; benimsedikleri, sosyal kurumları, ahlâkları ve hayat tarzları için dayanak edindikleri cahiliye zihniyeti ile bu din uzlaşmaz, onun varlığına göz yummaz; bu yüzden bu dinin cahiliyeye yönelik sürekli ilişkisi, amansız bir savaş olacaktır. Cahiliye zihniyetinin dünyada kökü kazınıncaya, bu din yeryüzünde kesinlikle egemen oluncaya, yüce Allah’ın egemenliğini gasp etmeye yeltenenler dünyanın her tarafından kovulup atılıncaya, egemenlik yüce Allah’ın tekelinde odaklaşıncaya kadar bu amansız savaş sürüp gidecektir.

İşte Yahudiler ile Hristiyanlar İslâm dinine ilişkin bu gerçeği iyi biliyorlar, bu anlamda onu çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar. Bundan dolayı kuşaktan kuşağa aktarılan yoğun bir çaba ile bu dini araştırıyorlar, onun güç kaynaklarını irdeliyorlar, vicdanlara giriş kanallarını ve sızma gözeneklerini belirlemeye çalışıyorlar. Ciddi bir biçimde şu soruların cevabını arıyorlar: Bu dinin yönlendirici, atılımcı gücünü nasıl sarsabilirler? Onun bağlılarının kalplerine nasıl kuşku ve güvensizlik tohumları ekebilirler? Onun nass’larını ve kavramlarını nasıl çarpıtabilirler? Bağlılarını gerçek bilim yolundan nasıl saptırabilirler? Bu dini batılı ve cahiliye zihniyetini silindir gibi ezen ilâhi egemenliği, onu gasp edenlerden geri alarak yüce Allah’ın yeryüzündeki egemenliğini perçinleyen ileriye itici, dinamik niteliğinden uzaklaştırarak kuru bir kültürel akıma, birtakım cansız teorik araştırmalara, birtakım teolojik ya da fıkhı tartışmalara veya anlamsız mezhep çatışmalarına nasıl dönüştürebilirler? Onun özüne yabancı, hatta özünü tahrip edici düşünceler ile sistemlerle ve kurumlarla temel kavramlarını nasıl yozlaştırabilirler? Bu melânetleri işlerken bu dinin bağlılarına inanç sistemlerini saygın ve dokunulmaz tuttukları izlenimini nasıl verebilirler? Sonunda bu inanç sisteminin boşluğunu başka düşünceler ile, başka kavramlar ile ve başka idealler ile nasıl doldurabilirler; böylece çarpıtacakları, tanınmaz hale getirecekleri bu inanç sisteminin vicdanlarda kalan köklerinin son kalıntılarını da nasıl söküp atabilirler?

Yahudiler ile Hristiyanlar bu dini ciddi, köklü ve titiz bir biçimde etüd ediyorlar. Ama amaçları, bazı saf Müslümanların sandıkları gibi gerçeği aramak değildir; ya da bazı aldanmışların düşündükleri gibi bu dine hakkını vermek, onun değerini tarafsız bir şekilde ortaya koymak değildir. Sözünü ettiğimiz aldanmışlar Batılı araştırıcıların veya oryantalistlerin bu dinin herhangi bir iyi tarafını itiraf ettiklerini görünce hemen böyle bir yanılgıya kapılıverirler. Asla! İşin aslı hiç bir zaman böyle değildir. Onlar bu dine neresinden vurabileceklerini, onun duyarlı ve ölümcül noktalarının nereler olabileceğini belirleyebilmek amacı ile onu ciddi, köklü ve titiz biçimde etüd ediyorlar. Onlar bu dinin vicdanlara girerken kullandığı yolları ve sızma kanallarını bulup bu kanalları tıkamak ya da bozmak istiyorlar. Onlar bu dinin güçlü olduğu noktaları ortaya çıkarıp ona bu noktalarda karşı koymak, böylece kaleyi içinden fethetmek istiyorlar. Bu dinin kendini vicdanlarda nasıl yapılandırdığını bellemek istiyorlar, çünkü insanların vicdanlarında doğan boşluğu doldurmak için kullanacakları karşıt düşünceleri aynı mekanizmayı taklit ederek geliştirmeyi tasarlamaktadırlar.

Biz Müslümanlar bu gerçeği iyi bilmekle görevliyiz. Buna bağlı bir başka görevimiz de asıl bizim, çocuklarımızı tanıdığımız gibi dinimizi yakından tanımamız gerektiğinin bilincinde olmamızdır, bu görevin öncelikle bize düştüğünü kafamıza yerleştirmemizdir.

Tarihimizin bin dörtyüz yıllık realitesi bize bir tek gerçeği anlatıyor. Bu gerçek “Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi ve Kur’an’ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar” ayetinin açıkladığı gerçektir. Fakat bu gerçek içinde yaşadığımız zaman kesitinde her zamankinden daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu dönemde İslâm hakkında yapılan araştırmalar, yayınlanan eserler daha büyük bir yoğunluk kazandı, öyle ki, çeşitli yabancı dillerde ortalama olarak her hafta İslâm ile ilgili yeni bir kitap yayınlanıyor. Bu araştırma eserleri Yahudiler ile Hristiyanların İslâm’ın özüne, tarihine, güç kaynaklarına, ona karşı koyma yöntemlerine ve mesajını yozlaştırma yollarına dair bütün önemli ve ayrıntılı noktaları ne kadar inceden inceye bildiklerini gösteriyor.

Bu araştırmaları piyasaya süren araştırmacıların ezici çoğunluğu -doğallıkla bu niyetlerini açıklamaktan titizlikle kaçınıyorlar. Çünkü onlar eğer bu dine açıktan açığa saldırırlarsa bu tutumlarının Müslümanlar arasında heyecanlı karşı koymalara, sert direnişlere yol açacağının iyi biliyorlar. İyi biliyorlar ki, vaktiyle sömürgeleştirme savaşlarında somutlaşan, bu dine yönelik silâhlı saldırılar Müslümanların sert tepkisi ile karşılaşmıştı, bu silâhlı saldırıları geri püskürtmek amacı ile gelişen hareketler dini bilinç temeline ya da en azından dini heyecan bazına dayanıyordu, eğer İslâm’a yönelik açık saldırılar devam edecek olursa -bu saldırılar düşünce düzeyinde bile kalsa- Müslümanlar arasında savunma ve direnme heyecanının uyanması önlenemeyecektir. Düşmanlarımız bu gerçeği bildikleri için ezici çoğunlukları ile daha sinsi, daha iğrenç bir yönteme başvuruyorlar. Adamlar önce bu dine övgüler düzüyorlar, böylece Müslümanların bilenmiş duygularını uyutuyorlar, tepki göstermeye hazır duyarlı heyecanlarını uyuşturuyorlar, okuyucunun güvenini ve bağlılığını kazanıyorlar, arkasından zehiri bardağa doldurarak rahatça karşılarındakilere sunuyorlar. Bu aşamada nehr dediklerini zehirli kitaplarının sayfalarından izleyebiliriz.

“Evet, bu din büyük bir dindir. Fakat çağdaş uygarlıkla uyuşabilmesi, onunla atbaşı gidebilmesi için kavramlarının ve kurumsal düzenlemelerinin gelişmesi, tekâmül etmesi gerekir. Gerek sosyal kurumlarda gerek yönetim biçimlerinde ve gerekse ahlâki değerlerde meydana gelen gelişmelere karşı çıkmamalıdır. Kısacası kalplerde barınmaya razı inanç haline gelmeli ve pratik hayatın çağdaş uygarlık tarafından geliştirilen teoriler, deneyimler ve yöntemler aracılığı ile düzenlenmesini onaylamalıdır. Bu alanda yeryüzü kaynaklı düzmece ilâhların ortaya koydukları deneyimlere ve yöntemlere kutsallık kaftanı giydirmekle yetinmelidir. İşte böyle yaparsa büyük din olmaya devam eder.”!

Bu tür eserlerin sinsi yazarları aldatıcı bir objektiflik ve uyuşturucu bir övgü maskesi altında bu dinin güçlü noktalarını ve derinliklere kök salmış özelliklerini anlatırlarken kendi milletlerine seslenmeyi amaçlarlar; onları bu dinin taşıdığı tehlike konusunda ve güç kaynakları konusunda uyarmak isterler, böylece yıkım mekanizmalarının önüne projektör tutarak bu mekanizmaların darbelerini hedefe isabet ettirmelerini “bu dini çocuklarını bilir gibi bilmelerini” sağlamaya çalışırlar.

Müslümanlar Kur’an’ın gölgesinde yaşadıkça, inançları uğruna savaşa giriştikçe, tarihi olayları bilinçli bir yaklaşımla süzgeçten geçirdikçe, yaşadıkları günlerin olaylarının bilgi ışığında değerlendirdikçe, çevrelerinde olup-biten her şeyi gerçeği bulduran ve gidilecek yolu aydınlatan Allah’ın nuru ile görürlerse her an bu Kur’an’ın yeni bir sırrını önlerine açtığını göreceklerdir.

 

ELHAMDULİLLAHİRABBİLALEMİN

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.