sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 252. AYET

SEYYİD KUTUB BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 252. AYET
28.08.2019
663
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

252- Bunlar Allah’ın ayetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.

Bu yüksek düzeyli, geniş amaçlı ayetleri “sana okuyoruz”. Yani bu ayetleri okuyan,bizzat yüce Allah’ın kendisi. Eğer insan bu olayın, bu açıklamanın içerdiği derin ve dehşet verici mahiyeti yeterince düşünebilse bunun ne kadar korkunç ve büyük bir şey olduğunu kavrardı. “Bu ayetleri sana hakka bağlı olarak okuyoruz”. Yani bu ayetler beraberlerinde “hakkı” taşıyorlar ve onları okuma ve indirme yetkisini elinde bulunduran yüce Allah’tır bu ayetleri okuyan. Bu yetki Allah’tan başka hiç kimsenin elinde değil.

O halde yüce Allah dışında kullar için sistem düzenlemeye yeltenen herkes haddini aşarak Allah’ın yetki alanına dalan bir mütecaviz, kendine ve kullara zulmeden bir zorba, gerçekte sahip olmadığı birşeye sahip olduğunu iddia eden bir sahtekâr, itaat görmeyi beklemeye hakkı olmayan bir batıl yolun yolcusudur. Kul, sadece Allah’ın buyruklarına ve bir de Allah’ın gösterdiği yoldan ayrılmayan hakk kılavuzlarının emirlerine itaat eder, başkasının söylediklerine değil.

“Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.”

Onun için sana bu ayetleri okuyoruz. Onun için seni bütün geçmiş yüzyıllarda yaşanmış insanlık tecrübeleri ile, iman kervanının deneyim birikiminin bütün aşamaları ile donatıyor ve bütün peygamberlerden kalan mirası sana aktarıyoruz.

Ve tecrübe hazineleri ile dolu olan bu bölüm burada sona eriyor. Böylece müslüman cemaati çeşitli alanlarda çeşitli yönlerde gezintiye çıkaran ve bu gezintilerin izlenimleri aracılığı ile onu eğiterek son derece önemli görevine hazırlayan bu cüz de burada noktalandı. O önemli görev ki, Allah onu müslüman cemaatin üstlenmesini takdir etti, onu bu görevin başına dikti, yine onu zamanın bitimine, dünyanın son anına kadar bu ilâhi sistem uyarınca insanları yönlendirecek bir örnek ümmet olarak ortaya çıkardı.

GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Bu cüz iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümü, Bakara suresinin geride kalan kısmı, ikinci bölümü ise Al-i İmran suresinin ilk yarısıdır. Şimdi burada bu cüzün ilk bölümü hakkında özet niteliği taşıyan birkaç söz söyleyecek, bu Cüzün ikinci bölümüne ilişkin söyleyeceklerimizi ise inşallah, Al-i İmran suresinin giriş yazısında dile getireceğiz.

Bakara suresinin bu kalan bölümü, birinci cüzün başında açıkladığımız ve ikinci cüzün sonuna kadar incelemeyi sürdürdüğümüz surenin tümüne ilişkin ana konunun devamı niteliğindedir. Bu ana konu, müslüman toplumu, Medine’de, İslâm ümmetinin yükümlülüklerini omuzlamaya hazırlamaktır. Bu toplum, sözkonusu emaneti taşıyabilsin diye daha önce şu ön hazırlıklardan geçirilmişti: İmana ilişkin doğru düşünceye kavuşturuldu, daha önceki peygamberlerin mümin ümmetlerinin yaşadıkları tecrübeler ile donatıldı, kendisine bu yolda karşılaşacağı engeller ve gerekli olan ihtiyaçları tanıtıldı, aynı zamanda hakkın ve imanın düşmanı olan kâfirlerin hileleri, tuzakları konusunda uyarıldı, böylece yolunun her aşamasında düşmanlarını iyi tanıması amaçlandı.

Bütün araçları, azığı, tarihî tecrübeleri ve amaçları ile bu hazırlık süreci, Kur’an-ı Kerim’in tarih boyunca ilk müslüman kuşaktan sonra gelen bütün müslüman kuşaklara aynen uyguladığı bir eğitim programıdır. Bu proğram, bu ümmetin her kuşağında müslüman bir cemaat oluşturmak ve İslâmi hareketi yönetmek için uygulanması gereken değişmez, belirgin ve istikrarlı bir proğramdır. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim, canlı, hareketli ve etkin bir eğitim aracı, her dönemde uygulanabilir, geniş kapsamlı bir ilkeler bütünüdür. Başka bir deyimle Kur’an-ı Kerim, olgunlaşmayı, kılavuzluğu ve nasihatı ayetlerinde arayan herkes için, her durumda her adımda ve her kuşakta fonksiyonunu yerine getiren ideal bir kılavuzdur.

Bakara suresinin bu son kısmı, ikinci cüzün sonunda yeralan Yüce Allah’ın Peygamberimize yönelik “Bunlar Allah’ın ayetleridir. Onları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.” şeklindeki seslenişinin arkasından geliyor.·(Bakara Suresi, 253) Bu sesleniş de “Hani onlar, Peygamberlerine; `Başımıza bir hükümdar getir de, onun emri altında Allah yolunda savaşalım’‘diye başlayıp” (Bakara Suresi, 246) “Ve Davud, Calut’u öldürdü. Arkasından Allah, Davud’a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, ona dilediği bazı bilgileri-öğretti.” diye noktalanan” (Bakara Suresi, 251) Hz. Musa’dan sonra yaşamış bir yahudi heyetine ilişkin kıssayı izliyor. Başka bir deyimle ikinci cüz, Hz. Musa’nın kavmi olan yahudilerden ve Hz. Davud’dan söz ederek, bu konuda Peygamberimizin de peygamberlerden biri olduğuna ve kendisinin “daha önceki peygamberler”in tecrübeleri ile donatıldığına işaret ederek noktalanmıştı.

İşte bundan dolayı bu cüz, bir önceki cüzün sonu ile bütünlüğü ve devamlılığı gözetip peygamberlerden, onlardan bazılarının diğerlerine üstün kılınışından, bazılarına bağışlanan özel imtiyazlardan, bazılarının derece bakımından yükseltilişinden, bunların yanısıra bu peygamberlerden sonra gelen birkısım bağlıları arasında anlaşmazlık çıkmasından ve bu bağlılardan bazılarının birbirlerini öldürmelerinden sözederek başlıyor:

“İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya açık mucizeler verdik, O’nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar.”

İkinci cüzün sonu ile incelemekte olduğumuz üçüncü cüzün baş tarafı arasında konu bakımından belirgin bir uyum, açık bir bütünlük vardır. Çünkü her iki yerde de peygamberlerden sözediliyor. Bunun yanında surenin geride kalan ayetleri arasında da yine açık bir konu uyumu, bir bütünlük göze çarpar. Bu bölümün ağırlık noktasını Medine’de yeni yeni gelişmekte olan müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki mücadele oluşturur. Nitekim ilk iki cüzde de bu konu bütünlüğü vardır.

Bundan dolayı burada, peygamberlerin ölümünden sonra bağlıları arasında baş gösteren görüş ayrılıklarından, bu bağlıların bir kısmı mümin ve diğer bir kısmı kâfir olduktan sonra aralarında çıkan savaşlardan sözediliyor. Bu görüş ayrılıklarının ve inanç kökenli savaşların gündeme getirilmesi gayet yerindedir. Böylece müslüman cemaatin yoluna devam ederek gerek yahudilere ve gerekse yahudi olmayanlara eski peygamberlerin bağlıları arasında hüküm süren gerçek durumu gözönüne alarak, yani bunların doğru yolda olanları ile sapıtmışlarını birbirinden ayırarak karşı koyması ve bu ümmetin sapıklara karşı sürekli mücadele vermesi gereken doğru yol yolcusu bir cemaat sıfatı ile yükümlülüklerini yerine getirmesi kolaylaştırılmış oluyor, amaç budur.

Bu gerekçe ile eski peygamberlere, bu peygamberlerin ümmetlerine, bu ümmetler arasındaki düşünce uyuşmazlıkları ile savaşlara ilişkin açıklamaların hemen arkasından `Allah yolunda mal harcamaya yönelik bir çağrı ile karşılaşıyoruz:

“Ey müminler, ne alış-verişin ne dostluğun ve ne de ayrıcalığın sözkonusu olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın.”

İnfak her durumda cihad farzının ayrılmaz parçası olan malî bir farzdır. Özellikle Medine’de gelişen müslüman cemaatin içinde bulunduğu şartlarda bu ayrılmazlık daha da kaçınılmazdı. Çünkü o dönemde Allah yolu savaşçılarının savaş teçhizatları kendi malı imkanları yanında Allah yolunda mallarını ordunun hizmetine sunan müslümanların destekleri sayesinde sağlanıyordu.

Bunun arkasından, İslâm cemaatinin dayanağını oluşturan İslâm düşüncesinin temel kaidesine, alı yapısına ilişkin açıklama geliyor. Bu açıklamada şu esaslara yer veriliyor: Yüce Allah tektir, diridir. Herşey O’nun gözetimi ve yönetimi altındadır. Herşey O’nun sayesinde vardır. Herşey mutlak anlamda O’nun mülküdür. Herşey bilgisinin kapsamı içindedir. Kayıtsız egemenliği herşeyi içerecek genişlikte ve yaygınlıktadır. Herşey gücünün ve himayesinin şemsiyesi alımdadır. O’ndan izinsiz hiç kimse O’nun katında başkasına şefaat edemez ve hiç kimse O’nun bağışladığı dışında bir ilme sahip olamaz.

Bu açıklamanın amacı da müslümanın, sisteminin tümü ile üzerine oturduğu inancına ilişkin düşüncesinde berraklık kazanmış olarak yoluna devanı etmesini sağlamaktır:

“Allah, O’ndan başka ilâh olmayan, diri, yarattıklarını gözetip yöneten, kendisini uyuklama ve uyuma tutmayandır. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadıkça O’nun katında kim şefaatçı olabilir? Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve olup-biten herşeyi bilir. Onlar O’nun bilgisinin ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. O’nun kürsî’si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır. Bunları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O yüce ve büyüktür.”

Bunların yanısıra, müslüman Allah yolunda savaşır. Fakat bu savaştaki amacı başkalarına bu inanç sistemini ve düşüncesini zorla kabul ettirmek değildir. O sadece doğru yol ile sapıklık net bir şekilde birbirinden ayırd edilebilsin, fitne ve sapıklık unsurlarının kökü kazınsın diye savaşıyor. Bundan sonra fertler istedikleri dini benimseme hakkına sahiptir:

“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Artık kim şeytanı, azgınlığı reddederek Allah’a inanırsa kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç şüphesiz, Allah herşeyi işitir, herşeyi bilir.”

Müslüman, Allah’ın koruması ve kayırıcılığı altında, Allah’ın hidayet ediciliğinden ve gözeticiliğinden emin olarak gönül huzuru içinde yoluna devam ediyor:

“Allah, müminlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları ise şeytan ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan çıkararak karanlıklara sokarlar. Onlar orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler.”

Bu cüzün başında ardarda sıralanan, bu çeşitli konulara ilişkin kısa ve özlü açıklamalar, surenin başından beri benimsenen yolu izleyerek müslüman cemaatin hayatına ve hedeflerine yönelik amaçlarını gerçekleştiriyorlar.

Bu açıklamaları, ölümün ve hayatın mahiyetine ilişkin imana dayalı düşünceye belirginlik kazandırmayı amaçlayan, öncesi ve devamı ile bütünleşmiş bir ayetler demeti izliyor. Bu ayetler ölüm ve hayatla ilgili birkaç somut deneyi anlatır. Bu tecrübelerden ilk ikisinde Hz. İbrahim’in adı anılır, üçüncüsünde ise adı belirtilmeyen birinden sözedilir. Bu deneylerin her üçü de ölümün ve hayatın mahiyetini açıklayarak, bu iki önemli olgunun doğrudan doğruya Allah’ın iradesi ve bilgisi ile ilişkili olduğunu, insan idrakinin bu sır nitelikli olayların içyüzünü kavrayacak yeterlilikte olmadığını, bu sırrın idrak alanının ötesine düştüğünü Allah`tan başka hiç kimsenin bu sırrı çözemeyeceğini vurgulayarak noktalanır. Bu ayetler demetinin konusu ile savaş ve cihad konusu arasındaki ilişki açıktır.

Ayrıca yine bu ayetler demeti ile genel anlamda imana dayalı doğru düşünce edindirme amacı arasındaki ilişki de son derece açıktır.

Bakara suresinin bu son bölümünde bu noktadan itibaren müslüman toplumun dayanağını oluşturan çeşitli sosyal ilişkilerin ayrıntılı olarak sözkonusu edildiğini görürüz. Bu sosyal ilişkiler sayılırken şu ilkeler karara bağlanır: Sosyal dayanışma bu toplumun temel kaidesidir. Faiz, bu toplum tarafından silkelenip atılmış ve lânetlenmiş bir uygulamadır. Bu gerekçe ile Allah yolunda mal harcama ve sadaka verme konusu, surenin geri kalan bölümü içinde geniş yer tutacak şekilde uzun uzun anlatılır. Bu anlatım birtakım canlı tasvirler, duygulandırıcı sezgiler, telkinler ve esintiler ile doludur ki, bunlardan az sonra inceleyeceğimiz ayetleri geçerken sözetmeyi daha uygun görüyoruz. Bu konu ile surenin akışı arasındaki uyuma gelince, özellikle savaş ve cihad konusu ile bu konu arasında güçlü bir uyum vardır. Ayrıca bu Allah yolunda başkalarına yardımda bulunma ve sadaka verme konusu, bu surede okuduğumuz çeşitli yasal düzenlemeler ve çeşitli telkinlerle sistemleştirilen genel İslâmi hayatın önemli dayanaklarından birini oluşturur.

Yardımseverlik ile sadaka vermenin karşı kutbunda faiz uygulaması yeralır. Kur’an-ı Kerim, bu iğrenç uygulamaya bu surenin tam bir sayfasını ayırarak ona son derece şiddetli bir dille saldırır. Kur’an-ı Kerim’in bu saldırıyı seslendiren ayetleri ekonomik ve sosyal hayatın bu uğursuz kurumu üzerine yıldırımlar yağdırarak onu kökten yıkmak ve yerine yüce Allah’ın, Kur’an aracılığı ile kurduğu İslâmî toplum yapısının üzerine oturacağı sağlıklı ve sağlam bir başka temel koymak ister.

Faiz konusunu borç alıp-verme işlemi ile ilgili bir yasal düzenleme izler. Kur’an-ı Kerim, bu konuda yasal düzenleme getiren ilk kaynaktır. Bu konu iki ayette işlenir. Bu ayetlerin ilki Kur’an’ın en uzun ayetidir. Bu ayetlerde Kur’an-ı Kerim’in tamamen kendine özgü ve mucize niteliği taşıyan canlı ve düşünceye yeni ufuklar açıcı kanun koyma üslubu açıkça görülür.

Sonunda Bakara suresi, gerek başlangıcı ve gerekse içeriğinin ana çizgisi ile son derece uyumlu bir şekilde noktalanır. Surenin bu son ayetlerinde İslâm düşüncesinin temel esasını oluşturan Allah’a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmak ilkeleri dile gelir ve İslâm’ın bu alandaki tutumu “Allah’ın hiçbir peygamberini diğerlerinden ayırmayız” ifadesi ile vurgulanır·” (Bakara Suresi, 285). Bu temel kural, zaten bu surenin daha önceki ayetlerinde de tekrarlanarak vurgulanmıştı. Bu surenin en sonunda müslümanlardan yüce Allah’a yöneltilmiş tatlı bir dua ile karşılaşırız. Bu duada mümin ile Rabbi arasındaki ilişkinin karakteristik özelliği, Allah ile inanmış kul arasındaki sıcak atmosfer kelimelere yansır. Bunun yanısıra bu duada Bakara suresinin daha önceki ayetlerinde önemli olayları anlatılan İsrailoğulları tarihine işaret edilir. Asıl geniş açıklamayı daha sonra yeri gelince yapmak üzere bu ayeti şimdilik mealen okuyalım:

“Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ayrı yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle, sen mevlâmızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım et bize.” (Bakara Suresi, 286)

Bu dua, surenin başı ve uzun ayrıntılı içeriği ile uyumlu bir bitiş, bir son sözdür.

TABİAT KANUNLARI KARŞISINDA PEYGAMBERLERİN DURUMU

Bu bölümde karşımıza çıkan ilk incelik peygamberlere ilişkin şu özel ifade tarzıdır:

“Şu peygamberler…”

Dikkat edersek “Bu peygamberler..” denmiyor, bunun yerine güçlü ve belirgin bir mesaj içeren yukardaki ifade tarzı ile peygamberlerden sözetmeye giriyor. Bu kısmın ayetlerini incelemeye geçmeden önce bu incelik hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.

Evet “Şu peygamberler…”

Gerçekten “bunlar” karakteristik özelliği olan, kendine özgü bir grup, orjinal bir topluluk oluştururlar. Her ne kadar onlar da teker teker bir insan iseler de bu böyledir. Peki kimdir bunlar? Peygamberlik (Risalet) nedir? Nasıl bir karakteristik özellik taşır? Nasıl gerçekleşir? Niçin sadece “bunlar” peygamber oldular ve neyin sayesinde peygamberlık mertebesine ulaştılar?

Bunlar uzun süre kendilerine cevap bulmaya çalıştığım sorulardır. Bu konuda için için algı alanım öyle duygular ve anlamlar ile dolu ki, bunları ifade edecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum. Fakat bu duyguları ve anlamları mümkün olduğu oranda kelimelere ve cümlelere yüklemek gerekir!

İçinde yaşadığımız ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğumuz bu evrenin dayandığı birtakım köklü ilkeler vardır. Bu ilkeler yüce Allah’ın bu kâinata sunduğu evrensel kanunlardır. Evren sistemi bu kanunlar uyarınca gelişimini sürdürür, bu kanunlar gereğince hareket eder ve bu kanunlara göre çalışır.

İnsan bilgi merdiveninin basamaklarım çıktıkça bu kanunların bir kısmını keşfeder. İnsanoğlu bu kanunların sınırlı idrak kapasitesine sığacak kadarını belirli bir süre zarfında keşfeder -ya da bu kadarı kendisine keşfettirilir-. İdrak kapasitesi ise yeryüzü halifeliği görevinin üstesinden gelmesine yetecek oranda yaratılmıştır.

İnsan evrensel kanunların bu sınırlı bölümünü öğrenirken şu iki -kendi açısından- temel araca, şu iki bilgi edinme yöntemine dayanır: a)Akıl yürütme b)Deney. Bunlar öz nitelikleri itibarı ile göreli (izafî, relatif) yöntemlerdir; nihaî, kesin ve mutlak sonuçlar verecek yetenekte değildirler. Bununla birlikte uzun bir zaman sürecinde kimi zaman insana, genel geçerli (külli) evrensel kanunların bir kısmını keşfettirirler. Ama başarılan bu keşifler de göreli olma niteliklerini sürdürürler, nihaî ve mutlak olamazlar. Çünkü bütün evrensel kanunlar arasında uyum sağlayan, bu kanunların tümüne ahenkli bir bütünlük kazandıran ana ilke niteliğindeki sır, gizli ve çözümsüz kalır; ne kadar uzun zaman geçerse geçsin göreli (izafi) ve göreceli (nisbi) insan aklı, insanın akıl yürütme gücü, bu sırrın özüne yol bulamaz. Çünkü zaman bu alanda nihaî bir unsur, kesin belirleyici bir faktör değildir. Zaman, insanın yapısı ve varlık bütünü içindeki rolü gereğince insanın kendisi için konmuş bir sınırlama, bir ölçü birimidir. İnsanın evren içindeki rolü de göreli ve görecelidir. Sonra yeryüzü üzerinde yaşayan bütün insan soyuna sunulmuş olan zamanın göreliliğine sıra gelir, o da göreli ve sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı bütün bilgi edinme araçları, insanın bu araçlar yolu ile elde ettiği bütün bilimsel sonuçlar sözünü ettiğimiz görelilik (izafilik) ve görecelik (nisbilik) dairesinin sınırları içinde kalır.

İşte bu noktada peygamberliğin, yani Allah tarafından bağışlanan, ledünni (Allah’ın kalbe ilham ettiği bilgi) bir yetenek sayesinde tüm evrenin dayandığı genel geçerli ana ilke ile derinliklerinde -sonuçlarını kavramakla birlikte mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir yolla- iletişim kurabilen özel ve karakteristik yapının rolü, fonksiyonu gündeme gelir.

İşte vahyi alan, almaya güç yetiren harika cihaz, bu özel ve karakteristik yapıdır. Çünkü bu karakteristik yapı vahyi karşılamaya hazırlıklıdır. Bu yapı evren bütününün aldığı ilahi işaretin aynısını alır, çünkü bu evren bütünü yönlendiren ana evrensel ilke ile dolaysız biçimde ilişkilidir. Acaba bu karakteristik yapı bu ilâhî işareti nasıl alıyor, onu hangi cihazla karşılıyor, algılıyor? Bu soruya cevap verebilmek için Allah’ın (c.c) sadece seçkin kullarına bağışladığı bu karakteristik yapıya bizim de sahip olmamız gerekir. Oysa “Allah, peygamberliği kime vereceğini çok iyi bilir.” (Enam Suresi, 124) Bu mesele, aklımızın ucundan geçebilecek büyük evrensel sırların tümünden daha büyük ve ölçüler üstü derecede önemli bir meseledir.

Bütün peygamberler “Tevhid (Allah’ın birliği)” gerçeğini kavramışlar ve hepsi de bu gerçeği insanlara duyurmak için gönderilmişlerdir. Çünkü hepsinin yapısında varolan aynı ana ilkenin ilhamı, onları bu ilhamın tek olan, birden fazlası sözkonusu olmayan kaynağına iletmiştir. Bu ilhamın kaynağı birden fazla olamaz, çünkü aksi halde gerek evrensel ana ilkenin ve gerekse peygamberlerin bu ana ilkeden aldıkları ilhamın da birden fazla olması gerekirdi. Bu idrak, insanlık tarihinin alacakaranlıklı başlangıcında, akıl yürütme ve deneye dayalı nesnel bilgiler henüz ortada yokken, bu birlik (Tevhid) ilkesine işaret eden evrensel kanunların henüz hiçbiri keşfedilmemişken de vardı.

Bütün peygamberler insanları bir olan Allah’a kulluk etmeye, ilâhi kaynaktan aldıkları ve duyurmakla görevlendirildikleri bu gerçeğe çağırmışlardır. Onlar bu ilkeyi, aynı evrensel ana ilkenin, evrenle bütünleşmiş fıtrata yönelik ilhamının doğal mantığı gereği olarak kavramışlardı. Bu ilkeyi insanlara duyurma görevini üstlenmeleri de onun gerçek olduğuna, kendilerine tek olan Allah tarafından iletildiğine ilişkin mutlak imanlarının sonucu idi. Onlar, fıtratlarında yer eden güçlü, kuşku götürmeyen ve zorlayıcı ilhama göre birden fazla ilahın olamayacağını kavrıyorlar, bilinçaltında hissediyorlardı.

Peygamberlerin fıtratlarının bilincinde yereden bu ısrarlı zorlama, zaman zaman onların Kur’an-ı Kerim’de nakledilen sözlerinde ya da kimi ayetlerde onları tanıtmak için kullanılan ifadelerde ortaya çıkar.

Biz bu içten gelen bilinci, meselâ Hz. Nuh’un (selâm üzerine olsun) kavmine yönelik sözlerini nakleden şu ayetlerde buluyoruz:

“Nuh dedi ki; `Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ve siz de bunun farkında değilseniz, siz istemediğiniz halde biz size onu zorla mı benimseteceğiz?

Ey kavmim,ben buna karşı sizden bir mal istemiyorum; benim ücretimi verecek olan Allah’tır. İman edenleri yanımdan kovmam sözkonusu değildir, onlar Rabb’leri ile buluşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz cahilce davranan bir topluluksunuz

Ey kavmim, eğer ben iman edenleri yanımdan kovarsam Allah’a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?” (Hud Suresi, 28-30) Aynı ısrarlı içten gelen bilinci Hz. Salih’in (selâm üzerine olsun) sözlerini nakleden ayette de görebiliriz:

“Salih onlara dedi ki; `Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ise, Allah’a karşı geldiğim takdirde O’na karşı beni kim savunabilir? Sizin bana, yıkımımı artırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz.” (Hud Suresi, 63)

Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunu Hz. İbrahim’in (selâm üzerine olsun) hayatını anlatan şu ayetlerde de bulabiliriz:

“Kavmi onunla (İbrahim’le) tartışmaya girişince onlara dedi ki; `Beni doğru yola iletmiş olan Allah hakkında benimle tartıyor musunuz? Ben O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin bilgisi herşeyi kaplamıştır. Acaba ders almaz mısınız?

Allah’ın size, ilâh olduklarına ilişkin hiçbir delil indirmemiş olduğu şeyleri siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan niye korkayım? Biliyorsanız, söyleyin bakalım; sırf Allah’a inananlar ile O’na ortak koşan iki gruptan hangisi korkmamakta daha haklıdır?” (Enâm Suresi, 80-81)

Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunun aynısına Hz. Şuayb kıssasında da rastlıyoruz:

“Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana kendi katından güzel bir nasip bağışlamış ise? Size yasakladığım şeyi kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Benim istediğim şey, gücümün yettiği kadar eğrilikleri düzeltmektir. Başarım sadece Allah’a bağlıdır. Sırf O’na dayanır, O’na yönelirim.”·(Hud Suresi, 88)

Aynı ısrarlı zorlanmışlık bilinci Hz. Yakub’un oğullarına söylediği şu sözlere de yansımıştır:

“Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah’a açarım. Allah ile ilgili olarak sizin bilmediğiniz şeyler biliyorum.” (Yusuf Suresi, 86)

Gerek bunlarda ve gerekse bunlara benzer nice örneklerde peygamberlerin fıtratlarına yönelik bu derin ve ısrarlı mesajın izlerini, onların sözlerinde ve tanıtıcı niteliklerinde görürüz. Onların sözleri, bu zorlayıcı mesajın vicdanlarının derinliklerinde bıraktığı etki hakkında bize ipucu veriyor.

Gün geçtikçe insanoğlu nesnel bilgiler alanında şu evrendeki birlik ilkesine uzaktan işaret eden birçok bulgular keşfediyor. Bilim adamları şu uçsuz-bucaksız evrende yaratılış (yapı) ve hareket birliği olduğunun farkına varmışlardır. İnsanoğlunun bilgi edinme kapasitesinin sınırları içinde bütün evren yapısının temel taşının atom olduğu ve atomun da aslında enerjiden başka birşey olmadığı ortaya çıktı. Böylece, evrende varolan madde ile enerjinin atomun yapısında bütünleştiği ve uzun yüzyıllar boyunca madde ile enerji arasında varolduğu sanılan ikiliğin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Görüldü ki, atomlar yığınından oluşmuş olan madde aynı zamanda enerjidir, yapısındaki atomlar parçalanınca enerji türlerinden birine dönüşmektedir.

Yine insanın bilme kapasitesinin elverdiği ölçüde ortaya çıktı ki, atom, içyapısında sürekli hareket halindedir, kalbini oluşturan (merkezinde yeralan) çekirdekten ya da çekirdeklerin çevresindeki yörüngelerinde dönen elektronlardan meydana gelmiştir. Bu hareket süreklidir ve her atomda aynıdır ve her atom, vaktiyle ünlü İslâm şairi Feriduddin Attar’ın dediği gibi, çevresinde yıldızların döndüğü bir güneştir; tıpkı sürekli biçimde yıldızların çevresinde döndüğü şu bizim güneşimiz gibi.

Evrendeki yapı ve hareket birliği insanoğlunun farkına vardığı, bilgi birikimine eklediği iki evrensel kanundur. Bu iki kanun kapsamlı ve büyük birlik ilkesine uzaktan birer işarettir. İnsan bilgisi, akıl yürütmenin ve deneyin sağladığı imkân oranında bu ilkeleri keşfetti. Oysa peygamberlerin kendine has ve Allah vergisi karakteristik yapısı, göz açıp kapayıncaya kadar o geniş kapsamlı ve büyük birlik kanununu kavrayıverdi. Çünkü bu yapı, o ilkenin mesajını direkt olarak alıyor, bu mesajı alabilen yalnız odur.

Peygamberler bu evrensel birliğe ilişkin belgeleri ve kanıtları bilimsel deneyler yolu ile toplamadılar. Fakat onlara mükemmel ve dolaysız iletişim kurabilen bir cihaz bağışlandığı için aynı ilkenin mesajını iç iletişim yolu ile direkt olarak almışlar ve bu tek tip mesajın mutlaka aynı kapsamlı ilkeden gelmiş olması ve aynı kaynaktan çıkmış olmasının kaçınılmaz olduğunu kavramışlardır. O özel ve karakteristik yapılara bağışlanmış olan bu ledünnî (Allah vergisi) cihaz, son derece duyarlı, mükemmel ve geniş kapasiteli idi. Çünkü sözkonusu mesaj birliğinin arkasındaki kaynak birliğini, şu evrene egemen olan irade ve etkinlik birliğini anında fark ederek şu evreni çekip çeviren yüce Allah’ın “birliği”ni iman olarak belirlemiştir.

Şu noktayı hemen vurgulayalım ki, modern bilim, evrensel birliğin kanıtlarından birini ya da ikisini kavradığını görüyor diye bu sözleri söylüyor değilim. Çünkü bilim, kendi alanında bazı şeyleri kimi zaman ispatlar, kimi zaman da reddeder. Onun ulaştığı “gerçekler”in tümü göreli (izafi), göreceli (nisbi) ve kayıtlıdır, o hiçbir zaman tek, nihaî ve mutlak bir gerçeğe varamaz. Üstelik bilimsel teoriler, değişkendir, birbirini yalanlar ve değiştirirler.

Ben evrenin yapı ve hareket birliği hakkında anlattıklarımı, peygamberlerin algısına yansıyan evrensel birliğe ilişkin mesajın doğruluğuna katkıda bulunmak amacı ile anlatmış değilim. Asla. Benim amacım başka. Ben bu anlattıklarımla evrenin mahiyetine ilişkin eksiksiz, geniş kapsamlı ve doğru düşünce oluştururken dayanılacak algı kaynağını belirlemeyi hedefliyorum.

Bilimsel keşifler, büyük evrensel birliğin özüne ilişkin bazı kanıtların bilgisine yol bulabilir, ulaşabilirler. Oysa peygamberlerin algılama gücü bu birliği çok daha önce geniş, kapsamlı bir düzeyde ve direkt bir şekilde somutluğa kavuşturmuş, onların ledünni fıtratı bu ilkeyi mükemmel, yaygın ve dolaysız biçimde kavramıştır. Modern bilimsel nazariyeler, bu ilkeye ilişkin bazı belgeleri ortaya koymuş olsa da olmasa da peygamberlere bahşedilen ledünni ilim kesindir, nihaî doğrulardır. Çünkü bilimsel teoriler, bizzat bilimin araştırma ve gözden geçirme girişimlerine açıktırlar. Onlar işin başında değişmez şeyler değildirler, sonra da nihaî ve mutlak değildirler. O halde bunlar peygamberliğin doğru olup olmadığını belirleyecek kriterler olmaya elverişli değildirler. Çünkü ölçülerin, kriterlerin değişmez ve mutlak doğrular olmaları gerekir. Bundan dolayı peygamberlik kurumu, değişmez ve mutlak tek kriterdir.

Bu gerçekten, son derece önemli bir başka gerçek çıkar ki, o da şudur:

İnsanlığa geniş kapsamlı biçimde yön verebilecek olanlar, ona evrenin yaratılışı ile, değişmez kanunları ile ve sürekli geçerliliğe sahip ilkeler sistemiyle uyumlu olarak yön verebilecek olan, sadece varlık aleminin ilkeler sistemi ile direkt biçimde bütünleşmiş olan bu özel karakteristik yapılardır. Dolaysız biçimde Allah’tan vahiy alanlar onlardır. Bu gerekçe ile onlar yanılmazlar, sapıtmazlar, yalan söylemezler, gerçeği saklamazlar, zaman ve mekan faktörleri kendileri ile gerçek arasında perde ve engel oluşturmaz. Çünkü bu gerçeği zamandan ve mekândan münezzeh olan yüce Allah’tan alırlar.

Yüce irade, zaman aralıkları içinde peygamber göndermeyi diledi. Amaç, insanlığa mutlak gerçeği iletmektir. O mutlak gerçek ki, insanlar akıl yürütme ve deney yolu ile bunun bir kısmını ancak yüzlerce asır sonra kavrayabilmişler ve gelecekteki çağlar boyunca bu araçlarla bu gerçeğin tümünü hiçbir zaman kavrayamayacaklardır. İnsanlar hesabına bu ilişkinin değeri, attıkları adımları evren ile paralel hale getirmek, evrenin hareketi ile kendi hareketleri arasında yön birliği sağlamak, evrenin yaratılışı ile kendi fıtrî yapıları arasında uyum temin etmektir.

İşte bundan dolayı insanın gerek tüm varlıklar alemine gerekse kendi öz varlığına gerek tüm varlık aleminin ve gerekse öz varlığının amacına ilişkin eksiksiz, doğru ve geniş kapsamlı düşünce sistemini alabileceği tek kaynak vardır. Evrenin kararı, hareketi ve doğrultusu ile uyumlu, insanları topyekün varlıkları ile “barış”a kavuşturabilecek tek doğru ve dengeli hayat sistemi, ancak bu düşünce sisteminden kaynaklanabilir. Bu hayat sistemi ïnsan ile evren arasında, insanla evrenin yaratılışının doğal uzantısı olan kendi öz fıtratı arasında; dünyada insan soyu için imkanları hazırlanmış çalışma, girişim, büyüme, gelişme ve ilerleme alanlarında insanların kendileri arasında “barış” sağlar.

Tek kaynak, yani peygamber kaynağı. Bunun dışındaki kaynaklar sapık ve batıldır. Çünkü bu diğer kaynaklar, sözünü ettiğimiz bütünleşmiş tek kaynakla iletişim halinde değildirler, ondan mesaj almamaktadırlar.

İnsana sunulan diğer bilgi edinme araçları, evrenin bazı görüntülerini, bazı kanunlarını, bazı güçlerini yeryüzündeki halifelik görevinin üstesinden gelmesine, hayatı geliştirip evrimleştirmesine yetecek derecede sınırlı olarak keşfedebilmesi için kendisine kısıtlı olarak verilmiştir. İnsan bu alanda gerçekten ileri adımlar atabilir. Fakat bu adımlar ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, insanı hiçbir zaman mutlak gerçeğin düzeyine ulaştıramazlar. O mutlak gerçek ki, insanın, hayatını sırf geçici ve değişken durumlar ve şartlar uyarınca değil, varlık aleminin dayandığı değişmez ve sürekli evrensel kanunlar ve topyekün insan varoluşunun büyük amacı uyarınca düzenlemek için ona muhtaçtır. Bu büyük amacı zaman ve mekan şartlarından münezzeh olan yüce Allah görür, ama zaman ve mekân şartları ile bağımlı ve sınırlı olan insan bunu göremez.

Ancak bir yolu baştan sona kadar kavramış olan bir merci bu yolun tümüne ilişkin bir yolculuk plânı yapabilir. Oysa insanın önünde bu yolun bütününü görmesini engelleyen perde var. Hatta bir saniye sonrasını bile görmesi engellenmiştir. İnsanın önünde ve içinde yaşadığı anın önünde, arkasını görmesine imkan tanımayan yere kadar uzanan bir perde gerilmiştir. Buna göre insan, kendisi için meçhul olan bir yolu aşmak üzere nasıl plân yapabilir?

Ya çarpıklık, sapıklık ve başıboşluk ya da evrenin yaratıcısından alınmış yaşama sistemine, peygamberliklerin ve peygamberlerin sistemine, varlıklar alemi ve bu alemin yaratıcı ile ilişki halinde olan fıtratın sistemine dönüş…

Ardarda gelen peygamberler insanlığın elinden tutup onu hidayete ulaştıran aydınlık yolda ileriye doğru yürütüyor. Oysa insanlık bu yol boyunca ikide bir kervandan ayrılıyor, rotadan sapıyor, kılavuzun yol gösterici çağrısını umursamıyor, yeni bir kılavuzun gelişine kadar sapıtmışlığını sürdürüyor. Her defasında biricik gerçek, yenilenen tecrübeleri ile uyumlu bir şekilde daha olgunlaşmış olarak zihninde belirginleşiyor.

Böylece son peygamberlik dönemine sıra gelince insan aklı olgunluk çağına eriyor. Bu gerekçe ile son peygamber, insan aklına genel geçerli (külli) gerçeklerin tümü ile sesleniyor. İnsanların bu nihaî ve geniş hatların, çizgilerin kılavuzluğunda sürekli adımlarla ilerlemesini istiyor. Büyük gerçeğin çizgileri artık yeni bir peygamberin gelmesini gerektirmeyecek derecede belirginleşmiştir. Sadece yüzyıllar boyunca ortaya çıkacak yenileyici yorumcular yeterlidir.

Bundan sonra insanlık ya her zaman gerek kendisine gerekse ilerici ve yenileyici atılımlarına yetecek genişlikte olan bu şeridin içinde kalarak ilerleyecek ve bu yoldan, başka hiçbir yolla ulaşamayacağı mutlak gerçeğe erecek ya da yolunun işaretlerinden uzak düşerek belirsizlik çölünde şaşkın, sapıtmış ve başıboş bir biçimde taban tepecektir!

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.