SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 130. VE 137. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
130- “Andolsun ki, biz Firavunoğulları’nı ola ki, akılları başlarına gelir diye yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. “
131- “Onlar bir iyilikle karşılaşınca “Bu kendimizden kaynaklanıyor” derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa, bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah’ın tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor.
132- “Musa’ya bizi büyülemek üzere ne kadar mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız ” dediler.
133- “Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular. “
134- “Azap başlarına çökünce, “Ey Musa sana verdiği peygamberlik payesine dayanârak, bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsan, andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz ” dediler. “
135- “Fakat o azabı günün birinde dolduracakları belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar-savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler. “
136- “Sonunda onlardan öç aldık. Ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk. “
137- “O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerde donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları’nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun’un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik. “
Demek ki, Firavun ve kurmayları kendi zorbalıklarına devam ettiler: Firavun cezaya ilişkin sözünü ve tehdidini uyguladı. İsrailoğulları’nın erkeklerini öldürdü, kadınlarını da sağ bıraktı. Hz. Musa ve onunla birlikte olanlar işkenceye katlanmaya devam ettiler. Allah’ın bu musibete bir çıkış yol vereceğini ümit ediyorlardı. Sınava karşı direniyorlar, sabrediyorlardı. İşte o zaman… Tavır ve tutum net olarak ortaya çıktığı zaman… İmanın karşısında küfür, azgınlığın karşısında sabır, yeryüzünün basit kuvveti Allah’a meydan okuduğu an… Evet büyük kudret işe el attı. Zorbalar ile direnenler arasındaki meseleye el koydu.
“Andolsun ki, biz Firavunoğulları’nı, ola ki, akılları başlarına gelir diye, yıllarca sürecek kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.”
Bu ilk tehlike işaretiydi… Kuraklık ve ürün kıtlığı… Ayeti kerimede geçen “Sinin” kavramı, Arapça’da kuraklık, kıtlık ve zorluk seneleri için kullanılır. Böyle bir olayın Mısır arazisi gibi, verimli, bereketli; bol ürün veren bir yerde meydana gelmesi, daha çok dikkatleri çeker, kalpleri titretir, sarsıntı meydana getirir, uyanmaya ve düşünmeye sevkeder. Ne var ki, zorbalar ve zorbaların Allah’ın dininden saptırarak kendilerine boyun eğdirdikleri, emirlerine itaat ettirdikleri bir kesim insanların düşünmelerini, olayları değerlendirmelerini istemezler. Yerin kuraklığında, ürünlerin azalmasında Allah’ın eli olduğunu görmelerini istemezler. Allah’ın yasalarını, cezaya ve mükâfata ilişkin sözlerini hatırlamalarını istemezler. İmani değerler ile pratik hayatın gerçekleri arasında köklü bir bağ bulunduğunu kabul etmelerini istemezler. Çünkü bu bağ, gayb alemindendir… Halbuki onlar gözle görülen realitenin ötesindeki gerçeği göremeyecek kadar kaba duygulara, cahil kalplere sahiptirler. Bu realiteleri ancak hayvanlar görebilir ve duyabilirler. Ki hayvanlar ancak bu somut gerçekleri görebilir ve de duyabilir! Onlardan başkasını görüp algılayamazlar: Bu zorbalar ve onların yardakçıları gayb aleminden bir şey gördüklerinde Allah’ın özgür iradesine uygun biçimde işleyen yasalarını (sünnetullah) anlayamazlar. Bunları gelip geçici tesadüflerle açıklamaya çalışırlar. Halbuki tesadüfün evrende işleyen yasaları hiçbir ilgisi yoktur. (Komünist Rusya’da ve Komünist blokun hepsinde tarım ürünleri rekoltesi düştüğünde Kuruşçef, “Tabiat bizimle çatışıyor” demekten başka çare bulamamıştı. Halbuki o, “Bilimsel sosyalizm”i iddia ediyor ve “Gaybı” reddediyordu. Aslında bu Allah’ın güçlü elini görmemekten kaynaklanan bir körlüktür. Yoksa irade sahibi “Bu tabiatın” kendi iradesini kullanarak insanla “çatışması” ne demekti!)
Aynı şekilde Firavun ailesi de bu uyarıcı ile Allah’ın kullarına merhamet sahibi olduğunu gösteren dokunuşla uyanmamıştır. Allah’ın merhameti kâfirlere ve günahkârlara bile uzanmaktadır. Putperestlik ve putperestliğin saçma inançları onların fıtratını bozmuştu. Bu evrende işlediği gibi, insanların hayatlarına da hükmeden sağlıklı-şaşmaz yasaları kavramı ile onlar arasında bir engel oluşturmuştu. Bu yasaları ancak Allah’a sağlıklı bir şekilde iman eden müminler görebilir ve onları gerçek anlamda kavrayabilirlerdi. Çünkü müminler bu kâinatın boşuna yaratılmadığını, rastgele akıp gitmediğini, bu evrene kesin ve şaşmaz kanunların hükmettiklerini anlamışlardır. İşte gerçek “bilimsel akılcılık” budur. Bu akılcılık “Allah’ın gaybını” inkâr etmez. Çünkü gerçek “bilimsellik’ ile, “gaybilik” arasında hiçbir çelişki yoktur. Yine bu akılcılık imanî değerler ile hayatın realiteleri arasında bir bağ bulunduğunu reddetmez. Çünkü bunların hepsinin ardında Allah’ın dilediğini yapan iradesi vardır. Allah’ın iradesi kendi kullarından iman etmelerini ister, yeryüzünde halifelik yapmalarını ister. Yine bu irade kendi hukukunda evrenin yasaları ile uyum sağlayan kanunlar koyar ki, insanlarını kalplerinin hareketi ile yeryüzündeki hareketleri arasında bir ahenk meydana gelsin…
Firavun ailesi kendi kâfirlikleri ve Allah’ın dininden dışarı çıkmaları, Allah’ın kullarına karşı azgınlık ve zulüm yapmaları ile kuraklık ve ürünlerin azalması şeklinde cezalandırılmaları arasındaki ilişkinin farkına varamadı… Halbuki Mısır bolluk ve verimlilik kaynayan bir ülkedir. Mısır’ın tarım ürünlerinin halkını besleyecek düzeyin altında kalmasının kaynağı, Mısır halkının Allah’ın dininden dışarı çıkmış olması ve onların kendilerine gelebilmeleri amacıyla sınanmaları, denenmeleridir!
Onlar Allah’ın kendi merhametinin eseri olarak kullarının gözleri önüne sermek istediği bu gerçek olayları göremediler, uyanamadılar. Yalnız bir bolluk ve iyilikle karşılaştıklarında, bunu kendilerinin en normal hakları olarak görmekteydiler! Başlarına bir kötülük veya kıtlık çullanınca da bunu Hz. Musa’nın ve O’nunla birlikte olanların uğursuzluğuna yorarlardı.
“Onlar bir iyilikle karşılaşınca: “Bu kendimizden kaynaklanıyor” derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar.”
İnsanın fıtratı Allah’a imandan saptığında yüce Allah’ın bu evrende işleyen yüce elini göremez. Eşyayı ve olayları yaratan ilâhi kaderi farkedemez. İşte bu esnada fıtrat evrenin pratikte uygulanan değişmez yasalarını kavrayamaz ve onları algılayamaz. Dolayısıyla olayları birbirinden ayrı ve kopuk bir biçimde açıklamaya, yorumlamaya kalkar. Aralarında hiçbir bağ, hiçbir kural, hiçbir ilişki bulunmadığını iddia eder. Birbirinden ayrı, eğri-büğrü yollara dalarak saçma yaklaşımlarda bulunur. Hiçbir kurala bağlı kalmaz. Ve hiçbir düzene uygun biçimde bir bütünlüğe ulaşamaz. Bu durumda o insan ürünlerin ve gelirlerin azalması halinde “Bilimsel Sosyalizm Kuramı”nın teorisyenlerinden olan Kruchev (Kruşcef)’in “Tabiat bizimle çatışıyor!” görüşüne paralel düşer! Bu sözde “bilimsellik” yolunun temsilcileri gibi bu tür olayları o şekilde yorumlar, Allah’ın kaderini reddeder… Bunların arasında “Allah’ın Gaybı”nı ve “Allah’ın Kaderini” reddettiği, Allah’a imanın ilkelerini kabule yanaşmadığı halde, “Müslüman” olduklarını ileri sürenler de vardır!
İşte Firavun ve hanedanı olayları bu şekilde değerlendiriyorlardı: Elde ettikleri güzel şeyler kendi güzel paylarındandı! Ve onlar bunu haketmişlerdi. Onların başlarına gelen kötü şeyler ise, Hz. Musa’nın ve O’nunla beraber olanların uğursuzluklarından, onların başlarının altından çıkıyordu!
Ayeti kerimenin metninde geçen “tetayyür” kavramı kök olarak Arap dilinde cahiliye devrinde yaşayan insanların putperestliklerinden. Allah’a ortak koşmalarından, Allah’ın yasalarını ve kaderini kavramaktan uzak oluşlarından dolayı başvurdukları gayb perdesini aralamanın bir yöntemiydi! Cahiliye döneminde herhangi bir iş yapmak isteyen biri bir kuşun yuvası yanına gelir ve onu ürkütürdü. Eğer kuş sağ tarafa uçarsa buna “nasih” adını verir ve onu bir müjde olarak kabul eder yapmak istediği işe girişirdi. Eğer kuş sol tarafından uçacak olursa, buna da “barih” adını verir, onu uğursuz kabul eder ve yapmak istediği işten vazgeçerdi. İslâm bu saçma düşünceyi iptal etti. Onun yerine “bilimsel” “evet gerçekten bilimsel” düşünceyi koydu. İşleri Allah’ın evrende işleyen değişmez yasalarına havale etti. Ve her defasında bu yasalarda gerçekleşen ve bu yasalarda işlerlik kazandıran Allàh’ın kaderine havale etti. İşleri “bilimsel”, ilkelerin temeline dayandırdı. Meseleyi insanın niyetinin, eyleminin, hareketinin ve çalışmasının tamamen hesaba katıldığı ve bunların hepsinin özgür ilâhi irade ve kuşatıcı, etkin ilâhi takdir çerçevesinde en sağlıklı yere oturtulduğu bilimsel anlayışı getirdi:
“Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah’ın tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor.”
Onların başına gelen şeylerîn hepsinin kaynağı birdir! Hepsi de Allah’ın emriyle gerçekleşmektedir. İşte bu kaynağın takdiri ile imtihan için başlarına iyilik gelmektedir… Başlarına gelen kötülük de sınanmaları içindir: “Sizi bir sınav olarak hem iyilik hem de kötülükle deneriz.” Dönüşünüz bizedir.” Onların başlarına gelen felâketler de ceza içindir. Fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. Nitekim bazı çevreler bugün de “Bilimsel Akılcılık” adıyla “Allah’ın Gaybı”nı ve “Kader”ini reddetmektedirler! Kendileriyle çatışan tabiatı “Bilimsel Sosyalizm” diye adlandıranların durumu da aynıdır! Bunların hepsi de cahildir… Ve onların hepsi de bilmiyorlar!
Firavun hanedanı kendi zorbalığını sürdürüyor. Günahkâr oldukları halde onur meselesi yapıyorlar. Sınanmaları, denenmeleri onların direnmelerini ve inatlarını daha da arttırıyor:
“Musa’ya “Bizi büyülemek üzere ne mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız” dediler.”
Bu hatırlatmakla tedavi edilmesi, delillerle, belgelerle bertaraf edilmesi mümkün olmayan bir karşı koyuştur. Bu bakmayı ve düşünmeyi istememektir. Çünkü adam delile bakmadan yalanlamakta, ısrar edeceğini ilân etmektedir. Böylece delilin, belgenin yolunu kesmektedir! Bu psikolojik bir rahatsızlıktır. Zorbalar hak kendilerine galip gelince, apaçık karşılarına konunca, delil kendilerini etkisiz hale getirince. Bunun yanında ihtirasları, menfaatleri, mülkleri ve saltanatları… Bütünü ile karşı tarafta yer alınca, hakkın, belgenin ve delilin yanında yer almayınca bu hastalığa yakalanır!
İşte tam bu sırada büyük kuvvet güçlü yöntemleriyle olaya el koyar: “Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik.”
Uyarmak ve sınamak için… ayrı ayrı birer mucize olarak… anlamı açık, uygun adımlarla ilerleyen, biri diğerinin arkasından uygun adımlarla gelen, sonrakisi öncekisini destekleyen, doğrulayan mucizeler…
Burada Kur’an’ın akışı herbiri ayrı ayrı ve teker teker kendilerine gönderilen bu farkla mucizeleri hep birlikte vermektedir. Onlar başlarına bu musibetlerden biri geldikçe, baskıya uğradıkça Hz. Musa’ya koşuyorlar. Kendilerini kurtarması için Rabbine dua etmesini taleb ediyorlar. Kendilerini bu musibetten kurtardığında İsrailoğulları’nı kendisiyle birlikte salıvereceklerine söz veriyorlar. Başlarından bu musibet yani karşı koyamadıkları ceza kaldırılınca:
“Azab başlarına çökünce: ‘Ey Musa, sana verdiği peygamberlik payesine dayanarak bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsan andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz dediler.”
Fakat her defasında sözlerine bağlı kalmıyorlar, sonra tekrar tekrar azabın kaldırıldığı dönemin öncesine dönüyorlar. Allah’ın kendileri için belirlediği zaman gelinceye kadar Allah’ın takdirine bağlı olarak bu şekilde yaşıyorlar:
“Fakat o azabı günün birinde dolduracakları belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar-savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler.”
Kur’an’ın akışı mucizelerin hepsini birarada veriyor, Sanki hepsi birden başlarına musallat edilmiş gibi sanki onlar sadece bir kere verdikleri sözü bozmuşlar gibi. Çünkü bütün deneyimlerin hepsi aynı olmuştur. Hepsinin sonucu da bir olmuştur. Bu yöntem Kur’an-ı Kerim’in kıssaları sunuşunda kullandığı bir metoddur. Bu metoda göre, Kur’an birbirine benzer girişleri birleştirir, aynı şekilde birbirine benzer sonuçları da birarada verir… Böyle yapar, çünkü kapalı ve paslanmış bir kalp değişik deneyimleri sanki bir masalmış gibi algılar, onlardan hiçbir şekilde yararlanmaz ve onlardan hiçbir ibret almaz…
Fakat bu mucizelerin hepsi nasıl meydana gelmiştir? Bu konuda Kur’an’ın ayetlerinden başka bir kaynak yok elimizde. Aynı şekilde Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen sağlıklı hadislerde de bu konuda hiçbir açıklamaya rastlayamadık, Biz Fî Zılâl-il Kur’an’da izlediğimiz metoda bağlı olarak bu tür konularda Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin sınırlarında duruyoruz. Zira bu tür konularda Kitap ve Sahih sünnet dışında bize doğru bilgi verecek bir kaynak yoktur. Bu metodu izlememizin nedeni israiliyata (yahudi kültürü) ve aslı olmayan görüşlere ve rivayetlere dalmamaktır. Ne yazık ki, bu yahudi kültürü bütün klasik tefsirlerin hepsine girmiştir. Öyle ki, hiçbir tefsir bu kültürden yakasını kurtaramamıştır. İmam İbn-i Cerir Taberi’nin tefsiri, büyük değer taşımasına rağmen, aynı şekilde İbn-i Kesir’in tefsiri de üstün değerine rağmen bu tehlikeli eğilimden kurtulamamışlardır.
Bu ayetlerin tefsiri konusunda gerek İbn-i Abbas’tan, gerek Said b. Cübeyr’den, gerek Katade’den, gerekse İbn-i İshak’tan birçok rivayetler aktarılmıştır. Ebu Ca’fer Taberi, tarihinde ve tefsirinde bunlara yer vermiştir. İşte onlardan birisi:
“İbn-i Humeyd, Ya’kup Kumi, Ca’fer b. Muğire, Said b. Cübeyr kanalıyla gelen bir rivayette deniyor ki: Hz. Musa, Firavun’a geldiğinde ona: “İsrailoğulları’nı benimle birlikte serbest bırak” dedi. Firavun bu teklifini reddetti, Yüce Allah onlara tufanı yani yağmuru gönderdi: “Rabbine dua et de üzerimizden şu yağmuru kaldırsın. Biz de sana iman edelim. Ve İsrailoğulları’nı seninle birlikte serbest bırakalım” dediler. Musa Rabbine dua etti. Fakat onlar inanmadılar. İsrailoğulları’nı da onunla birlikte salmadılar. Bunun üzerine o sene İsrailoğulları’nda daha önceki senelerde hiç rastlanmayan bir bereket oldu. Ekin(eri meyveleri ve meraları son derece verimli oldu. Bunun üzerine onlar: “İşte bizim arzu ettiğimiz buydu” dediler. Yüce Allah bu sefer onların üzerine çekirge sürülerini gönderdi. Onları, ekinlerinin üzerine saldı. Çekirgenin izlerini ekinlerde görünce bunun hiçbir ekini bırakmayacağını anladılar. Musa’ya gidip; “Ey Musa Rabbine dua et, bu çekirge sürülerini ortadan kaldırsın. Biz de sana iman eder, İsrailoğulları’nı seninle birlikte serbest bırakırız”… dediler. Musa Rabbine dua etti ve Allah çekirge sürüsü belâsını başlarından savdı. Onlar ise, ne iman ettiler ne de İsrailoğulları’nı onunla birlikte serbest bıraktılar. Ekinlerini topladılar ve evlerde stok ettiler. “Artık ekinlerimizi garantiye aldık!” dediler.
Bu sefer de Allah üzerlerine zararlı böcek salgını yolladı. Bu tahılların kendilerinden üreyen güvelerdi. Öyle ki, onlardan biri, on carib (tulum) buğdayı değirmene götürür ancak üç kafiz (bin kafiz yaklaşık 19 kg’dır) un geri getirirdi. (Cerib ve Kafiz tahıl ölçüleridir. Bir cerib, dört kafize denktir.) Yine Musa’ya geldiler ve “Ey Musa Rabbine dua et bu güve salgınını kaldırsın o zaman iman edecek ve İsrailoğulları’nı seninle birlikte serbest bırakacağız!” dediler. Musa Rabbine dua etti. Allah da bu musibeti kaldırdı. Fakat yine de İsrailoğulları’nı onunla birlikte serbest bırakmadılar. Bir ara o Firavun’un yanında otururken bir kurbağa sesi duymaya başladı. Firavun’a, “Sen ve kavmin bundan ne anlıyorsunuz?” dedi. “Mühim bir şey değildir herhalde” karşılığını verdi. Akşam oluncaya kadar kurbağalar o kadar çoğaldı ki, oturan adamın çenesine kadar yükselmeye başladılar. Adam konuşmaya başlayınca, kurbağalar onun ağzına sıçramaya başladılar. Musa’ya dediler ki, “Rabbine dua et de bu kurbağalar belâsından bizi kurtarsın. Biz de sana iman edelim ve İsrailoğulları’nı seninle birlikte serbest bırakalım.” Allah onları bu belâdan kurtardı. Fakat onlar iman etmediler. Allah da onlara kan gönderdi. Nehirlerden, kuyulardan aldıkları suları, kaplarında sakladıkları suları içmek istediklerinde onun taptaze bir kan olduğunu görürlerdi. Önce Firavun’a koştular. Şikayetlerini ilettiler. Kan başımıza bir belâ olarak indi. İçecek su bulamıyoruz” dediler. Firavun “Musa sizi büyülemiş!” dedi. Nasıl bizi büyülemiş olabilir? Kaplarımıza doldurduğumuz suların ağzını açtığımızda onların taptaze kana dönüştüklerini görüyoruz’ dediler. Bu sefer Musa’ya gittiler. “Ey Musa, Rabbine dua et de bu kan musibetini başımızdan kaldırsın. Biz de sana iman edelim ve İsrailoğulları’nı seninle birlikte serbest bırakalım!” dediler. Hz. Musa Rabbine dua etti ve Allah bu musibeti üzerlerinden kaldırdı. Fakat onlar yine de iman etmediler ve İsrailoğulları’nı O’nunla birlikte serbest bırakmadılar.”
Allah bu olayların hangisinin nasıl meydana geldiğini daha iyi bilmektedir. Bu mucizelerin gerçekleşmesindeki farklılık onların tabiatını (yapısını, etkisini) değiştirmez. Yüce Allah bu mucizeleri belli bir zaman diliminde, belli bir toplumu sınamak amacıyla kendi yüce takdirine bağlı olarak göndermiştir. Kendi mesajını yalanlayanları, belki dönüş yaparlar diye sıkıntılarla, zorluklarla uyarmak istemiştir.
Firavun’un milleti putperest olmalarına, cahiliye dinine bağlı olmalarına, Allah’ın dininden sapmaları nedeniyle Firavun’un boyunduruğu altına düşmelerine itaat ettirilmelerine rağmen gelip Hz. Musa’ya -selâm üzerine olsun- sığınıyor. Kendisine yönelik Allah’ın vaadine dayanarak Rabbine dua etmesini ve bu belayı başlarından savmasını rica ediyorlar… Fakat bundan sonra egemen olan güçler ve otoriteler döneklik yapıyor ve imana yönelmiyorlar… Çünkü bu güç ve otoritelerin dayanağı Firavun’un insanlara ilahlığına dayanıyor. Allah’ın insanlara ilâhlık yapmasından ürküyorlar. Çünkü Allah’ın insanlara ilâhlık yapması Allah’ın hakimiyetine değil de Firavun’un hakimiyetine dayanan devlet düzeninin yıkılması demekti… Modern cahili sisteme gelince yüce Allah onların ekinlerine belâlar, afetler gönderir, fakat onlar asla Allah’a dönmek istemezler! Ekin sahipleri olan çiftçiler yüce Allah’ın bu afetlerdeki yüce elini algıladıklarında (hissettiklerinde) Allah’a yönelip bu belayı başlarından savmasını dilediklerinde yalancı “bilimsellik” taraftarları onlara derler ki, “Bu yöneliş `gaybiliğin’ saçma yaklaşımlarından biridir.” Sonra onları bu yönelişlerinden dolayı yadırgar ve onlarla alay ederler! Onları putperestlik kâfirliğinden daha katı ve çirkin bir kâfirliğe geri çevirmeye çalışırlar! Halbuki çiftçilerin hissettikleri bu duygular tehlike ve zor anlarında kâfir ruhlarda bile ortaya çıkan doğuştan gelen fıtri bilinçtir!
Sonra bu gelişmelerin Allah’ın yasalarına göre gerçekleşen, Allah’ın kendi mesajını yalan sayanları, önce sıkıntılar ve bolluklarla denedikten sonra cezalandırmasını açıklayan sonuç geliyor ve olay gerçekleşiyor. Yüce Allah, Firavun’u ve kurmaylarını eninde sonunda varıp dayanacakları belli zamana kadar erteledikten ve onlara bir süre tanıdıktan sonra cezalandırıyor. Sabreden ezilenlere (mustazaflara) verdiği sözü gerçekleşiyor. Azgınların ve zorbaların dönemi kapandıktan sonra onlar sahneye çıkıyor:
“Sonunda onlardan öç aldık, ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk. O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları’nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun’un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yakıp yok ettik.”
Kur’an’ın anlatım üslubu, burada boğulma olayını kısa geçiyor. Diğer surelerde değişik yerlerde geçtiği gibi, bu esnada meydana gelen olayların detayına inmiyor. Çünkü burada hava gergindir. Uzun süre mühlet verdikten sonra kesin bir şekilde cezalandırma atmosferine benzemektedir. Dolayısıyla detaylara inmeye gerek yoktur. Zira burada ani ve kesin bir yakalayış insanın ruhu üzerinde daha etkili ve duygularını daha fazla harekete geçirici olur:
“Sonunda onlardan öç aldık, kendilerini denizde boğduk.
Bir tek darbe indirilmiştir. Bir de bakmışsın ki onlar yok oluvermişlerdir. Üstünlük taslamalarının, büyüklenmelerinin ve kendilerini güçlü görmelerinin tam uygun bir cezası olarak derinliklere, çukurlara gömülmüşlerdir!
“Ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için.”
Ayeti kerime ayetleri yalanlama ve onlardan gafil olma ile bu takdir edilen son arasında bir bağ kuruyor. Olayların rastgele meydana gelmediğini gafillerin sandıkları gibi dolu dizgin gelip-geçmediğini belirtiyor!
Bu gergin havada Kur’an’ın anlatım tarzı hemen bir aşama daha ileri gidiyor. Bu aşama ezilmişlerin (mustazaf) halife tayin edilmeleri aşamasıdır. Yani İsrailoğulları’nın halifeliği Mısır’da gerçekleşmedi. Firavun ve ailesinin memleketinde kurulmadı. Onların halifeliği ancak Filistin’de gerçekleşti. Firavun’un boğulmasından, onlarca sene sonra Hz. Musa’nın vefatından, başka bir surede belirtildiği gibi, kırk yıl çölde dolaştıktan sonra gerçekleşmişti. Çünkü bu dönemde onların adaleti gerçekleştirmeye en yakın oldukları dönemdi. Bu sırada daha yoldan sapmadıkları için zillet ve tartaklanma süreci de başlamamıştı. Ne var ki, Kur’an’nı üslubu zamanı ve olayları katlamakta ve hemen halifelik dönemini sunmaya geçmektedir. Böylece sahnenin karşılıklı olan iki aşaması arasında bir uyum sağlamaktadır: “O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık.”
“İsrailoğulları’nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun’un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik.” (Yani inşa ettikleri binaları. Burada onların ektikleri bahçelerde kastedilmiş olabilir. Bu kavram genellikle üzüm ağaçlarını asmayar şeklinde dikmek için kullanılır.)
Biz insanlar geçici (fani) ve zamanla sınırlı olduklarımız için “önce” ve “sonra” kavramlarını kullanıyoruz. Zira biz olayların zamanını belirlerken, olayın bizimle temasa geçiş vaktini ve bizim olayı algılayış zamanımızı esas alıyoruz. Onun için yeryüzünde ezilmiş olanların halife tayin edilmesi, boğulma olayından daha sonra meydana gelmiştir, diyoruz. Bu bizim insan olarak algılamamızdır. Özgür varlık ve özgür bilgi sahibi Allah’a göre ise ne “önce” vardır ne de “sonra.” Bütün aşamalar aynı şekilde O’nun önündedir. Apaçıktır, hiçbir zaman ve hiçbir yer ona gölge düşüremez… En güzel anlatım şekli Allah’ındır… Size ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir.
Böylece hem yok oluş ve ölüm sahnesi, hem de halife tayini ve uygarlık sahnesi kapanıyor. Bir de bakıyoruz ki, zorba ve diktatör Firavun ve milleti boğuluyor. Bir de bakıyorsun ki, onların hayat için işlediği sanatlar, direklere ve sütunlara dayalı olarak inşa ettikleri, muhteşem mimari eserler, yetiştirmiş oldukları asmalar ve meyveler… Evet bunların hepsi birden, bir göz açıp kapatıncaya veya birkaç kısa söz söyleyinceye kadar yerle bir ediliyor!
Bu, yüce Allah’ın Mekke’de şirkten ve müşrikler tarafından dışlanan mümin azınlık için verdiği bir misaldir. Ayrıca Firavun ve baskısından zulüm gören müslüman topluluklara bir ufuk açmaktadır. Firavun döneminde yeryüzünde ezilen insanların karşılaştıkları baskıyı dile getiriyor. Sabrettiklerinden Allah’ın, yeryüzünün bereketlerle donatılan topraklarının doğusunu ve batısını kendilerinin hizmetine verdiğini ve böylece bu sefer nasıl hareket edeceklerini sınadığını gözler önüne sermektedir!
KÂFİRLERLE SAVAŞ
Şimdi ele alacağımız ders, Musa peygamberin kıssasından, başka bir kesit sunuyor. Hz. Musa’nın kendi kavmi olan İsrailoğulları ile beraberliğini yansıtıyor. Yüce Allah’ın onları düşmanlarından kurtarıp Firavun ve ileri gelen taraftarlarını boğduktan, onların yaptıklarını ve kurduklarını yokettikten sonra,
Musa’nın onlarla beraber geçen hayatını aydınlatıyor. Şimdi artık Hz. Musa, Firavun’un ve onun ileri gelen kabinesinin zorbalığına karşı koymuyor. Zalimlerle savaş sona ermiştir artık. Fakat şimdi O daha şiddetli, daha acımasız ve daha uzun vadeli bir savaşla karşı karşıyadır. O, şimdi “insanın nefsi” ile mücadele ediyor. Cahiliyenin insanın bu nefsi üzerinde bıraktığı kalıntılarla mücadele ediyor. İsrailoğulları’nın karakterini bozan onu bir taraftan kaypaklık, bir taraftan katılıkla, bir taraftan korkaklıkla, bir taraftan da görevleri yüklenme konusundaki zaaf ile dolduran tüm bu duygulara karşı ürkek bir tavır göstermeye iten zilletin tortuları ile uğraşıyor. Uzun bir süre zillete mahkûm olmak ve zulme boyun eğmek, baskı ve korku altında yaşamak, tehlikelerden ve işkencelerden kurtulmak için gizlenmek ve kaypak bir tavır takınmak, sürekli bir endişe ve her an beklenen bir felâket kaygısıyla karanlıklarda hareket etmek kadar, insanın karakterini bozan şey yoktur
İsrailoğulları uzun bir süre bu azabın içinde yaşadılar. Baskı içinde ve Firavun’un putperest düzeni altında hayatlarını sürdürdüler. O’na bu hayatı yaşarken, Firavun onların erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını sağ bırakıyordu. Bu barbarca ve çirkince baskı dönemi sona erdiğinde onlar birden zillet, horlanmışlık ve dışlanmışlık hayatından kurtulamadılar.
Bu nedenle nefisleri bozuldu, karakterleri değişti, fıtratları kaypaklaştı, düşünceleri yozlaştı, yürekleri bir taraftan korku ve zillet ile, diğer taraftan kin ve katılıkla dolup taştı. Uzun zaman baskı ve zulme uğrayan insanın nefsinde bu iki yönlü tahribat her zaman karşılaşılabilecek bir insanî olgudur.
Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- Allah’ın nuruyla bakıyordu. Bu nedenle insan nefsinin kompleksini ve karakterini bütün gerçekleriyle görebiliyordu. Vilayetlere tayin ettiği valilerine insanlar hakkında şu tavsiyelerde bulunuyordu: “Onları dövmeyiniz, yoksa onları zillete düşürürsünüz.” Çünkü Hz. Ömer insanları dövmenin, onları zillete düşüreceğini biliyordu. Gönlünde yerleşen islâm ise, islâm hükümetinde ve Allah’ın egemenliği altında insanların zillete düşürülmesini istemiyordu. Allah’ın egemenliğinde insanlar onurlu idiler. Zaten onurlu olmaları da gerekiyordu. İdareciler onları döverek zillete düşürmemeliydi. Çünkü insanlar, idarecilerin köleleri değillerdi. Onlar ancak Allah’ın kullarıydı. Allah’ın dışındaki varlıklara karşı onurlu idiler.
Firavun’un diktasında İsrailoğulları baskıya uğramış ve sonunda zillete düşürülmüşlerdi. Hatta en rahat zamanlarda bile İsrailoğulları’nın uğradığı zulümlerin en basiti, dayak yemekti. Aynı şekilde Mısırlılar da zulme uğramış, onlar da zillete düşmüş ve Firavun onları sindirmişti. Mısırlılar Firavun’un dikta rejimi dönemlerinde baskı altında tutulmuş, Roma despotluğu dönemlerinde de dikta ile idare edilmişlerdi. Onları bu zilletten ancak islâm kurtarabilmiştir. İslâm onlara özgürlük getirmiş, onları kullara kulluktan kurtararak, yalnız insanların Rabbına kul etmiştir. Mısır’ın fatihi ve valisi olan Amr b. As’ın oğlu, Mısırlılar’dan bir Kıptı’nın oğlunu dövdüğünde, belki de halâ Roma despotluğunun kırbaçlarının izlerini sırtında taşıyan Kıpti, oğlunun Mısır’ın fatihi ve mülk amirinin oğlundan bir tek kamçı yemesine öfkelenmiş devesinin sırtında bir aylık bir yolculuğa çıkarak, müslüman halife Ömer b. Hattab’a oğlunun haksız yere yediği bir tek kamçıyı şikayet etmeye gitmiştir! Halbuki aynı adam birkaç sene önce Roma devrinde senelerce bu kamçılar altında ezilmiş ve bunlara katlanmıştır. İşte bu islâmi dirilişin, Mısırlı Kıptiler’in vicdanlarında ve her yerdeki vicdanlarda, hatta islâmı kabul etmemiş bulunan insanların vicdanlarında dahi meydana getirdiği diriliş mucizesiydi. İşte bu diriliş mucizesi insanların ruhlarını binlerce seneden beri akıp gelen zilletin tortularından kurtarmıştır. İslâmın ruhlarına bahşettiği onur ile kendilerini silkelemiştir. Hiç kuşkusuz islâmdan başkası insanlara böyle bir ruh veremezdi.
Kıssanın bu halkasında, Musa peygamberin İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarıp denizi geçtikten sonra, İsrailoğulları’nın Firavun’un diktası nedeniyle ruhlarına işleyen zilletin tortularıyla uğraşırken giriştiği vicdanları ıslah çalışmalarına ışık tutulmaktadır. Biz Kur’an’ın bu kıssaları sayesinde bu vicdanların özgürlüğe, zilletin bütün kalıntılarıyla reaksiyon gösterdiğini, cahiliyenin tüm tortularıyla peygamberliğe karşı direndiğini, uzun zamandan beri kendisinde yer eden cahillikleri, yıkılmışlıkları, kaypaklıkları ve sapkınlıklarıyla Hz. Musa’ya karşı durduklarını göreceğiz.
Hz. Musa’nın bu geniş çaplı çalışmasıyla ne kadar yorulduğunu, İsrailoğulları’nın uzun süre içinde debelenip durdukları çirkeften kurtulmayı istemez hale geldiklerini, bu zillet ve çirkefi başka alternatif bulunmayan normal bir hayat gibi değerlendirmeye başladıklarını göreceğiz!
Biz Hz. Musa’nın karşılaştığı zorluklar aracılığıyla, her dava adamının karşılaşacağı zorlukları görebiliyoruz… Uzun bir süre bir dikta rejiminin baskısı altında, zillet hayatı yaşayan vicdanlarla karşı karşıya kalan dava adamının… Özellikle eğer bu vicdanlar dava adamını kendilerini seslendirdiği inanç sistemini tanıyıp, aradan geçen uzun zaman nedeniyle şekil değiştirmişse, canlılığını ve diriliğini yitirmiş, ruhsuz bir kalıba dönüşmüşse, dava adamını bu durumda bekleyen zorluklar daha fazladır!
Bu gibi durumlarda dava adamının gayret ve çabası, kat kat daha artmalıdır. Bu nedenle aynı şekilde sabrının da kat kat olması gereklidir. Dava adamı hem kaypaklıklara ve sapıklıklara karşı sabredecek, hem de karakterlerin vurdumduymazlığına, kof ideallere karşı direnecektir. Her aşamadan sonra bu vicdanlarda ansızın karşılaşılan dönekliklere ve ilk patlağı veren, cahiliyeye yönelme arzusuna karşı sabretmesi gerekecektir.
Herhalde İsrailoğulları’nın kıssasına bu kadar detaylı olarak yer verilmesinin ve olayın yer yer tekrar edilmesinin hikmetlerinden biri de budur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kıssadan amaç, islâm ümmetine bu deneyimi detaylı olarak göstermektir. Bu kıssada, her nesilden gelen ve kendisini Allah’ın davasına adamış insanlara, manevi bir ilham kaynağı bulunduğunu söyleyebiliriz.