sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA AL-İ İMRAN SURESİ 118. VE 120. AYETLER ARASI

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA AL-İ İMRAN SURESİ 118. VE 120. AYETLER ARASI
14.11.2019
667
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

118- Ey müminler, kendinizden başkasını sırdaş ve dost edinmeyiniz. Olanca güçleri ile size zarar dokundurmaya, dirliğinizi bozmaya çalışırlar, karşılaştığınız her sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır ama kalplerinde saklı tuttukları kin daha büyüktür. Eğer düşünecek olursanız size ayetlerimizi açık açık anlattık.

119- İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler; bir de kitabın tümüne inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıklarında ‘inandık’ derler fakat kendi başlarına kaldıkları zaman size duydukları öfke yüzünden parmak uçlarını ısırırlar. De ki; `Öfkenizden ölün (çatlayın). Hiç şüphesiz Allah kalplerin içini dışını bilir.’

120- Eğer size bir iyilik dokunacak olsa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden sevinirler. Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz Allah’ın bilgisi onların yaptıklarını kuşatmıştır.

Bu, gizli duyguları, görünen davranışları ve gidip gelen hareketleri gösteren ve ruhların derinliklerinde görünen izlerini konuşturan net ve mükemmel bir portredir. Bu suretle her zaman ve her yerde benzeri görülen bir insan tipini canlandırıyor. Müslüman cemaatin çevresinde bugün ve yarın, benzer düşman tiplere rastlayacağız şüphesiz. Bunlar, müslümanların güçlü olduğu ve zafer elde ettikleri zaman sevgi gösterilerinde bulunurlar. Ancak gözleri ve uzuvları bu hallerini yalanlamaktadır. Müslümanlar da bunlara aldanarak onlara sevgi ve bağlılık gösterirler. Oysa onlar, müslümanlar için ızdırap ve fitneden başka birşey dilemezler. Gece gündüz, fırsatını buldukça, müslümanlara eziyet etmekten, yollarına diken serpmekten onlara hile ve desiseler hazırlamaktan geri durmazlar.

Kur’an-ı kerimin çizdiği bu manzara, bu harikulâde tablo, öncelikle Medine’deki müslümanlara komşu olan ehl-i kitabın durumuna uymakta. İslâm ve müslümanlar hakkında besledikleri korkunç kini, tasarladıkları kötülüğü ve göğüslerinde kaynayan kötü niyetlerini ustaca çizmektedir. Üstelik bu dönemde, müslümanlardan bazıları bu Allah’ın düşmanlarına aldanmakta, onlara sevgiyle yaklaşmakta, müslüman cemaatin sırları konusunda onlara güvenmekte, onlardan sırdaş, dost ve arkadaş edinmekte ve onlara bu yaklaşımının sonunda korkmaksızın sırlarını açıklamaktadırlar. İşte bu aydınlatma ve sakındırma, müslüman cemaate, işin gerçeğini göstermekte müslümanların gösterdiği sevgi ve arkadaşlığın dahi gidermediği tabii düşmanlarının hilelerinden onları korumaktadır. Bu aydınlatma ve sakındırma, belli bir tarihsel dönemle sınırlı olmayıp, her zaman pratik hayatta karşılaşılan sürekli bir hakikattir. Şu andaki durumumuz bunu açıkça doğrulamaktadır.

Müslümanlar kendilerinden başkasını, yani metod ve araçları itibariyle kendilerinden farklı olan insanları sırdaş edinmemeleri ve onları, güvendikleri sırlarını açtıkları ve danıştıkları bir konumda bulundurmamaları gerektiğine ilişkin Rabblerinin emrinden habersizdirler. Müslümanlar, Rabblerinin bu emrinden habersiz olarak bunlara benzer insanları, her işte, her halde ve durumda, her düşüncede, hülasa bütün işlerindeki metod ve yollarında başvurulan merci edindiler.

Müslümanlar, Allah’ın sakındırmasından habersiz olarak, Allah’ın ve Resulünün düşmanlarına sevgi beslemekte ve onlara göğüslerini ve kalplerini açmaktadırlar.

Yüce Allah ilk müslüman cemaate olduğu kadar her nesilden gelecek müslüman cemaatlere şöyle buyurmaktadır:

“Karşılaştığınız her sıkıntı onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır. Kalplerinde saklı tuttukları kin ise daha büyüktür.”

Yine şöyle buyurulmaktadır:

“Siz onları seversiniz oysa onlar sizi sevmezler. Bir de kitabın tümüne inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler. Fakat kendi başlarına kaldıkları zaman size duydukları kin ve öfke yüzünden parmaklarını ısırırlar.”

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Eğer size bir iyilik dokunacak olursa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden sevinirler.”

Ardarda bu acı deneyimler yüzümüze sert bir tokat gibi çarptığı halde, biz gene ayılmayız. Bir kaç kere değişik kılıklara bürünen tuzakları ortaya çıkardığımız halde yine de ibret almayız. Defalarca, ağızlarından kaçırdıkları ve müslümanların sarfettiği sevginin gideremediği ve onlara dinin öğrettiği hoşgörünün bile silemediği kinlerini yaydıkları halde, dönüp onlara kalplerimizi açıyor ve onlardan hayat ve yol arkadaşı ediniyoruz. Onlara hoş görünme kompleksimiz veya onlar karşısındaki ruhsal yenilgimiz o dereceye varmış ki inancımızda onlara hoş görünmek için dinimizden söz etmemeyi yeğlemiş ve hayat metodumuzu İslâm’a dayandırmamaya başlamışız. Bizden önceki müslümanlarla bu pusuda bekleyen düşmanlar arasında meydana gelen çarpışmalardan söz etmekten korktuğumuz için tarihimizi süslü göstermeye çalışarak, gerçek işaretlerini yok etmişiz. İşte bu yüzden Allah’ın emrine karşı gelenlerin uğradığı cezaya çarptırılmışız. Bundan dolayı alçalıyor, eziliyor ve alay ediliyoruz. Düşmanlarımızı sevindiren sıkıntılara uğruyor ve onların saflarımızda çıkardıkları bozgunculuğa maruz kalıyoruz.

İşte Allah’ın kitabı, ilk müslüman cemaate öğrettiği gibi, bize de, onların tuzaklarından nasıl korunacağımızı, eziyetlerini nasıl bertaraf edeceğimizi ve göğüslerinde gizledikleri, bazan da ağızlarından kaçırdıkları kötülüklerinden nasıl kurtulacağımızı öğretiyor:

“Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz Allah’ın bilgisi onların yaptıklarını kuşatmıştır.”

Eğer çok kuvvetliyseler güçleri karşısında; aldatma ve dolambaçlı yollara başvurmuşsalar hile ve tuzakları karşısında sabır, azimet ve direnç gösterip sabır ve prensiplere bağlanmamız gerèkir. Yıkılmamalı ve zelîl olmamalıyız. Onlardan beklenen bir kötülükten sakınmak ya da gelecek sevgilerini kazanmak için akidenin bir kısmından veya tümünden vazgeçmemeliyiz.

Sonra takva; yalnızca bir olan Allah’tan ve O’nun murakebesinden korkma.. Hiç kimse ile, Allah’ın. metodunun gerektirdiği durumların dışında buluşmayan ve Allah’ın ipinden başkasına sarılmayan kalpleri Allah’a bağlayan takva… Bir kalp Allah’a bağlanınca, O’nun gücünden başkasını küçük görür ve azimetinden gelen bu bağları güçlendirir; dolayısıyle kurtuluş istemek veya şeref kazanmak için hiçkimseye teslim olmaz ve Allah ve Resulüne savaş açmış kimselere sevgi beslemez.

İşte yol budur: Sabır ve Takva… Allah’ın ipine yapışıp sarılmak… Bütün tarihleri boyunca müslümanlar yalnızca Allah’ın kulpuna yapışıp hayatlarında O’nun metodunu gerçekleştirdikleri sürece üstünlük ve zafer bulmuşlar, Allah onları düşmanlarının tuzaklarından korumuş ve kelimeleri hep yüce olmuştur. Aynı şekilde müslümanlar, bütün tarihleri boyunca, gizli ve açık akideleri ve metodlarıyla savaşan tabii düşmanlarının kulpuna sarıldıkça, onların sözlerine kulak verdikçe ve onlardan; sırdaş, arkadaş, yardımcı, haberci ve danışman edindikçe, Allah onlara yenilgi tattırmış, düşmanlarını içlerine yerleştirmiş, boyunlarını onların önünde eğdirmiş ve suçlarının cezasını onlara tattırmıştır. Allah’ın sözünün ebedî ve O’nun sünnetinin geçerli olduğuna bütün tarih şahittir. Kim, Allah’ın yeryüzünde görünen kanununu görmezlikten gelirse, gözleri zillet, yenilgi ve alçaklıktan başka birşey görmez.

Böylece bu ders ve beraberinde de surenin ilk bölümü sona eriyor. Bununla surenin akışı, çatışmanın zirvesine, tam ve kapsamlı ayrılığın doruğuna ulaşıyor.

Dersi bitirmeden önce bütün bu düşmanlıklar karşısında İslâm’ın hoşgörüsüne ilişkin bir gerçeği açıklamakta yarar vardır. İslâm, onlardan sırdaş edinmemeyi emrediyor, ancak müslümanları düşmanlık, kin, iğrençlik, desise ve hile ile karşılık vermeye teşvik etmiyor, yalnızca müslüman cemaati, müslüman safları ve müslüman oluşumu koruyor. Sadece çevredekilerden kaynaklanan tehlike karşısında onları korumak ve uyarmak amacı güdülüyor. Çünkü müslüman, insanlarla ilişkilerinde İslâm’ın hoşgörüsüne göre davranır, İslâm’ın nezafeti doğrultusunda bütün insanlara muamele eder ve bütün insanları bu evrensel sevgi ve iyilikle karşılar. Hileden korunur, ancak hile yapmaz. Kinden sakınır, ancak kin beslemez. Dininden dolayı kendisiyle savaşıldığı, akidesinden dolayı işkenceye uğratıldığı ve Allah’ın yolundan ve metodundan alıkonulduğu zaman bütün bunlara başvurabilir. Böyle bir durumda; savaşması, fitneyi bertaraf etmesi ve insanları Allah’ın yolundan ve O’nun metodunu hayatına hakim kılmaktan alıkoyan engelleri ortadan kaldırması istenmektedir. Müslüman intikam için değil Allah yolunda cihad için, savaşır. Kendisine eziyet edenlere duyduğu kinden dolayı değil, beşeriyetin iyiliği için savaşır. Bu iyiliğin insanlara ulaşmasına engel teşkil eden unsurları devirmek için savaşır. Galibiyet, üstünlük ve sömürgecilik için değil… Gölgesinde herkesin adalet ve barıştan yararlandığı sağlam düzeni kurmak için savaşır, ulusal bir bayrak dikmek ya da imparatorluk kurmak için değil…

Bu, birçok Kur’an ayetiyle hadisin yerleştirdiği ve yeryüzünde bu nasslar doğrultusunda hareket eden ilk müslüman cemaatin tarihinin fiilen tercüman olduğu bir gerçektir.

Bu metod iyiliktir. İnsanları buna uymaktan alıkoyanlar beşeriyetin en büyük düşmanıdırlar. Bu metodun, bunları kovup beşeriyetin önderliğinden uzaklaştırması gerekir. İşte müslüman cemaatten istenen budur. Bir kere bunu en güzel şekliyle yerine getirdi. Ancak O, her zaman bu görevini yerine getirmeye çağırılmaktadır. Çünkü cihad, bu sancak altında kıyamete kadar sürecektir.

CİHAD MEYDANI

Surenin geçen kısmında ortaya konan, mücadele, tartışma, açıklama, aydınlatma, yöneltme ve sakındırma savaşından sonra surenin akışı meydan savaşına dönüyor. Uhud savaşına…

Uhud savaşı, yalnızca meydanda yapılan bir savaş değildir. Aynı zamanda vicdanlarda da girişilen ve alanı bütün savaş meydanlarından daha kapsamlı olan bir savaştır. Çünkü fiilî savaş meydanı, onun görkemli hareket alanının sadece bir yönünü oluşturur. Onun alanı, her yönüyle insanların nefisleri, düşünceleri, duyguları, arzuları, şehvetleri, savunma ve dirençleridir. Orada Kur’an, savaşta savaşçıların yaralarım tedavi etmesinden daha etkili ve daha kapsamlı bir şekilde en yumuşak ve enderin tedaviyi, bu nefislerde gerçekleştiriyor.

Önce zafer, arkasından yenilgi, bunlardan sonra da büyük zafer geldi. Kur’an’ın açıkladığı gerçekleri açıkca bilmenin, bariz bir şekilde görmenin ve duyguları bu gerçekler üzerine mükemmel bir şekilde yerleştirmenin zaferiydi bu… Aynı şekilde bu, nefislerin arındırılma işleminin iyice belirlenmesinin ve bundan sonra müslüman cemaatin müslüman saflardaki düşünce belirsizliklerinden, değerlerdeki cıvıklıklar ile duygulardaki karmaşıklıklardan uzak ve serbestçe hareket edebilmesinin zaferiydi bu durum. Zafer saflarındaki münafık unsurların büyük ölçüde belirlenmesi, sözlerde, davranışlarda, bilinç ve gidişatta nifak ve doğruluğun ayırıcı özelliklerinin tesbit edilmesi ile elde edilmiştir. Böylece imanın, imana çağırmanın ve onun doğrultusunda hareket etmenin yükümlülüklerinin açıklanması ve bütün bunların gereği olarak; bilgi, soyutlanma ve düzenlilik açısından hazırlıklı olunması, bunlardan sonra, yalnızca bir olan Allah’a itaat edip uyulması, yolda atılan her adımda yalnızca Allah’a dayanılması, zafer ve yenilgi, hayat ve ölüm, kısacası her iş ve yönelişte işin Allah’a döndürülmesi gerektiğinin açıklanması ile gerçekleşmiştir.

Olayların ve olaylardan sonra gelen Kur’anî direktiflerin gerisinde müslüman cemaatin çıkardığı bu büyük sonuç, zafer ve ganimetle elde edilecek sonuçla kıyaslanmayacak kadar büyük ve üstün bir sonuçtur. Müslümanlar savaştan zafer ve ganimetle dönmüş olsalardı bile yine de müslüman cemaat bu önemli sonuca ihtiyaç duyacaktı. Çünkü zafer ve ganimet ile elde edecekleri binlerce sonuçtan bin kere daha fazla böyle bir sonuca muhtaçtılar. Aynı zamanda, müslüman ümmetin bundan çıkardığı ders, bir zafer ve ganimetten elde edilecek sonuçtan çok daha önemli ve daha kalıcıdır. İşte müslüman saflarda görülen eksiklik, zaaf, cıvıklık ve belirsizliğin ve bu olgulardan kaynaklanan yenilginin ötesindeki yüce Allah’ın tedbiri… Evet, Sünnetullah’a uygun olarak ve görünen tabii sebepler gereğince ortaya çıkan yüce Allah’ın ulvi tedbiri, ibret, terbiye, uyanıklık, olgunluk, arındırma, temizlenme, tertip ve düzenden ibaret bu önemli sonucu elde etmesi ve her nesilden gelecek müslüman ümmetin, zafer ve ganimet de dahil hiçbir kıymetle ölçülmeyecek derecede, tecrübe, gerçekler ve direktiflerden oluşan bu hazineye sahip olması bakımından tamamen müslüman cemaat için hayırlı olmuştur.

Savaşı Kur’an nefislerden ve bütün müslüman cemaatı kapsayan hayattan ibaret büyük meydanda başlattı. Nihayet savaş yer meydanında sona erdi. Yüce Allah, bu cemaat aracılığı ile ilim, hikmet, bilgi ve basirete dayalı takdirini gerçekleştirdi. Dolayısıyla Allah’ın dilediği ve uygun gördüğü oldu. Bu tedbirde, zarar, eziyet, imtihan ve acı meşakkatlerin ötesinde büyük bir iyilik gizli idi.

Kur’an’ın savaştaki olayları sunuş tarzında dikkati çeken şey; savaş sahneleri, olayların sunulması ve bu sahne ve olaylara ilişkin direktifler ile nefislerin arındırılması, düşünce belirsizliklerinden kişinin kurtulması; şehvetlerin boyunduruğundan, arzuların ağırlığından, kinlerin karanlığından, hataların zulmetinden, hırs ve cimriliğin zaafından ve gizli arzulardan kurtulmasına yönelik diğer direktifler arasındaki harikulade uygunluktur.

Aynı şekilde, fiili savaşın ardından; faizden ve onun yasaklanmasından, şûradan ve savaşın kötü sonuçlarındaki açık etkisine rağmen istişarenin teşvikinden sözedilmesi de dikkat çeken bir husustur.

Sonra… İnsanın nefsi ve insan hayatı içinde, Kur’an metodunun hareket ettiği sahanın genişliği, hareket noktalarının çokluğu ve Kur’an metodunun bunlara nüfuz edip olağanüstü bir olgunluğa ulaştırması…

Ancak, bu Rabbanî metodun tabiatını kavrayamayanlar, bu uygunluktan, bu genişlikten, bu etkileşimden ve bu olgunluktan hiçbirine hayret etmezler. Çünkü İslâmî harekette savaş alam, yalnızca silâhın, atların, adamların ve mühimmatın, savaş hazırlıklarının ve taktiklerin söz konusu olduğu alan değildir. Bu sınırlı savaş, vicdanlarda ve müslüman cemaat için bir sosyal düzen oluşturma alanında girişilen savaştan ayrı düşünülemez. Vicdanların arındırılması, kurtarılması, soyutlanması ve kendisini bağlayıp Allah’a koşmasına engel olan tüm bağlardan özgür olabilmesi için bunlar arasında sağlam ilişkiler vardır. Aynı şekilde, müslüman cemaatin Allah’ın sağlam metodu uyarınca üzerine bina edildiği düzenleme konuları bakımından da kuvvetli bağlar söz konusudur. Bu arada ilahî metod, yalnızca egemen düzende değil, hayatın her alanında şûrayı gerekli görür, Yine bu metod faize değil, yardımlaşmaya dayanır. Çünkü yardımlaşma ve faizin aynı sistemde bir arada olmaları mümkün değildir.

SAVAŞTAKİ HAKİKATLER

Kur’an müslüman cemaati, çatışmanın ışığında tedavi etmektedir. Ancak dediğimiz gibi çatışma, savaş anıyla sınırlı değildir. Aksine, çatışma alanı bundan çok daha büyüktür. Beşer nefsini ve pratik hayatım içine almaktadır bu alan… Bu yüzden ayeti kerime faize yönelmekte ve onu yasaklamakta, gizli açık infak etmeyi ele almakta, teşvik etmektedir. Allah’a ve Resulüne itaat konusuna geçmekte ve bunları rahmete bir neden kılmaktadır. Ardından öfkeyi yenmeye ve insanların kusurlarım bağışlamaya değinmekte, iyilik yapmaya, tevbe ve istiğfar ile hatalardan arınmaya ve hatalarda ısrar etmemeye geçmekte ve bunların tümünü Allah’ın hoşnutluğunun nedeni kılmaktadır. Ayrıca, Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) merhametli oluşunu ve bunun ilahî rahmetin bir numûnesi olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca şûranın kaynağına ve onun en zor zamanlarda bile uygulanmasına değinmektedir. Aynı şekilde ihanet edilmemesi gereken emanete değindiği gibi savaştan sonra nazil olan ayetlerin bitiminde cömertliğe ve cimrilikten sakındırmaya geçmektedir.

Evet bütün bunlara değinmektedir. Çünkü bunlar, müslüman cemaati bütün genişliğiyle fiilî savaşı da kapsamakla beraber, sadece onunla sınırlı kalmayan, daha kapsamlı ve büyük zafer elde edebilmek için son derece yorulmayı gerektiren savaşa hazırlamaktadır. Bu savaşta nefislere, şehvetlere, arzulara ve isteklere karşı galibiyet gerekmektedir. Bunlar kitlenin hayatını üzerine kuracağı evrensel sistem ve değerleri yerleştirmekte zafere götüren unsurlardır.

Bütün bunlara beşeri varlık ve çabaları karşısında bu akidenin tekliğine işaret etmek ve bunları bir tek eksene, yalnızca Allah’a ibadet ve kullukta bulunma eksenine döndürmek ve bu konularda hassasiyet ve takva ile Allah’a yönelmek için değinmektedir. Aynı zamanda, bunlara her halukârda beşer varlığına hükmeden Allah’ın metodunun tekliğine değinmek ve bu metodun ışığında bu durumların birbiriyle olan ilişkisine işaret etmek için değinilmektedir. Nitekim bunlar, insanî faaliyetleri tümünün sonucunun birliğine, nefis hareketlerinden her birisinin ve sosyal düzenin herbir parçasının bu sonuç üzerindeki etkisine değinmek için de serdedilmektedir…

O halde, bu kapsamlı direktifler, çatışmadan ayrı değerlendirilemezler. Çünkü nefis; bilinçlenme, ahlâk ve sosyal sistem alanında girişilen savaşta zafer elde etmedikçe, fiili savaş alanında da zafer kazanamaz. “Uhud”da iki topluluğun karşılaştığı gün geri dönenler bazı günahları yüzünden şeytanın mağlup ettiği kimselerdi. Peygamberlerinin arkasında akide savaşlarında zafer elde edenler ise, savaşa, günahlardan tevbe edip Allah’a sığınarak ve O’nun sağlam desteğine yapışarak başlayanlardır. O halde, günahlardan arınmak, Allah’a yapışmak ve O’nun rahmetine dönmek zafere hazırlıklı olup savaş alanından ayrı bir konumda değerlendirilemezler. Aynı şekilde faiz düzenini atıp sosyal yardımlaşmaya dayalı düzene dönmek zafer hazırlığı olduğu gibi, yardımlaşma esasına dayalı toplumlar, faiz toplumundan daha çok zafere yakındır. Ayrıca, öfkeyi yenmek ve insanları bağışlamak zafere hazırlıktır. Nefse hakim olmak, savaş için bir güç olduğu gibi, dayanışma ve sevgi, hoşgörülü bir toplumda yaptırım gücü olan önemli bir unsurdur.

Ayrıca baştan sona sûrenin akışının dayandığı ve herşeyi oraya döndürdüğü gerçeklerden biri de Allah’ın takdiri ve bu noktada kesin ve katî bir şekilde düşünceyi düzeltme gerçeğidir. Aynı zamanda, surenin akışı insanların çalışma ve faaliyetleri, yanlış ve doğruları, itaat ve isyanları, metoda uymaları ya da ondan kaçınmalarının Sünnetullah’ın gereğince değerlendirmek, bundan sonra bunları, Allah’ın gücüne bir perde, O’nun iradesine bir araç ve onunla dilediğini gerçekleştirdiği kaderinde bir uygulamacı olarak değerlendirmek gerçeğine de dayanmaktadır.

Sonra… Ayet-i kerime müslüman cemaate, zafer konusunda herhangi bir etkilerinin söz konusu olmadığını belirtmekte ve bunun kendi çabalarından öte Allah’ın tedbirine göre cereyan eden kaderine bağlı olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca insan çabasının mükâfatının yüce Allah’a ait olduğunu da belirterek su yeryüzü eşyalarından hiç birinin zafer meyvesini devşirmede etkilerinin olmayacağını bildirmektedir. Aynı zamanda da yüce Allah’ın zafer vermeyi dilerken; de onun özelliğini hesap ederek vermediğini, daha çok, gerçekleşmesini dilediği yüce hedefler için verdiğini bildirmektedir. Yenilgi de öyle… Nefislerin arındırılması, safların ayrılması, gerçeklerin açığa çıkması, değerlerin belirlenmesi, ölçülerin yerleştirilmesi ve görmek isteyenlere kanunların açıklanması gibi yüce Allah’ın hikmet ve ilim ile takdir ettiği amaçların gerçekleşmesi için müslüman cemaat içinde meydana gelen eksiklik ve aşırılıklara uygun olarak Sünnetullah doğrultusunda meydana gelmektedir.

Zaferin tamamen Allah’ın ve O’nun metodunun olması ve bütün çabaların Allah’ın ve O’nun metodunun uğrunda olması için; nefislere galip gelmek, hevayı yenmek, şehvetlere hakim olmak ve insanların hayatında`Allah’ın dilediği Hakk’ı yerleştirmekten ibaret olan Rabbanî metodun esaslarına dayanmadığı sürece askeri, siyasi ve ekonomik zaferlerin İslâm nazarında hiçbir değeri ve ölçüsü yoktur. Aksi takdirde, cahiliyyenin yine cahiliyyeye karşı zafer kazanması söz konusu olur. Ve bunda da hayat ve insanlık için bir hayır yoktur. Hakk bayrağının hakk için yükseltilmesi haktır sadece. Hakk ise, tektir. Birden fazla değil. Hakk Allah’ın biricik metodudur. Bu kainatta ondan başka da hakk mevcut değildir. Öncelikle beşer nefsinde ve pratik hayat nizamı alanında tamamlanmadığı sürece, Hakk’ın zaferi de gerçekleşemez. Nefis kendi şahsında, şahsi payından, arzu ve şehvetlerinden, pislik ve kinlerinden, kayıt ve bağlarından kurtulduğu ve bu ağırlık ve kementlerden âzâde bir şekilde Allah’a koştuğu zaman, üzerine düşen çaba ve faaliyeti yerine getirdikten sonra bütün işleri Allah’a bağlamak için bütün güçlerinden, araçlarından ve sebeplerinden sıyrıldığı zaman, bütün işlerinde Allah’ın metoduna uyduğu ve bu uygulamayı cihad ve zaferinin amacı saydığı zaman, ancak bütün bunlar tamamlandığı zaman, savaş alanında veya siyasi sahalarda ya da ekonomik alanlarda elde edilen zafer Allah’ın ölçüsüne göre zafer sayılabilir. Yoksa, Allah’ın yanında hiçbir önem ve değeri bulunmayan cahiliyyenin bir başka cahiliyyeye karşı üstünlük sağlamasından başka birşey meydana gelmiş olmaz.

İşte bu yüzden, “Uhud” günü meydana gelen çatışmadan sonra inen ayetlerdeki geniş kapsamlılık ve uygunluk bu gerçeği açıklamak içindi. Uhud’daki fiilî çarpışma İslâm’ın savaş cephelerinden sadece birini oluşturur.

UHUD SAVAŞI

Değerlendirilen konuları ve direktifleri gereği gibi kavrayabilmemiz, olay ve hadiseleri algılamada Kur’anî terbiye yöntemini gözönünde bulundurabilmemiz için savaşta meydana gelen olaylar üzerinde varid olan Kur’anî değerlendirmeyi sunmadan önce sîret rivayetlerinde geçen savaştaki olayları özetlememiz yerinde olur.

Müslümanlar Bedir’de savaşın meydana geldiği şartlara göre mucize kabilinde kesin bir zafer elde etmişlerdi. Yüce Allah, müslümanların eliyle küfrün önderlerini ve Kureyş’in liderlerini öldürtmüştü. İleri gelenlerin Bedir’de yok edilmesinden sonra Ebu Süfyan Kureyş’e önderlik ediyordu. Müslümanlardan intikam almak için hazırlıklara başladı. Bu arada Kureyş’in ticaret mallarını taşıyan kervan, müslümanların eline düşmekten kurtulmuştu. Müşrikler de kervanda bulunan malları müslümanlarla yapılacak savaşın hazırlıklarına harcamak üzere ayırmayı kararlaştırdılar.

Ebu Süfyan, Kureyş’ten, onların müttefiklerinden ve Ahabiş (Bunlar Bedevilerden olup Kureyş’lilerle “Ahbaş” denilen yerde ittifak yaptıkları için bu isimle anılmışlardır.) denilen Bedevilerden oluşan yaklaşık üçbin kişilik bir orduyla, kendilerini teşvik etmek ve savaştan kaçmalarını önlemek için yanlarına kadınlarını da alıp hicrî üçüncü senenin Şevval ayında Medine’ye yönelerek “Uhud” dağı yakınlarında konakladı.

Resulullah (sâlat ve selâm üzerine olsun) ashabıyle, düşmana karşı çıkmak ya da Medine’de beklemek hususunda istişarede bulundu. Resulullah, Medine’den çıkmayıp orayı siper edinmek amacındaydı. Buna göre düşman Medine’ye girecek olsa müslümanlar sokak başlarında, kadınlar da damların üzerinde savaşacaklardı. (İmam ibni Kayyım el-Cezviye’nin Za’dul Mead isimli eserinde anlattıklarına dayanarak bu görüşün Resulullah’a ait olduğu sonucuna vardık.) Bu görüşü, münafıkların başı Abdullah b. Ubey de uygun görüyordu. Ancak, çoğunluğu Bedir savaşına katılmamış gençlerden oluşan büyük bir topluluk, düşmanı Medine’nin dışında karşılamayı istiyorlardı. Bu doğrultuda görüş bildirip ısrar ettiler. Çoğunluğun bu görüşte olduğu anlaşılınca Resulullah kalkıp evine (Aişe’nin -Allah O’ndan razı olsun- evine) gitti. Zırhını kuşanarak topluluğun yanına döndü. Ancak toplulukta tereddüt baş göstermişti. Yoksa Medine’nin dışında düşmanı karşılamayı istemekle Resulullah’ı gücendirdik mi? demeye başladılar. Resulullah’a “Ya Resulullah şayet Medine’de beklemeyi istiyorsan istediğini yap” dediler. Bunun üzerine Resulullah “Bir Peygamber zırhım kuşandıktan sonra onunla düşmanları arasında Allah hükmünü uygulamayıncaya kadar çıkarması yakışık almaz” buyurdu. Bu şekilde onlara Peygamberliğe yakışan güzel bir ders veriyordu. Çünkü istişarenin bir zamanı vardır. Ondan sonra, azmedip kararlaştırılanı yapmak ve Allah’a tevekkül etmek gerekir. Artık tereddüt gösterip yeniden istişarede bulunarak görüşler arasında tercih yapmanın bir anlamı kalmaz. İşleri amacına uygun olarak yaptıktan sonra yüce Allah dilediği sonucu takdir edecektir.

Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) rüyasında; Kılıcında kırık olduğunu bir sığırın kesildiğini ve kendisinin de ellerini sağlam bir zırha soktuğunu görmüştü. Kılıçtaki kırığı ailesinden birinin ölmesine, sığırın kesilmesini ashabından bir grubun öldürülmesine ve zırhı da Medine’ye yordu. Demek ki Resulullah savaşın sonucunu önceden görmüştü. Buna rağmen şûra sistemini, şûradan sonra karara göre hareket etme sistemini uyguluyordu. Çünkü O, bir ümmeti eğitiyordu. Ümmetler ise, olaylar ve olaylardan elde edilen tecrübe birikimiyle eğitilirlerdi. Üstelik Resulullah, Allah’ın takdirine göre hareket ediyordu. Yüce Allah’a bağlı olan kalbinde hissettiği gibi duygularını ve kalbini dayandırdığı yüce takdir doğrultusunda hareket ederdi.

Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) İbn-i Ümmü Mektum’u Medine’de kalanlara namaz kıldırması için bırakarak ashabından bin kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Medine ile Uhud arasına geldiklerinde, münafıkların başı Abdullah b. Übey askerin üçte birini yanına alarak Resulullah için “Gençleri dinleyip bana muhalefet ediyor” diyerek ordudan ayrıldı. Abdullah b. Amr b. Haram -Cabir b. Abdullah’ın babası (Allah O’ndan razı olsun)- peşlerine düşerek serzenişte bulunup dönmeye teşvik etmek amacıyla “Gelin Allah yolunda savaşın ya da savaşanları koruyun” dediyse de onlar “Şayet sizin savaşacağınızı bilsek dönmezdik” dediler. Bunun üzerine Abdullah onlara kızıp geri döndü.

Ensar’dan bir grup, müttefikleri olan yahudilerden yardım istemek konusunda Resulullah’tan müsade istedilerse de O bunu kabul etmedi. Çünkü savaş, iman ile küfür arasında meydana geliyordu. Bundan yahudilere ne? Gerçek anlamda O’na tevekkül edildiği ve kalpler O’nun adına herşeyden arındığı zaman zafer Allah’tandır. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) “Bizi kısa yoldan onların yanına götürecek biri var mı?” diye buyurdu. Bunun üzerine Ensar’dan bazıları, onları Uhud’daki bir vadinin kenarına kadar getirip konaklattılar. Sırtlarını Uhud’a vermişlerdi. Resulullah, emretmedikçe kimsenin savaşmamasını buyurdu.

Sabah olunca Resulullah elli tanesi atlı olan yediyüz kişiyi savaşa hazırlamaya başladı. Sayıları elli kişi olan okçuların başına Abdullah b. Cübeyr’i dikerek, O’nu ve arkadaşlarını; bulundukları yeri korumaları, askerin kartallar tarafından kapılıp götürüldüklerini görseler bile yerlerinden ayrılmamaları ve ordunun arkasındaki bir yerde mevzilenmeleri dolayısıyle müslümanlara arkadan saldırmamaları için müşrikleri ok yağmuruna tutmaları konusunda siki sıkıya tembihledi.

Resulullah sancağı Mus’ab b. Umeyr’e (Allah O’ndan razı olsun) verdi. Ordunun bir kanadına Zübeyr b. Avvam’ı, diğer kanadına da Munzir b. Amr’ı kumanda etmek üzere görevlendirdi. Gençleri ön tarafa aldı. Abdullah b. Amr, Usame b. Zeyd, Useyt b. Züheyr, Berra b. Azib, Zeyd b. Erkam, Zeyd b. Sabit, Urabe b. Evs ve Amr b. Hazzam gibi küçükleri ise geri çekti. Ancak, kendisine güçlü olduklarını gösteren ve yaşları onbeş olan Semure b. Cundeb ve Rafi b. Hudeyç’e savaşmak için izin verdi.

Kureyş ise ikiyüz tanesi atlı olmak üzere üçbin kişilik bir orduyla savaş düzeni alıyordu. Ordunun sağ kanadına Halid b. Velid, sol kanadına da İkrime b. Ebu Cehil kumanda ediyordu.

Resulullah, kılıcını savaşta büyük bir kahramanlık ve cesaret gösteren Ebu Dücane Semmâk b. Harşe’ye vermişti.

ÇATIŞMA BAŞLIYOR

Müşriklerden ilk defa ortaya atılan Ebu Amir el-Fâsık oldu. Cahiliyyede Evs kabilesinin başkanı olan bu adama “Rahip” derlerdi. Ancak Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) O’na “Fasık” adını vermişti. İslâm geldiği zaman yüz çevirip Resulullah’a düşmanlığı açığa vurarak Medine’nin dışına çıkmıştı. Kureş’e sığınarak onları kışkırtıp Resulullah’la savaşmaya teşvik ediyordu. Ayrıca, kavmi kendisini görürse O’na yönelip itaat edeceklerini de Kureyş’e vaadediyordu. Bu yüzden, Uhud savaşında ilk olarak müslümanların karşısına çıkan O oldu. Kavmine seslenerek kendisini tanıttı. Ancak kavmi kendisine “Allah senin gözünü kör etsin ey Fasık” diye karşılık verince “Benden sonra kavmime kötülük isabet etmiş” diyerek müslümanlarla şiddetli bir savaşa girdi.

Savaş başlayınca, Ebu Dücane el-Ensari, Talha b. Ubeydullah, Hamza b. Abdülmuttalib, Ali b. Ebu Talib, Nadir b. Enes ve Sa’d b. Rebi güzel bir sınav veriyorlardı.

Başlangıçta, kâfirlerin karşısında üstünlük müslümanlarındı. Kâfirlerin önde gelen savaşçılarından yetmiş tanesini öldürmüşlerdi. Allah’ın düşmanları yenilmiş ve karılarının yanına kadar gerisin geri kaçıyorlardı. Hatta kadınları bile ayaklarına dolaşan eteklerini toplayıp kaçıyorlardı.

Okçular, müşriklerin yenilip dağıldıklarını görünce Resulullah’ın ayrılmamalarını emrettiği mevzilerini “Ey kavim, ganimet! ganimet!” diyerek terk ettiler. Kumandanları Resulullah’ın sözünü hatırlattıysa da dinlemediler. Onlar müşriklerin bir daha geri dönemeyeceklerini sanarak ganimete koştular. Böylece Uhud’da düşmanın kolayca gireceği geçidi boş bıraktılar.

O esnada Halid b. Velid bunu sezdi ve müşrik süvarilerle bir değerlendirme yaptı. Geçidi boş bulunca da arkadan müslümanlara saldırdılar. Müşriklerden kaçanlar, Halid ve süvarilerinin müslümanlara karşı üstünlük sağladıklarını görünce geri dönüp müslümanları çepeçevre sardılar.

Bunun üzerine savaşın seyri değişti, şartlar müslümanların aleyhine dönüştü. Saflarda bir dağınıklık ve beklenmedik bu dehşet karşısında bir panik ve çalkalanma baş göstermişti. Ölenlerin sayısı artıyordu. Müslümanlardan Allah’ın şehitlik nasip ettikleri şehadete ermiş ve müşrikler Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) kadar yaklaşmışlardı. O’nun yanında ölünceye kadar savaşan ve parmakla sayılacak kadar az olan bir grubun dışında kimse kalmamıştı. Resulullah’ın yüzü yaralanmış, sağ alt çenesindeki azı dişi kırılmıştı. Miğferi başını yaralamış ve yan düşene kadar müşrikler kendisine taş atmışlardı. Sonunda Ebu Âmir b. Fasık’ın, müslümanların düşmesi için kazdığı ve üzerini örttüğü bir çukura düşmüştü. Miğferinin halkalarından iki tanesi de yanağına batmıştı.

Müslümanların içine düştüğü bu panik anında, birisinin “Muhammed öldürüldü” diye bağırması, geri güçlerinin de dağılmasına, gerisin geri dönerek içine düştükleri ye’s ve bitkinlikten savaşamaz duruma gelmelerine neden olmuştu.

İnsanların çözülüp kaçtığı bir zamanda Enes b. Nadir gevşememiş, Ömer b. Hattab, Talha b. Ubeydullah, Muhacir ve Ensar’dan bazılarının oluşturduğu savaştan el çeken grubun yanına kadar gelerek “Ne diye oturuyorsunuz?” diye bağırmıştı. Onlar da “Resulullah öldürüldü” diye karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine “O’ndan sonra yaşayıp da ne yapacaksınız? Kalkın ve Resulullah’ın öldüğü şey uğurda siz de ölün.” demişti. Arkasından müşrikleri karşılarken Saad b. Muaz’a rastlamış “Ya Sa’d Cennetin kokusu ne hoş! Andolsun bu kokuyu Uhud dağının altından alıyorum” demiş ve sonuna kadar savaşarak ölmüştü… Vücudunda yetmiş küsür darbe tesbit edilmişti… Kız kardeşi dışında kimse tanıyamamıştı. O da parmak uçlarından tanıyabilmişti…

Ardından Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müslümanlara doğru hareket etti. Miğferinin altında O’nu ilk tanıyan Ka’b b. Malik oldu. Görür görmez de var gücüyle “Müjdeler olsun müslümanlar! İşte Resulullah” diye bağırdı. Bunun üzerine Resulullah susmasını işaret etti. Müslümanlar etrafına toplanarak beraberce halkın yanına yürüdüler. Bunlar arasında Ebu Bekir, Ömer ve Haris b. Samme el-Ensarî gibi birkaç sahabi bulunuyordu. Tepeyi tırmanırken Resulullah Ubeyy b. Halef’i “Ud” adını verdiği ve çok sevdiği atın sırtında gördü. Bu adam, atını, “Onun sırtında Muhammed’i öldüreceğim” diyerek beslerdi. Resulullah bunu duyunca “İnşaallah onu ben öldüreceğim” buyurmuştu. Bu esnada onunla karşılaşınca Haris’ten mızrağı alarak bununla Allah’ın düşmanına köprücük kemiklerinden isabet ettirdi. Adam öküz gibi bağırarak kaçtı. Resulullah’ın önceden dediği gibi öleceği kesinleşmişti. Çok geçmeden atının yolunda öldü.

Ebu Süfyan tepenin üzerine çıkarak “Muhammed aranızda mı?” dedi. Resulullah müslümanlara cevap vermemelerini emretti. Arkasından “Ebu Kuhafe’nin oğlu Ebu Bekir aranızda mı?” dedi. Müslümanlar cevap vermedi. Ardından “Ömer b. Hattab aranızda mı?” deyince yine kimse cevap vermedi. O da bu üçünden başkasını sormadı. Sonra kavmine dönerek “Bu onlara yeter!” dedi. Hz. Ömer (Allah O’ndan razı olsun) kendini tutamayarak “Ey Allah’ın düşmanı, saydıklarının hepsi de sağdır. Allah senin hoşlanmadığını başına getirecektir” dedi. Ebu Süfyan “Halk arasında şöyle bir söz vardır: Bunu ben emretmediğim gibi kötülüğü de bana dokunmaz” dedi. Bununla karısı Hint’in Hz. Hamza’nın (Allah O’ndan razı olsun) cesedine yaptıklarını işaret ediyordu. Bilindiği gibi Hz. Hamza, Vahşi tarafından öldürüldükten sonra Hint, karnını yarmış, ciğerini çıkararak kanını emip tükürmüştü.

Sonra “Hubel yücedir!” dedi. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) “O’na cevap vermeyecek misiniz?” dedi. Ashab “Ne diye cevap verelim?” deyince “Allah daha yücedir (Allahu Ekber) Allah en büyüktür deyin” buyurdu. Bu sefer “Bizim Uzza’mız var, sizin yok” dedi. Resulullah, tekrar “Cevap vermeyecek misiniz?” deyince “Nasıl cevap verelim?” dediler. O da “Bizim dostumuz, efendimiz Allah’tır. Sizinse yok! deyin” dedi. Ebu Süfyan “Bugün, Bedir’e karşılıktır ve savaş sıra iledir” deyince, Hz. Ömer (Allah O’ndan razı olsun) “Ancak biz eşit değiliz. Bizim ölüler Cennet’te sizinkiler ateştedir” dedi.

Savaş bitip müşrikler dönünce müslümanlar, onların, oradakileri esir atmak ve mallarını yağmalamak için Medine’ye saldıracaklarını sandılar. Bu onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Ali b. Ebu Talib’e “Git onları takip et, ne yaptıklarını ve amaçlarının ne olduğunu öğren. Şayet atlarından inip develerine binmişlerse Mekke’ye gidiyorlardır. Fakat atlarına binip develerini sürüyorlarsa Medine’ye gitmek niyetindedirler. Nefsim elinde olana andolsun ki, şayet amaçları Medine’ye gitmekse mutlaka onları izler, sonrada orada işlerini bitiririm.” dedi.

Hz. Ali şöyle diyor: “Ne yaptıklarına bakmak için onları takip ettim. Atlardan inip develere bindiklerini ve Mekke’ye yöneldiklerini gördüm.”

Biraz yol aldıktan sonra birbirlerini kınamaya başladılar. Bazısı “Hiçbir şey yapamadık, güçlerini, birliklerini kırmışken bırakıp geldiniz. Oysa onları size karşı tekrar biraraya getirecek liderleri hâlâ duruyor. Dönün, köklerini kazıyalım” diyordu. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bunu haber alınca halkı çağırdı ve onları düşmanlarının üzerine yürümeye hazırladı. Şöyle diyordu: “Savaşa katılanlardan başkası bizimle gelmesin”. Abdullah b. Ubey “Seninle geleyim!” dedi. Resulullah “Hayır” dedi. Onca yara almalarına ve korkmalarına rağmen müslümanlar “İşittik ve itaat ettik” diyerek emrini yerine getirdiler. Cabir b. Abdullah izin isteyip “Ya Resulullah, gördüklerini görmeyi çok istiyorum. Uhud günü babam beni kızlarının yanında bırakmıştı. İzin ver seninle geleyim” dedi. Bunun üzerine Resulullah ona ïzin verdi. Ardından, Resulullah ve beraberindeki müslümanlar “Hamrâu’l-Esed” denilen yere kadar yürüdüler. Orada Ma’bed b. Ebu Ma’bed el-Huzai (Allah O’ndan razı olsun) ile karşılaştılar. Resulullah O’na Ebu Süfyan’a gidip O’nu korkutmasını emretti. Ma’bed, Ravha denilen yerde Ebu Süfyan’a ulaştı. Ma’bed’in müslüman olduğunu bilmiyorlardı. Ona “Ey Ma’bed, geride ne var?” O da “Muhammed ve arkadaşları size çok kızmışlar. Daha önce görülmemiş bir kalabalıkla geliyorlar ve önceden O’ndan ayrılan arkadaşları da pişman olup O’na katılmışlar” dedi. Bunun üzerine Ebu Süfyan “Neler söylüyorsun?” dedi. Ma’bed “Bana göre ordu şu tepenin ardından çıkmadan çekip gitmeniz daha iyi olur” dedi. Ebu Süfyan “Vallahi, köklerini kazımak için tekrar toplanmıştık” dedi. Bunun üzerine Ma’bed “Böyle yapma! Sana nasihat ediyorum” dedi. Onlar da Mekke’ye geri döndüler.

Ebu Süfyan yolda Medine’ye gitmek isteyen müşriklere rastladı. Onlardan birine “Yolculuğun bitip Mekke’ye döndüğünde yükünü kuru üzümle doldurmam karşılığında Muhammed’e şu mesajı iletir misin?” dedi. O da “Evet” deyince “Muhammed’e; O’nun ve ashabının kökünü kazımak için yeniden toplandığımızı” söyle dedi. Bunu müslümanlara iletince “Allah bize yeter, O ne güzel dosttur, işte bu onların elinden gelmez!” dediler. Müslümanlar orada üç gün beklediler. Sonra müşriklerin Mekke’ye dönüp uzaklaştıkları anlaşılınca Medine’ye döndüler.

UHUD SAVAŞINDAN KAHRAMANLIK ÖRNEKLERİ

Ancak, ibretle örnek alınması gerektiğinden, savaşta meydana gelen olaylar hakkında sunduğumuz bu özet, savaşı bütün yönleriyle tasvir etmediği gibi savaşta vukû bulan herşeyi de kapsamamaktadır. Bu yüzden, o atmosferi bütün yönleriyle çizmek ve canlandırmak için bazı duygulandırıcı olayları anlatmak gerekir.

Okçuların mevzilerini terk ettiği, kafirlerin müslümanları çepeçevre kuşattığı ve “Muhammed öldürüldü” sözünün duyulduğu ve bu sözün etkisiyle müslümanların saflarının ve güçlerinin dağıldığı sıralarda Resulullah’ın yanına kadar sokulan müşriklerden Amr b. Kumey’e, savaşın şiddetli bir anında biraz daha öne çıkmıştı.

Akılları durduran bu dehşet anında, Ümmü İmare, Nuseybe binti Kâ’bi Maziniye Resulullah’ı savunmak için vargücüyle savaşıyordu. Amr b, Kumeyye’ye birkaç darbe indirmişti, ancak Amr’ı üst üste giydiği iki zırh koruyordu. Sonra Amr, Ümmül İmare’ye kılıcıyla bir darbe indirmiş ve O’nu omuzundan ağır yaralamıştı.

Ebu Dücane (Allah O’ndan razı olsun) sırtını, Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) siper etmiş, gelen oklar O’na isabet ediyordu. O ise hiç kıpırdamıyor, böylelikle Resulullah’ın görünmesine engel oluyordu.

Talha b. Ubeydullah çabucak Resulullah’ın yanına koşmuş, yere düşene kadar önünde durmuştu. İbn-i Hibban Sahih’inde Hz. Aişe’den (Allah O’ndan razı olsun) şöyle nakleder: “Ebu Bekr-i Sıddık (Allah O’ndan razı olsun) dedi ki: Uhud ;günü, insanların Resulullah’tan uzaklaştıkları sırada Resulullah’ın yanına ilk ben varmıştım. Resulullah’ın yanında savaşıp onu koruyan birini gördüm. `Dayan Talha! Anam babam sana feda olsun. Dayan anam babam sana feda olsun’ dedim. Daha ona yetişmeden, bir kuş gibi hızla gelen Ebu Ubeyde b. Cerrah’a rastladım. Beraberce Resulullah’ın yanına gittiğimizde Talha artık yere düşmüştü. Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı vardır’ buyurdu. Resulullah yanağından vurulmuş, miğferinin iki halkası yanağına batmıştı. Resulullah’ın yanağından halkayı çıkarmaya yeltendiğimde Ebu Ubeyde `Allah için ey Ebu Bekir onu bana bırak’ dedi. Onu ağzına alarak, Resulullah’ı inciltmemek için ön dişleriyle çekmeye başladı. Ebu Ubeyde’nin dişi kırılmıştı. Ebu Bekir diyordu ki: İkincisini çıkarmak istediğimde Ebu Ubeyde tekrar `Ey Ebu Bekir Allah için bana bırak’ dedi. Yine ağzına alarak çıkarana kadar çekmeye başladı. Ebu Ubeyde’nin diğer dişi de kırıldı. Sonra Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı var’ buyurdu. Talha’yı tedavi etmeye başladığımızda vücudunda on küsur yara tesbit etmiştik.”

Hz. Ali (Allah O’ndan razı olsun), Resulullah’ın yarasını yıkamak için su getirdi. Hz. Ali suyu döküyordu. Hz. Fatıma da yarayı yıkıyordu. Kanın durmadığını görünce bir parça hasır yakarak yaranın üzerine koydu, böylece kan durdu.

Ebu Said el-Hudri’nin babası Malik, Resulullah’ın yarasını temizleyene kadar emdi. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tükürmesini söylediyse de “Allah’a andolsun ki tükürmeyeceğim” dedi, sonra da gitti. Arkasından Resulullah “Cennet ehlinden birini görmek isteyen bu adama baksın” dedi.

Müslim’in Sahih’inde belirtildiğine göre Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Uhud günü yedisi Ensar’dan ikisi de Kureyş’ten olmak üzere dokuz arkadaşıyla yalnız kalmıştı. Müşrikler iyice yaklaşınca Resulullah “Kim onları benden uzaklaştırırsa ona Cennet var” dedi. Ensar’dan biri öne çıktı, savaşarak öldü. Müşrikler tekrar saldırınca “Kim onları benden uzaklaştırırsa ona Cennet vardır ve o Cennette benim arkadaşımdır” dedi… Bu durum yedisi de öldürülene kadar devam etti. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) “Arkadaşlarımıza insaf etmedik” dedi. Sonra Talha (Allah O’ndan razı olsun) müşrikleri Resulullah’tan uzaklaştırana kadar onlarla vuruştu. Daha önce de dediğimiz gibi Ebu Dücane vücudunu O’na siper etmişti. Nihayet felaket dindi. Resulullah tepeye tırmanmaya çalışıyordu, müşrikler de O’nu takip ediyorlardı. Sonuçta o kadar yorulmuştu ki bir kayanın üzerine çıkamadı. Resulullah’ın çıkması için Talha oturdu, O da üstüne basıp çıktı. Namaz vakti girmişti. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlarla beraber oturarak namaz kıldı. Aynı şekilde, aşağıda anlatacağımız olaylar da o gün meydana gelmişti:

Hanzala el-Ensari -Hanzala el-Gasil diye anılır- Ebu Süfyan’a saldırdığında Ebu Süfyan karşı koyamadı. O esnada Şeddat b. Esvet Hanzala’ya saldırdı ve öldürdü. Hanzala savaş çağrısını duyduğu zaman karısıyla temas halinde olduğu için cünüptü. Hemen cihada koşmuştu. Resulullah ashabına, O’nun melekler tarafından yıkandığını haber verdi. Ardından “Karısından nasıl olduğunu sorun” Ashab hanımından sormuş o da onlara meseleyi anlatmıştı.

Zeyd b. Sabit “Uhud günü Resulullah beni Sa’d b. Rebii’yi aramaya gönderdi. Ölüler arasında dolaşmaya başladım. O’nu gördüğümde son nefesini vermek üzereydi. Tam yetmiş darbe yemişti. Vücudunda mızrak izi, kılıç yarası ve ok darbesi doluydu. “Ey Sa’d Resulullah sana selâm söylüyor ve nasıl olduğunu öğrenmek istiyor” dedim. Bunun üzerine “Benden de Resulullah’a selâm söyle ve O’na Cennetin kokusunu aldığımı söyle!” Kavmim Ensara da “Gözleriniz görebildiği halde müşriklerin Resulullah’a sokulmasına göz yumarsanız, Allah’ın yanında hiçbir mazeretiniz olmaz, de” dedi ve o anda da ruhunu teslim ettï.” der.

Muhacirlerden birisi kanlar içinde sürünen Ensar’dan birine rastladı ve ona “Muhammed’in öldüğünü duydun mu?” dedi. Ensar’dan olan “Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) öldürülmüş olsa da O, Allah’ın dinini tebliğ etti. O halde dininiz için savaşınız” dedi.

Abdullah b. Amr b. Haram şöyle anlatır: “Uhud’dan önce rüyamda Mübeşşir b. Abdul Münzir’i görmüştüm. Bana “Birkaç gün sonra bize katılacaksın” diyordu. “Nerdesin?” dedim. “Cennette!” dedi. “Oradaki gibi hareket ediyoruz:’ “Sen Bedir günü öldürülmemiş miydin?” dedim. O, “Evet fakat tekrar dirildim” dedi. Bu olayı Resulullah’a anlattığımda “Ey Ebu Cabir bu, şehadettir!” buyurdu. Oğlu Bedir’de, Resulullah’la beraber savaşıp şehid düşmüş olan Hayseme anlatıyor: “Allah’a andolsun ki bütün arzuma rağmen Bedir savaşını kaçırdım. Savaşa çıkmak için kur’a çekmiştik. Ona isabet etmiş ve şehid olmuştu. Dün gece rüyamda oğlumu çok güzel bir durumda gördüm. Cennet meyveleri ve nehirleri arasında dolaşarak bana “Cennette bize arkadaşlık etmen en güzeldir. Rabbimin vaad ettiklerinin tümünü gerçek buldum” diyordu. Uyandığımda Cennette O’na arkadaşlık etme duygusuyla doluydum. `Ya Resulullah yaşım geçti,artık ihtiyarladım. Rabbime kavuşmayı arzuluyorum. Şehadeti ve Cennet’te Sa’d’a `arkadaşlık etmesi için Allah’a dua et’ dedi Resulullah onun için dua etti. Uhud günü şehid düşenler arasındaydı.

Abdullah b. Cahş, o gün şöyle demişti: “Allah’ım yarın düşmanla karşılaşmaya yüce adına ant içiyorum. Beni öldürsünler ve karnımı yarsınlar, kulağımı ve burnumu kessinler. Sonra “Bunlar, kimin için?” diye sorduğunda Senin için diyeyim.”

Amr b. Cumûh fazlaca topaldı. Her seferinde Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile savaşa çıkan dört oğlu vardı. Peygamber Uhud’a yönelince O da çıkmak istedi. Ancak çocukları: `Allah sana izin vermiştir, sen git otur. Biz yeterliyiz. Hem Allah bu halinle sana cihadı farz kılmamıştır’ dediler. Bunun üzerine Resulullah’ın yanına gelerek `Ya Resulullah şu oğullarım seninle savaşa çıkmama engel oluyorlar! Oysa ben -Allah’a andolsun ki- şehid olmak istiyorum. Şu topallığımla Cennette seğirtmek istiyorum’ dedi. Resulullah “Allah senden cihad farzını kaldırmıştır” dedi. Sonra da çocuklarına dönerek `Niye bırakmıyorsunuz? Belki yüce Allah O’na şehadet nasip eder’ buyurdu. Amr, Resulullah ile beraber çıktı ve O da Uhud’da şehid düştü.

Savaşın şiddetli bir anında Huzeyfe b. Yeman babasının müslümanlar tarafından tanımadıklarından dolayı müşrik sanılarak öldürülmek üzere olduğunu gördü. `Ey Allah’ın kulları babam!’ dediyse de kimse duymadı ve babasını öldürdüler. Bunun üzerine `Allah sizi affetsin’ dedi. Resulullah, diyetini ödemek istedi. Ancak Huzeyfe `Diyetini müslümanlara bağışladım’ dedi. Bu ola Huzeyfe’nin değerini Resulullah’ın yanında artırdı.

Cubeyr b. Mut’im’in kölesi Vahşi, bu savaşta şehidlerin efendisi Hamza’yı nasıl vurduğunu şöyle anlatıyor: “Cübeyr bana “Muhammed’in amcası Hamza’yı öldürürsen seni azad edeceğim” demişti. Herkesle beraber ben de savaşa çıktım. Habeşli olduğumdan ben de her Habeşli gibi iyi mızrak kullanırdım. İsabet etmediğim çok nadirdir. Halk birbirine girince Hamza’yı aramaya başladım. Onu gördüğümde kır bir deveye benziyordu. Kılıcıyla insanları deviriyordu. Önünde hiç birşey duramıyordu. Allah’a andolsun ki, O’na mızrağımı atmak için hazırlanıyordum. Beni görmemesi için bir ağacın ya da taşın arkasına saklanıyordum. Bir ara Sebba’ b. Abduluzza önüme geçti. Hamza onu görünce öyle bir darbe indirmişti ki âdeta yere geçmişti. Mızrağım elimde titremeye başlamıştı. Biraz sakinleştikten sonra fırlatmıştım. Mızrak kasığından isabet etmiş bacaklarının arasından çıkmıştı. Benden yana yıkıldı ve ölene kadar öylece bıraktım. Sonra yaklaşıp mızrağımı aldım ve karargâha giderek orada oturdum. Çünkü bunun dışında bana ihtiyaç kalmamıştı. Ben azad edilmek için onu öldürmüştüm ”

Ebu Süfyan’ın karısı Hint Binti Utbe gelip Hamza’nın karnını yarmış, ciğerini çıkarıp çiğnemişti. Yutamadığı için tükürmüştü…

Savaştan sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Hamza’nın cesedinin üzerinde durunca çok etkilenmişti. “Artık senin gibisine rastlanmaz” ve “Bunun kadar beni üzen bir durumla karşılaşmamıştım” demişti. Sonra da Hint’i kastederek “Birşey yedi mi?” diye sormuştu. “Hayır” denince “Allah Hamza’nın hiçbir yerini ateşe sokmayacaktır” buyurdu.

Resulullah (salât ve selâm üzerinde olsun) Uhud şehidlerini düştükleri yerlere defnedip Medine mezarlığına götürülmemesini emretti. Ancak bazı sahabeler ölülerini nakletmişlerdi. Sahabelerden biri Resulullah’ın emrini duyurunca hepsi ölülerini şehid düştükleri yere geri getirdiler. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) iki üç kişiyi aynı mezara gömüyordu. Bu arada, “Hangisi daha çok Kur’an’dan istifade ediyordu?” diye soruyordu. Hangisine işaret ediyorsalar öncelikle O’nu kabre bırakıyordu. Abdullah b. Amr b. Haram ile Amr b. Cumûh’u aynı kabre koymuştu. Çünkü ikisi birbirlerini çok seviyordu. “Bu dünyada birbirini seven şu iki kişiyi aynı mezara koyun” demişti.

Aralarında emre muhalefet, hevaya göre hareket etmek ve şehvete yönelmekten ve kısa bir zaman biriminden başka hiçbir mesafe bulunmayan zafer ile yenilginin yanyana bulunduğu, yüce zirvelerle alçak çukurların beraberce arz-ı endam ettikleri ayrıca iman ve kahramanlık tarihiyle nifak ve yenilgi tarihine eşsiz bir örnek oluşturan savaştan bazı sahneler sunduk.

Bu sahneler, o zaman, müslümanların safında bir düzensizliğin olduğunu ortaya çıkardığı gibi bazı müslümanların düşüncelerinin de henüz berraklaşmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu düzensizlik ve bulanıklık, Allah’ın kanunu ve takdiri doğrultusunda, müslümanların başına gelen böyle bir sonucu ve en başta sahabeyi derinden sarsan olayların arasında en çok üzüldükleri, Resulullah’ın yaralanması olayı olmak üzere, birçok arkadaşlarını kurban vermelerini doğurmuştu. Evet, müslümanların iyi bir ders çıkarmaları gereken bir olay… Allah’ın kalplerini arındırması, saflarını belirginleştirmesi ve müslüman cemaate yüklediği yüce görevi idrak etmeleri, beşeriyete önderlik etme görevi ile Allah’ın metodunun, pratik hayatta yaşanan bir örnek olarak yeryüzünde gerçekleştirmeye hazırlaması için ağır bir bedel ödenmişti.

KUR’AN’IN İFADE BİÇİMİ

Kur’an ayetleri, savaşta meydana gelen olayları sunarken rivayet veya açıklama yönteminden ziyade, ruhların derinliklerine ve kalplerin içlerine nüfuz etme yöntemini kullanmıştır. Olaylardaki uyarı, aydınlatma ve yönlendirme unsurunu öne çıkarmıştır.

Kur’an, olayları sunarken, tescil amacıyla tarihsel kronolojiye uyarak sunmaz. Daha çok ibret alınması, eğitim, olayların arka plânındaki gizli değerlerin meydana çıkması, ruhların karekterlerinin ve kalplerin hareketinin çizilmesi, olaylara egemen atmosfer ile evrensel yasanın ve yerleştirmek istediği diğer ilkelerin tasviri amacını gütmektedir. Böylece olaylar, birçok duygu, hareket çizgisi ve deliller birikimine eksenlik ile odak noktalığı ödevini yerine getirmiş olurlar. Ayetlerin akışı, olaydan yola çıkar, olayın çevresinde dolaşır ve sonra tekrar olaya döner. Ardından vicdanların derinliklerine ve hayatın her yönüne nüfuz eder. Bunu tekrar tekrar yapar. Olayın anlatılması bitince, artık, iki yönüyle anlamları, delilleri, değerleri ve ilkeleri kapsamıştır. Olayın anlatılması, anlamlara, delillere, değerlere ve ilkelere ulaşmak için bir araç ve bunların etrafında odaklaştığı bir hareket noktası olmasından başka bir amaca dayanmamaktadır. Ayetler, olayların karmaşıklığına ve vicdanlar üzerindeki etkisine yönelmekte, vicdanları arındırmakta, temizlemekte ve yeri gelince de aydınlatmaktadır. Artık nefis, olay karşısında şaşırmamakta ve kuşkuya düşmemektedir. Olayda bir karışıklık ve anlaşılmazlık görmemektedir.

İnsan, bütün genişliği ve çeşitliliğiyle beraber savaşa ve savaş esnasında meydana gelen olaylara, bir de Kur’an’ın olayları değerlendirmesi ve bütün yönleriyle ele almasındaki ihtimamına bakıyor. Kur’an’ın savaştan çıkarılacak dersten çok daha kapsamlı olduğunu, zaman bakımından daha sürekli olduğunu, kalplere daha çok etki ettiğini, ruhların derinliğine daha çok indiğini, insan ruhunun ve İslâm cemaatinin nesiller boyu karşılaşacağı benzeri durumlardaki ihtiyaçlarına cevap vermede daha yetkin olduğunu anlıyor. Çünkü bu, geçici olayların ötesindeki kalıcı gerçekleri, bireysel olayların ardındaki mutlak ilkeleri, gelip geçen görüntülerin altındaki asıl değerleri ile zaman ve mekân ölçüsünden kurtulmuş sağlıklı gözlemi içermektedir.

Nerede olursa olsun ve hangi çağda bulunursa bulunsun, Kur’an-ı kerim bu kalıcı uyarıları, imam algılamaya hazır olan her kalbe yöneltmektedir. Bu konuyu, ayetleri açık!arken ayrı ayrı ele aldıktan sonra etraflıca değerlendireceğiz inşaallah…

 

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.