sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA AL-İ İMRAN SURESİ 130. VE 136. AYETLER ARASI

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA AL-İ İMRAN SURESİ 130. VE 136. AYETLER ARASI
18.11.2019
916
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

130- Ey müminler, sakın sürekli katlanan faizi yemeyiniz. Allah’tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.

131- Kafirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakınınız.

132- Allah’a ve Peygamber’e itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz.

133- Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan Cennete koşunuz. Burası takvalılar için hazırlanmıştır.

134- Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri sever.

135- Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah’tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler.

136- İşte onların mükafatı, Allah tarafından affedilmek ve altından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları Cennetlerdir. İyi işler yapanları bekleyen mükafat ne kadar güzeldir!

Ayetlerin akışı, bu akidenin beşerî varlık ve enerjiyi karşılamadaki birlik ile evrenselliğine ve herşeyi bir tek eksene yöneltiyor. Bu da Allah’a kulluk ve O’na ibadet eksenine döndürmeye, her işte O’na yönelmeye, ayrıca Allah’ın metodundaki birlik ve evrenselliğe ve her durumda, her işte ve her yönde beşer enerjisi üzerindeki egemenliğe ilişkin özelliklerinden birine işaret etmek için, bu direktifleri fiili çarpışmaya değinmeden önce sunmaktadır. Ayrıca bu direktifler, insandan kaynaklanan farklı enerjiler arasındaki ilişkiye ve daha önce de değindiğimiz gibi bu ilişkilerin insanın bütün çabalarının sonucu üzerindeki etkisine işaret etmektedir.

İslâm metodu, insan ruhunu bütün yönleriyle ele almakta ve toplum hayatım bölmeden bir bütün olarak düzenlemektedir. Fiili savaşa hazırlanmak ve tedbir almak ile ruhların arındırılması, kalplerin temizlenmesi, heva ve heveslere gem vurulması ve toplumda sevgi ve hoşgörünün yaygınlaştırılması işlemlerinin bir arada sunulmasının sebebi de budur. Çünkü bunlar birbirlerine yakın şeylerdir. Bu çizgilerden ve bu direktiflerden her birini ayrıntılarıyla sunduğumuz zaman, bunların İslâm cemaatinin yaşayışı ve savaş alanı ile hayatın her alanında mukadderatıyla olan sağlam ilişkileri ortaya çıkar.

“Ey müminler, sakın sürekli katlanan faiz yemeyin. Allah’tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.

“Kafirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakınınız.”

“Allah’a ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz.”

“Fi Zılâl”in üçüncü cüzünde faizden ve faiz düzeninden detaylıca sözedildiği için burada tekrarlamayacağız. Ancak “kat kat katlamak” üzerinde duracağız. Çünkü bu zamanda bazı insanlar bu ayetin arkasına saklanmakta ve “Haram edilen faiz, kat kat katlanandır.” Yüzde dört… Yüzde beş… Yüzde altı… Yüzde yedi…Yüzde dokuz… ise “Kat kat katlama” değildir. Dolayısıyle haram kapsamına girmez diyerek, bununla insanları aldatma yönüne gitmektedirler.

Öncelikle “kat kat katlamak” deyiminin bir olguyu vasıflandırdığı, hükümle ilgisinin bulunmadığını ve Bakara suresinde, hiçbir sınırlama hiçbir kayıt belirtmeden faizin temelde haram olduğu belirtilmiştir. Nitekim her ne surette olursa olsun “Faizden arta kalandan el çekin” hükmünün kesin olduğunu yine aynı kesinlikle belirtmemiz gerekir.

Bu gerçeği bu şekilde beyan ettikten sonra “kat kat katlama” vasfıyla ilgili şu açıklamayı yapabiliriz: Gerçekte bu vasıf, bizzat bu ayette yasaklanan ve o günkü yarımadada yürürlükte olan faiz işlemlerine ilişkin tarihsel bir vasıf değildir, her zaman haksız kazancı sağlaya gelen faiz düzenlerinin ortak vasfıdır.

Faiz düzeninin anlamı; malın, faiz esası üzerine işlem görmesidir. Bu da gösteriyor ki, faiz işlemi bireysel ve basit bir işlem değildir. Bir açıdan sürekli tekrarlanan diğer bir açıdan da mürekkep bir işlemdir. Böylece sürekli tekrarlanmak ve birleşmek suretiyle kesintiye uğramadan zamanla birlikte “kat kat” katlanır.

Faiz düzeni, tabiatının gereği olan bu vasfını her zaman korumuştur. Bu vasıf, sırf Arap yarımadasında yürürlükte olan işlemlere özgü değildir. Her çağda bu düzenin kaçınılmaz özelliğidir.

Üçüncü cüzde ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi, ruhsal ve ahlâki alanda hayatın bozulması faiz düzeninin bir özelliğidir. Yine adı geçen cüzde açıklandığı üzere faiz düzeninin bir diğer özelliği de ekonomik ve siyasal hayatın bozulmasıdır. Buradan da faiz düzeninin toplum hayatıyla olan ilgisi ve bu hayatın tüm yönlerine olan etkisi anlaşılmaktadır.

Müslüman bir ümmet oluşturmayı hedef edinen İslâm ise, toplumun ekonomik ve siyasal hayatının sağlıklı olmasına büyük özen gösterdiği gibi, ruhsal ve ahlakî hayatının da temiz olmasını diler. Her ikisinin de bu ümmetin giriştiği savaşların sonuçları üzerindeki etkileri bilinmektedir. Dolayısıyla surenin akışı içinde fiilî savaşın değerlendirilmesi yapılırken faiz yemenin yasaklanması bu evrensel ve her durumu gözeten bu metod için son derece anlaşılır bir olaydır.

Ayrıca bu yasaktan sonra, kurtuluş için Allah’tan korkmayı emretmek ve kafirler için hazırlanan ateşten sakındırmak konunun ruhuna uygun düşmektedir.

Allah’tan korkan ve kafirler için hazırlanan ateşten sakınan insan, faiz yiyemez. Allah’a inanan ve kafirlerin safından ayrılan kişi de faiz yiyemez. Çünkü iman, sadece dille söylenen bir kelimeden ibaret olmayıp, Allah tarafından bu imanın pratik ve uygulanan bir tercümesi kılınan Rabbanî hayat metoduna uymaktır. Nitekim iman, bu metodun hayatta pratik olarak gerçekleşmesine ve bu toplum hayatının bu metod uyarınca düzenlemesine bir başlangıçtır.

İman ile faiz düzeninin bir arada bulunması imkansızdır. Nerede faiz düzeni varsa orada bu dinden topyekün çıkma vardır, kafirler için hazırlanan ateş vardır. Bu konuda inatçılık yapmak gerçeği değiştirmez. Bu ayetlerde faiz yemeyi yasaklamak, Allah’tan korkmaya davet ile kafirler için hazırlanan ateşten sakındırmanın birarada bulunması, hedefsiz bir rastlantı değil; aksine, bu gerçeğin yerleşmèsi ve müslümanların düşüncelerinde derinleşmesi amacına yöneliktir.

Kurtuluş ümidinin faizi terk etmeye ve Allah’tan korkmaya bağlı olması da öyle… Çünkü kurtuluş; Allah’tan korkmanın ve O’nun metodunu insan hayatında gerçekleştirmenin tabii meyvesidir. Üçüncü cüzde faizin beşer topluluklarında meydana getirdiği yıkımlardan ve insan hayatında neden olduğu felaketlerden söz etmiştik. Burada ise, kurtuluşun anlamını ve onun iğrenç faiz düzenini terk etmekle olan ilişkisini kavramak için bu açıklamaya yeniden dönmemiz yerinde olur.

Burada değindiğimiz gerçeği kuvvetlendiren son te’kid geliyor:

“Allah’a ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz.”

Allah’a ve Resule itaat emri genel olduğu gibi rahmetin de bu itaate bağlı olarak tecelli etmesi geneldir. Ancak, bu emrin, faizin yasaklanmasından sonra gelmesi özel bir anlam ifade etmektedir. Buna göre, faiz esasına dayanan toplumlarda Allah’a ve Resule itaat söz konusu değildir. Ayrıca her ne surette olursa olsun faiz yiyen kalpte Allah ve O’na itaat duygusu barınamaz. Ardarda gelen telkinlerin nedeni budur. Bu gerçek, Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelinen savaş alanındaki olaylar ile, kurtuluş vesilesi olması ve kurtuluş ümidini barındırması nedeniyle Allah’a ve Resule itaat emri arasındaki özel bir ilgiden daha kapsamlıdır.

(Üçüncü cüzde) Bakara suresinde, ayetlerin akışının ekonomik düzen içindeki toplumsal ilişkilerin iki karşıt yönü olmaları ve faiz düzeni ile yardımlaşma düzeni altındaki iki değişik ve ayrı düzenin belirgin çizgileri olmaları nedeniyle faiz ile sadakanın birarada zikredildiğini görmüştük. Burada da, aynı yerde hem faizden sözedildiğini hem de gizli-açık infak etmenin teşvik edildiğini görüyoruz.

Faiz yemeyi yasakladıktan, kafirler için hazırlanan ateşten sakındırdıktan, rahmet ve kurtuluş ümidiyle takvaya çağırdıktan sonra… Evet, bu çağrılardan sonra, mağfirete ve muttakîler için hazırlanan ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete koşmaya ilişkin emir geliyor.. Arkasından “kat kat” katlayarak faiz yiyen gruba karşı oluşan muttakilerin ilk vasfı belirtiliyor.

“…Bollukta ve darlıkta Allah için mal harcayanlar…”

Ardından geri kalan sıfat ve ayrıcalıkları zikredilmektedir.

“Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan Cennet’e koşunuz. Burası takvalılar için hazırlanmıştır”

“Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri sever.”

“yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah’tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler.”

Ayetlerdeki ifade tarzı, bu itaatin yerine getirilmesini; hareketli bir duygu, bir amaç veya alınacak bir ödül için yapılan bir yarışma şeklinde tasvir etmektedir.

“Rabbinizin affediciliğine koşun…”

“.. Ve genişliği göklerle yer arası kadar olan Cennet’e…” koşun! İşte şurada; mağfiret ve Cennet “Takvalılar için hazırlanmıştır.”

Arkasından muttakilerin diğer nitelikleri sıralanıyor:

“Onlar, bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar.”

Onlar Allah yolunda harcamaya devam edip, Allah’ın metodu üzere hayatlarını sürdürürler. Ne darlık ne de bolluk bu özelliklerini değiştiremez. Bolluk onları şımartıp oyalamaz, yokluk ta onları sıkıp görevlerini unutturamaz. Bu, her durumun ve her görevin bilincinde olmaktır… Cimrilik ve ihtirastan kurtulmaktır… Allah’tan korkmak ve O’nun gözetimini idrak etmektir… Mal arzusundan, ihtiras köleliğinden ve cimrilik ağırlığından daha kuvvetli olan takva etkeninden başka hiçbir şey, tabiatı itibariyle cimri ve fıtratı gereği mala düşkün olan nefsi, her durumda Allah yolunda infak etmeye sevk edemez. Bu, ruhu parlatan, kurtaran, bağ ve zincirlerden özgür kılan, latif ve derin bir bilinçtir.

Bu niteliğin üzerinde bu denli durmanın savaş atmosferiyle özel bir ilgisi olsa gerektir. Burada (ileride Kur’an’ın akışı içerisinde sık sık görüleceği gibi) söz yeniden infak etmekten açılmakta ve Allah için harcamaktan kaçınan veya harcayanlara engel olanların durumuna değinilmektedir. Ayrıca savaş havası içindeki özel nedenlere işaret edilmekte ve bazı gruplar Allah yolunda infak etmeye çağrılmaktadır.

“…Öfkelerini yenerler insanların kusurlarını bağışlarlar.”

Takva; sebepler ve etkenler arasında bu alandaki işlevini işte böyle yerine getirmektedir. Öfke, kandaki âni bir hareketlenmenin yardımcı olduğu ya da arttırdığı beşerî özelliğin tepkilerinden ve gereklerinden biridir. Takvâdan doğan lâtif ve şeffaf etkenler, kişilik ve zaruretlerin ufkundan daha yüce ve daha engin ufuklara çıkmakla elde edilen ruhsal güç olmadıkça insan öfkeyi yenemez.

Öfkeyi yenmek ilk aşamadır. Ancak tek başına yeterli değildir. İnsan bazen, hınç almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık öfke, korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık, gizli bir kine dönüşür. Oysa öfke ve kızgınlık, hınç ve kine oranla daha pâk ve daha temizdir. Bu yüzden, ayeti kerime muttakîlerin ruhlarındaki, bu yenilmiş öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme, hoşgörü ve serbestlik olduğunu bildirmektedir.

Öfke yenildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi kavuran bir alev ve vicdanı kaplayan bir duman olur. Ancak ruh genişlediği, kalp affettiği zaman ruh, ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılır. Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden kurtularak esenliğe, vicdan da huzura kavuşur.

“…Allah iyilikseverleri sever..:

Bollukta ve darlıkta mallarından cömert davrananlar, ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini yendikten sonra affederek hoşgörülü davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah iyilikseverleri “sever”… Buradaki sevgi deyimi; o lâtif, aydınlık ve yüce atmosferle uyuşan, sevecen, şefkatli, parlak bir deyimdir.

Allah’ın ihsana, ihsan edenlere olan sevgisinden dolayı sevdiklerinin kalplerinde bu sevgiyi yaratır. Ve bu kalplere coşkun bir arzu akar.. Bu, yalnızca duygulandırıcı bir ifade değildir. İfadeden öte bir gerçektir de…

Allah’ın sevdiği ve onların da Allah’ı sevdiği bir cemaat… Hoşgörü, kolaylık ve kurtuluşun, kin ve intikamdan daha yaygın olduğu bir cemaat… Birbirine bağlı, kardeşçe yaşayan güçlü bir kitledir. İşte bu yüzden ayetlerin akışı içinde beliren bu yönlendirme, meydan savaşı ve hayat savaşı ile eşit oranda ilgilidir.

TEVBE ETME VE BAÖIŞLANMAYI DİLEME

Daha sonra müttakîlerin saflarından bir başkasına geçiyoruz:

“Yine onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah`tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler.”

Bu dinin hoşgörüsüne bakın! Yüce Allah, insanları kendi aralarında hoşgörülü olmaya çağırmazdan önce, tadına varmaları, öğrenmeleri ve örnek almaları için kendi hoşgörüsünün bir yönünü onlara göstermektedir.

Kuşkusuz muttakîler, müminler içinde en yüksek mertebeye sahiptirler. Ancak, bu dinin hoşgörüsü ve insanlığa olan merhameti, şu özellikleri; “Onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler.” müttakilerin özellikleri olarak sunulmaktadır. Fuhuş günahların en çirkini ve en büyüğüdür. Ancak bu dinin hoşgörüsü, büyük günah işleyenleri Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmamakta, kafilenin yani müminler kafilesinin dışına atmamaktadır. Aksine onları bir şartla en üstün mertebe olan “müttakiler” mertebesiné yükseltmektedir. Bu dinin tabiatından ve görünümünden ortaya çıkan; Allah’ı anmaları, günahlarından dolayı bağışlanma dilemeleri, hata olduğunu bildikleri halde yaptıklarında ısrar etmemeleri, sıkılma ve utanma duymaksızın günahla övünmemeleri şartıyla… Diğer bir deyişle, Allah’a kulluk çerçevesinde kaldıkları ve sonuçta O’na teslim oldukları sürece, O’nun koruması, affı, rahmeti ve faziletinin kuşatıcılığı içinde olacaklardır.

Bu din, zaman zaman bedensel ağırlıkların fuhuş derecesine indirip et ve kandan kaynaklanan fevriliği tahrik ederek şehvet sınırında hayvanî bir ataklık verdiği ve bu ataklığının, şehvet, eğilim ve arzularının Allah’ın emirlerine karşı gelme sınırına getirdiği insan denen yaratığın zaafını kavrıyor kuşkusuz. Evet, bu din insanın zaafını biliyor. Bu yüzden ona karşı sert davranmıyor. Ruhundaki iman kıvılcımı henüz sönmedikçe, kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah ile olan bağını canlı tutup koparmadıkça ve kendisinin sürekli hata yapan bir kul olduğunu ve buna karşılık, hataları bağışlayan bir Rabbinin olduğunu kesin olarak bildiği müddetçe kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah işlediğinde bu din insanı Allah’ın rahmetinden kovmakta acele etmiyor. Çünkü kendisinde henüz iyilik bulunan, yolunu tamamen kaybetmemiş bir gidiş tutturan ve ipi kopmamış kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan; zaafı ne kadar ayağını kaydırırsa da iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi elinde tuttuğu, Allah’ı anıp O’nu unutmadığı, O’ndan bağışlanma dileyip O’na karşı kullukta sürekli olduğu ve günahlarıyla övünmediği sürece sonuçta amacına ulaşabilir.

Bu din; şu zayıf ve yolunu şaşırmış yaratığın yüzüne tevbe kapısını kapatmamaktadır. Onu çölün ortasında şaşkın bir durumda bırakmamakta ve onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk etmemektedir. Onu, bağışlanma konusunda ümitlendirmekte, yolunu göstermekte, titrek ellerinden tutup kayan ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra ve güvenceli bir korunağa gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.

Birtek şey istiyor ondan; Allah’ı unutacak şekilde kalbinin taşlaşmamasını ve ruhunun kararmamasını… Allah’ı andığı, ruhunda bu yol gösterici kıvılcım olduğu, vicdanından bu sürükleyici ses geldiği, kalbinden bu serin rüzgâr estiği sürece, ruhunda yeniden nuru bulacaktır. Güvenilir sınıra dönecek ve kuruyan tohum yeniden yeşerecektir.

Hata yapan ve dayaktan başka birşey olmadığını bilen çocukcağız, ürkek bir kaçak olarak hiçbir zaman eve dönmeyecektir. Ancak dayağın yanında, kabahatinden dolayı özür dilediğinde, başını okşayacak ve hatalarından dolayı bağışlanma dilediğinde özrünü kabul edecek şefkatli bir elin bulunduğunu bilirse kuşkusuz dönecektir.

İşte İslâm, zaaf anlarında insan denen zayıf yaratığın elinden böyle tutmaktadır. Çünkü o, insanda zaafın yanında bir kuvvetin, ağırlığın yanında bir hafifliğin, hayvansal dürtülerin yanında Rabbani arzuların olduğunu bilmektedir. İslâm, Allah’ı unutmayıp sürekli andığı ve hata olduğunu bildiği halde hatasında ısrar etmediği sürece, insanın elinden tutup yükseklere çıkartmak için zaaf anında ona acımakta ve yeniden ufka yükseltmek için ayağının kaydığı demlerde şefkatle teselli etmektedir. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) buyuruyor: “İstiğfar eden hatada ısrar etmiş sayılmaz. Bir günde yetmiş kere tekrarlasa da… (Ebu Davut, Tirmizi, Bezzar müsnedinde Osman b. Vakid’den almıştır. Ancak senedindeki bir sahabi bilinmemektedir. Fakat İbni Kesir tefsirinde sahih kabul etmiş ve “Hasen bir hadistir” demiştir.)

Bununla İslâm, insanları ruhsatçılığa çağırmamakta, yoldan çıkmış aşağılık insanları yüceltmemekte ve realistlerin (Gerçeküstücü akımın) yaptığı gibi bu bataklığın güzel olduğunu fısıldamamaktadır. Aksine insanın ruhunda utanma duygusunu harekete geçirmeyi dileyip ümit beklentisini de coşturmak için zaaf anında meydana gelen sürçmeyi bağışlamayı dilemektedir. Allah’ın bağışlaması -Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir ki?- insanı utandırır, günah eğilimini arttırmaz. Bağışlanma dileyişini teşvik eder, günahı alışkanlık haline getirmeyi değil. Günahı alışkanlık haline getirip hatada ısrar edenlere gelince onlar, surun dışında kalmışlardır, kapılar yüzlerine kapanmıştır.

Böylece İslâm, beşeriyeti yüce ufuklara çağırma ile gücünün ne olduğunu bildiği bu beşeriyete acımayı bir arada zikretmekte, ümit kapısını önünde sürekli açık tutarak son gücüne kadar insanın elinden tutmayı amaçlamaktadır.

Peki bu muttakîler için ne vardır?

“İşte onların mükafatı; Allah tarafından affedilme ve altından ırmaklar akan içinde sürekli kalacakları Cennetlerdir. Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne güzeldir.”

Onlar günahlarından dolayı bağışlanma dilemekle birşey kaybetmedikleri gibi darlıkta ve bollukta infak etmekle, öfkelerini yenip insanları affetmekle de bir zarara uğramazlar. Onlar sadece üzerlerine düşeni yaparlar. `…Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne kadar güzeldir…” Rablerinden bağışlanma… Allah’ın bağışlaması ve sevgisinden sonra altında ırmaklar akan Cennet… Burada hem ruhun derinliklerinde hem de hayatın görünüşünde bir çalışma göze çarpmaktadır. Her ikisi de çalışmadır, harekettir, gelişmedir.

Bu belirgin vasıflarla, surede konu edilen meydan savaşı arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim, faiz ya da yardımlaşma düzeninin, müslüman cemaatin hayatında etkisi ve meydan savaşıyla ilişkisi bulunduğu gibi… Konunun başında değindiğimiz gibi bu ruhsal ve toplumsal vasıfların zafer üzerinde de etkisi söz konusudur. İhtiras, öfke ve hatalara galip gelmek, Allah’a dönüp O’nun bağışlamasını ve hoşnutluğunu dilemek, savaş alanında düşmana karşı zafer kazanmak için zorunlu vasıflardır. Çünkü onlar, ihtiras, heva, hata ve günahta ısrar etmeyi temsil ettikleri için düşmandırlar. İnsanoğlunda bunların düşmanlıkları, kişiliklerini, şehvetlerini ve hayat düzenlerini Allah’a, O’nun hayat metoduna ve şeriatına uydurmamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun için düşmanlık söz konusu olur. Savaş bunun için çıkar ve cihad bunun için yapılır. Bunların dışında başka bir neden için müslüman, düşmanlık yapamaz, savaş çıkaramaz ve cihad edemez. O sadece Allah için düşmanlık yapar, O’nun için savaşır ve O’nun uğruna cihad eder. Surenin akışı içinde bütün bu direktiflerle savaştan söz edilmesi arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim bununla, Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelmek, karşı gelmeyi doğuran ganimet arzusu, Abdullah b. Ubeyy ve beraberindekilerin ayrılmalarına neden olan kişilik ve hevadan kaynaklanan büyüklenme, surenin akışında değinileceği gibi günaha meyledenlerin yaklaşmasını doğuran günaha karşı zaaf, işleri Allah’a döndürmemekten kaynaklanan düşünce karmaşıklığı, “Bu işte bize bir çıkar var mı?” diye sormaları, bazısının “Bu işte bize bir şey düşseydi burada öldürülmezdik” demeleri gibi savaşa eşlik eden özel şartlar arasında da güçlü bir bağ söz konusudur.

Kur’an-ı kerim, bu şartların tümünü, surenin akışında örneklerini göreceğimiz gibi eşsiz bir tarzda birer birer ele almakta, aydınlatmakta, içlerindeki gerçekleri yerleştirmeye çalışmakta ve ruhlara onları harekete geçirip canlandıracak bir şekilde temas etmektedir.

ALLAH’IN YASASI

Bundan sonra, surenin akışı hadiseleri sunduğu üçüncü bölüme başlayarak, savaşta meydana gelen olaylara bizzat değinmektedir. Ancak İslâm düşüncesinin temel gerçeklerini de yerleştirmeyi ihmal etmemektedir. Böylece olayları, bu gerçekleri dayandırdığı bir eksen konumuna getirmektedir.

Bu bölümde surenin akışı müslümanlara; müşriklerin bu savaşta elde ettikleri zaferin kalıcı bir kural olmadığını, arkasında özel, gizli bir hikmet bulunan geçici bir olay olduğunu söylemek için yüce Allah’ın yalanlayanlar hakkındaki yürürlükte olan kanununa işaret etmekle başlamaktadır. Sonra da onları sabretmeye ve imanla yücelmeye çağırmaktadır. Çünkü, şayet onlara bir yara ve birtakım acılar isabet etmişse aynı savaşta müşrikler de benzeri acılar tatmışlardır. Üstelik burada olayın ardında; safların ve kalplerin ayrılması, akideler uğruna ölen şahitler edinilmesi, müslümanların sözlerini ve ideallerini pratik bir ölçek ile ölçmeleri için temenni ettikleri ölümle yüzyüze getirilmesi ve sonuçta müslüman kitlenin o sağlam hazırlıkla kafirleri bertaraf etmesi gibi hikmetler de ortaya çıkmış oluyor. O halde; gerek zafer, gerek yenilgi olsun olayların arkasındaki yüce hikmet budur:

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.