SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 163. VE 167. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
163- Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü cumartesi yasağına uydukları gün onlara akın akın balık geliyordu, fakat cumartesi yasağını çiğnedikleri gün onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için, biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk.
164- Hani o kasabalılardan bir grup “Allah’a yokedeceği ya da ağır bir azaba çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz ” dedi de öğüt verenler “Rabbinize karşı haklı bir mazeretimiz olsun ve ola ki kötülükten sakınırlar” dediler.
165- Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındıranları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları yüzünden ağır bir azaba uğrattık.
166- Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince kendilerine “birer aşağılık maymun olunuz ” dedik.
167- Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbi çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.
Burada Kur’an-ı Kerim’in anlatım tarzı; İsrailoğulları’nın geçmişini anlatma yöntemini bırakıyor. Medine’de Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun karşı koyan, yahudi tortularına yönelen bir’ üsluba geçiyor. Surenin buradan 171. ayetine kadar ki bölümü Medine’de inmiştir ki, orada bulunan yahudilere karşı koysun. Mekke’de indirilen bu surenin şurasına ilave edilmiştir ki İsrailoğulları’nın peygamberleri olan Musa ile beraber geçen kıssasını tamamlasın.
Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yahudilerin kendi atalarının tarihinde bildikleri bu olayı, onlara sormasını istiyor. Onlar birbirine bağlı nesiller olduklarından yüce Allah, onları bu tarihleriyle muhatap tutuyor. onların çok eskiden işledikleri günahlarını hatırlatıyor. Onlardan bir kesimin daha dünyada iken hayvan şekline büründüklerini, bütün bir millet olarak sonsuz bir zillete ve Allah’ın gazabına uğradıklarını sözkonusu ediyor… Onlardan yalnız ümmi peygambere uyanların bu cezanın dışında tutulduğunu, bu kesimin üzerinden ağır yüklerin ve zincirlerin kaldırıldığını ifade ediyor.
Kur’an-ı Kerim deniz sahilindeki kasabanın adını vermiyor. Çünkü oranın neresi olduğunu, muhatap olanlar biliyor! Olayın kendisine gelince bu, kahramanları deniz sahilindeki bir şehirde ikamet eden İsrailoğulları’ndan bir cemaattir. Daha önceleri İsrailoğulları, ibadet için tatil günü kabul edecekleri, dünya işleri ile uğraşmayıp, kendilerini ibadete verecekleri bir istirahat günü belirlemesini istemişlerdi. İstek üzerine kendilerine cumartesi günü tayin edilmişti… Bundan sonra yüce Allah onları eğitmek, kışkırtıcı, ayartıcı arzu ve isteklerin baskılarına karşı iradelerini nasıl güçlendireceklerini, bu aldatıcı arzu ve istekleri ile verdikleri söz çatıştığında nasıl harekete geçeceklerini hatırlatmak amacıyla denemiştir. Böyle bir deneme içinde yaşadıkları uzun zillet süreci boyunca şahsiyetleri ve karakterleri bozulan İsrailoğulları için bir sınama lâzımdı. Zillet ve kölelikten sonra onur ve sebata hazırlanmaları için her şeyden önce iradenin özgür olması gerekiyordu. Ayrıca böyle bir sınama, Allah’ın mesajını yüklenen ve yeryüzünde emanetine ehliyet kazanan herkes için zorunludur. İradenin denenmesi ve nefsi ayartmanın üstesinden gelinmesi daha önce Hz. Adem ve Havva’nın geçirildiği ilk sınav olmuştur. Onlar bu sınavda direnememiş, ölümsüzlük ağacı ve eskimeyen mülk şeklindeki şeytanın aldatmasına yenik düşmüşlerdi. Sonra bu sınav, yüce Allah’ın yeryüzünde hilafet görevine izin vermesinden önce bütün cemaatlerin kendisinden geçirilmesi gereken bir sınav olarak önemini korumaktaydı. Sınama şekli değişebilir yalnız sınamanın içeriği değişmezdi!
İsrailoğulları’ndan bir grup, bu sefer de Allah’ın kendilerine zorunlu kıldığı sınava daha önceki sebeplerden; fasıklık ve sapıklık yüzünden direnemedi. Cumartesi günleri deniz kıyısında balıklar onların gözleri önünde kaynaşıyorlardı. Rahat tutulabilecek, kolay avlanabilecek biçimde geziyorlardı. Kendi kendilerine yükledikleri Cumartesi yasağı yüzünden bu balıkları kaçırıyor ve onlara dokunmuyorlardı! Cumartesi günü geçtiğinde, normal avlanma günleri geldiğinde ise, balıkları, avlamanın yasak olduğu gün gibi çok yakın ve apaçık göremiyorlardı!.. İşte bu, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine hatırlatması emredilen şeydi. Peygamberin o zaman ne yaptıklarını, ne ile karşılaştıklarını onlara hatırlatması isteniyordu:
-Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü Cumartesi yasağına uydukları gün, onlara akın akın balık geliyordu, fakat Cumartesi yasağını çiğnedikleri gün onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk.
Peki bu nasıl gerçekleşti? Balıklar onlarla bu şekilde yüzyüze geliyor ve onları bu şekilde peşlerinde dolaştırıyor, onlarla oyun oynuyorlardı?.. Bu, Allah’ın dilediğinde gerçekleşen, olağanüstü bir olaydır. İşin gerçeğini kavramayanlar, Allah’ın iradesinin “Tabiat kanunları” adını verdikleri yasaların dışına çıkmasını kabul etmiyorlar! İslâm düşüncesinde ve realitede mesele hiç de öyle değildir.. Çünkü bu evreni yaratan Allah’tır. Bu evrenin bağımlı kalacağı kanunları özgür iradesiyle ortaya koyan da O’dur. Fakat Allah’ın iradesi bu yasalara bağımlı değildir. Allah’ın iradesi, doğa kanunları dışında hiçbir şeye gücü yetmeyen bir irade değildir. Daha önce özgür olduğu gibi bu kanunlardan sonra da özgürlüğü devam etmektedir. İşte, bu, bu olguyu bilmeyenlerin yenilgiye düştüğü bir noktadır… Eğer yüce Allah’ın lâyık olan kullarına rahmeti ve hikmeti bu kanunların değişmemesini gerektirmişse bu demek değildir ki, Allah’ın iradesi bu kanunlarla sınırlıdır, onların içine hapsedilmiştir. Her ne zaman hikmet gereği bu değişmez kanunlara aykırı işlerden biri gelecekse, özgür olan Allah’ın iradesi, bu işi özgür bir şekilde gerçekleştirir. Sonra bu değişmez kanunların her seferinde harekete geçirilişi, bu sefere mahsus Allah’ın özel kaderi ile meydana gelir. Bu değişmez kanunlar da Allah’ın kaderinin hiçbir etkisi yokmuş gibi otomatik olarak hareket etmez. Bununla beraber yüce Allah, bir başkasını uygulamaya koymadığı müddetçe bu evrensel yasalar değişmeden devam eder. İster değişmez yasaların işleyişinde olsun, ister diğerlerinin işleyişinde olsun meydana gelen her şey ancak yüce Allah’ın takdiri ile gerçekleşmektedir. Yüce Allah’ın kaderinde değişmez yasalar ile olağanüstü olaylar birdir. Bilmeyenlerin sandığı gibi evrenin düzeninde otomatikman işleyen tek bir olay yoktur. Şimdi onlar son asrın ikinci çeyreğinde bu realiteyi kavramaya başlamışlardır. (Daha geniş bilgi için En’am suresinin 156. ayetinin tefsirine bkz.)
Her neyse bu olay gerçekleşmişti. İsrailoğulları’ndan deniz sahilindeki kasaba halkının başına böyle bir olay gelmişti. O sırada onlardan bir kesimin arzu ve istekleri bu aldatıcı olay karşısında harekete geçmiş, azimleri kırılmış, Rabblerine verdikleri söz ve yaptıkları antlaşmayı unutmuşlar, Cumartesi günü avlanmak için yahudilerin kendi metodlarına uygun bir biçimde hilelere başvurmaya başlamışlardır! İnsanın kalbi kaypaklaşıp, takvası azaldığında; sırf hükümleri kalıbına uydurulmak ve hükümlerden kaçıp anlamlarından kurtulmak istendiğinde hileler o kadar çoğalır ki, değme gitsin! Bu durumda kanunu, hükümler koruyamadığı gibi, silâhlı güçler de koruyamaz. Kanunu koruyacak olan, ancak Allah korkusu ve heybetinin içinde yer ettiği takva dolu kalplerdir. Ancak bu kalpler kanunu korur ve muhafaza eder. İnsanların hilelerine maruz kalan bir kanunu korumak mümkün değildir! Bir kanun maddi güçlerle ve polis kuvvetleri ile korunamaz. Devlet ne kadar diktacı bir rejime dayansa da herkesi kontrol edecek, kanunları uygulamasını ve korumasını sağlayacak bir bekçi koyamaz. İnsanların kalplerinde Allah korkusu ve O’nun gizli-açık gözetlemesi olmadan kanunları korumak imkân dışıdır.
İşte Allah’tan korkan kalplerin bekçiliğine dayanmayan düzenler ve sistemler, bu yüzden başarısızlığa uğramaktadırlar. Allah’ın otoritesine yer vermeyen teoriler ve görüşler bu sebepten iflâs etmektedir. İşte devletin kanunları koruması ve uygulaması için ileri sürdüğü beşeri mekanizmaların başarısız olmasının nedeni budur. Olayları yüzeysel olarak izleyen ve kontrol eden emniyet mekanizması bu nedenle aciz düşmektedir!
Aynen bunun gibi deniz sahilindeki kasabanın ahalisinden bir kesim, avlanmaları yasak olan Cumartesi gününde avlanmanın bir yolunu bulmuşlardı. Rivayete göre, onlar bu plânları gereği olarak Cumartesi günü balıkların önüne setler çekiyor ve onların çıkış noktalarını kapatıyorlardı. Pazar günü olunca erkenden onları toplamaya gidiyorlardı. Ve onlar buna rağmen, Cumartesi günü avlanmadıklarını söylüyorlardı. Çünkü Cumartesi günü balıklar setlerin berisinde kalıyor ve avlanmıyorlardı!
İsrailoğulları’ndan bir kesim de onların böylece Allah’ı kandırmaya kalkıştıklarını görüyor ve bu oyunlara başvuran isyancı kesimi uyarmaya çalışıyordu. Onların bu yaptıkları oyunları reddediyorlardı!
Üçünçü grup ise, iyiliği emretmeye ve kötülüğü önlemeye çalışanlara şöyle diyordu: Allah onları helâk edip cezalandırdıktan sonra sizin bu uyarılarınızın ne yararı olacaktır? Zaten onlar vazgeçmeyeceklerdir?
“Hani o kasabalılardan bir grup “Allah’ın yok edeceği ya da ağır bir azaba çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz” dedi.”
Onlar Allah’ın haram kıldıklarını çiğnemekle Allah’ın ağır cezasına çarptırıldıktan sonra, onlara öğüt vermenin hiçbir yararı yoktur. Bu öğüt onların tavırlarını da değiştirmeyecektir!
Öğüt verenler “Rabbinize karşı haklı bir mazeretimiz olsun ve ola ki kötülükten sakınırlar” dediler.
Bu bizim yaptığımız Allah’ın yapmamızı istediği bir görevdir. İyiliği emretmek, kötülüğü engellemek, Allah’ın haram kıldıklarını işlemekten caydırmak görevi. Biz böylece mazeretimizi Allah’a iletmiş oluruz ve yüce Allah da görevimizi yaptığımızı açıkça görmüş olur. Ayrıca bu isyankâr kalplere öğüdün fayda vermesi ve orada takva bilincini harekete geçirmesi de mümkündür.
Böylece kasaba halkı, üç gruba veya üç ümmete ayrılıyor. İslâmi terminolojide ümmet, belirli bir inanç sistemine boyun eğen, belirli bir düşünce sistemine gönül veren ve bir tek komuta merkezinden idare edilen insan topluluğudur. Yoksa klâsik ya da modern cahiliye terminolojisinde olduğu gibi, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde yerleşen ve bir devlet tarafından idare edilen insan topluluğu demek değildir. İslâm böyle bir ümmet anlayışını tanımaz. Böyle bir anlayış ancak klasik veya modern cahiliyenin bir kavramı olabilir! ( “Ümmet” kavramı, “Medyen suyunun başına geldiğinde insanlardan bir grubun hayvanlarını suladığını gördü.” (Kasas, 2,3) ayetindeki gibi insanlardan herhangi bir grup anlamına gelir. Bazan da liderlik ve önderlik anlamına gelir. Nitekim ayeti kerimede: “İbrahim Allah’a itaat eden, O’nu birleyen bir ümmet (her iyiliği kendinde toplayan bir önder) idi.” (Nahl, 120) Ayet, burada O’nun tek başına belirli bir grup olduğunu içermektedir. Fakat bu ümmet kavramının islâmi literatürdeki anlamına etki etmez. islâmi ümmet, belirli inanç sistemi ve belirli düşüncesi olan insan topluluğu demektir.”)
“Ümmet” kavramı, “Medyen suyunun başına geldiğinde insanlardan bir grubun hayvanlarını suladığını gördü.” (Kasas, 2,3) ayetindeki gibi insanlardan herhangi bir grup anlamına gelir. Bazan da liderlik ve önderlik anlamına gelir. Nitekim ayeti kerimede: “İbrahim Allah’a itaat eden, O’nu birleyen bir ümmet (her iyiliği kendinde toplayan bir önder) idi.” (Nahl, 120) Ayet, burada O’nun tek başına belirli bir grup olduğunu içermektedir. Fakat bu ümmet kavramının islâmi literatürdeki anlamına etki etmez. İslâmi ümmet, belirli inanç sistemi ve belirli düşüncesi olan insan topluluğu demektir.”
Böylece bu kasabanın halkı, bu dar anlamda üç ümmete ayrılmış oldu. Bu ümmetlerden biri isyankâr ve düzenbaz bir ümmetti. Bir ümmet de karşı koyuşu, yönlendirmesi ve öğütleri ile isyankârlığa ve düzenbazlığa karşı aktif bir tavır takınmıştı. Bir ümmet de kötüleri kötülüklerle başbaşa bırakmış, pasif bir tavır yolunu seçmiş, kötülüğe karşı aktif bir eyleme girişmemişti. Bunlar birbirinden ayrı düşünce ve hareket metotlarıdır. Ve bu düşünce ve hareket ayrılığı onları üç ayrı ümmet haline getirmiştir.
Ne nasihat, ne öğüt fayda vermeyip şaşkınlar azgınlıklarını sürdürünce Allah’ın hükmü onlara hak oldu ve sakındırdığı şey gerçekleşti. Buna bağlı olarak kötülüğü engellemeye çalışan ümmet felâketten kurtuldu. İsyankâr olan ümmeti, ilerde açıklanacağı gibi ağır ceza yakalayıverdi. Üçüncü gruba veya ümmete gelince, ayeti kerime buna ilişkin hiçbir haber vermiyor. Belki de bu, cezaya çarptırılmasalar da onlara önem verilmediği için böyledir. Çünkü onlar aktif anlamda bir karşı koymaya yanaşmamışlar. Yalnız pasif anlamda reddetme sınırları ile yetinmişlerdir. Dolayısıyla cezaya çarptırılmasalar da ciddiye alınmamayı hakettiler:
-Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındırılanları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları yüzünden ağır bir azaba uğrattık.
-Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince kendilerine “Birer aşağılık maymun olunuz” dedik.
Çetin yani ağır ceza, hilelere başvuran isyankâr grubu günaha alabildiğine daldığından yakalayıvermişti. Kur’an-ı Kerim, bu tür günahları küfür olarak kabul eder. Bazan bunu zulüm, bazan da fasıklıkla ifade eder. Nitekim genel olarak Kur’an-ı Kerim’in ifade tarzı şirk ve küfrü; fasıklık ve zalimlik şeklinde dile getirmektedir. Kur’an’ın bu kavramlara yüklediği anlam, sonraları gelişen fıkhi kavramların anlamlarından farklıdır. Yani Kur’an’ın bu kavramlarla ifade etmek istediği şey ile sonraları gelişen fıkhi kavramların ifade ettiği şey aynı değildir. İsyankâr ümmete verilen bu ağır ceza, onların insan şeklinden çıkarılıp maymunlar şekline dönüştürülmesiydi. Onlar bu önemli özelliklerini, arzu ve isteklere egemen olan iradelerini kaybettikleri de insanlıklarından kendileri vazgeçmiş, “insani” özelliklerinden soyunmaları ile “hayvanlar” alemine doğru geriye gitmişlerdi. Bu geriye dönüş ve alçalış, hayvanlarınkine benzer bir hayatı kendileri istediklerinden dolayı olmuştur ve böylece hayvanlaştırılmışlardır! Peki onlar nasıl maymun oldular? Maymun olduktan sonraki durumları ne oldu? Türü dışına çıkan her şekil değiştiren varlık gibi, nesilleri tükendi mi? Yoksa soyları maymun olarak mı devam etti? Buna benzer birçok soruya ilişkin pek çok tefsir rivayetleri vardır… Yalnız bunların hepsi için Kur’an-ı Kerim’de ayrıntılı bilgiye rastlanmaz. Peygamberimizden de -salât ve selâm üzerine olsun bu konuda hiçbir rivayet gelmiş değildir. Öyleyse buna ilişkin spekülasyona dalmamız gereksizdir.
Döndürme ve değişmenin kendisiyle meydana geldiği gibi başta yaratma ve oluşturmanın da kendisiyle meydana geldiği Allah’ın sözü; yani, “OI” sözü burada da gerçekleşmiştir.
“Kendilerine “Birer aşağılık maymun olunuz” dedik.
Onlar da bayağı maymunlar oldular. Yüce Allah’ın yaratmaya ilişkin “Ol” emri nasıl meydana gelmişse, hiç kimse tarafından asla karşı konulmayan Allah’ın hükmü nasıl yürürlüğe girmişse, bu olay da öyle olmuştur.
Ardı arkası gelmeyen günahlardan bir süre sonra onların bu tutumları tüm yahudilerin sonsuza dek lânetlenmelerine yolaçtı. İlahi iradenin onlar hakkındaki asla karşı konulmayı engellenemeyen fermanı çıktı. Pek tabii olarak onların, Ümmi Peygamber’e iman edenleri ve onun izinde gidenleri bu hükmün dışında tutulmuştu:
-Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbi çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.
Bu çıktığı andan itibaren gerçekleşen ve sonsuza kadar geçerli olan bir izindir. Buna bağlı olarak yüce Allah, çeşitli zaman dilimlerinde yahudileri en fena şekilde cezalandıracak kimseler göndermiştir. Onlar ne zaman toparlanmış, palazlanmış, yeryüzünde azgınlığa ve isyankârlığa kalkmışlarsa, yüce Allah, bu zalim, bedbaht, dönek ve isyankâr yahudilere ağır bir darbe indirecek kullarından bir grubu göndermiştir. Çünkü bunlar, bir günahtan ancak başka bir günaha girmek için vazgeçerler. Bir sapıklıktan ancak diğer bir sapıklığa saplanmak amacıyla dönüş yapabilirler.
Bazan bu lânetin durakladığı, yahudilerin üstünlük kazandıkları ve yükseldikleri gözlemlenebilir! Ne var ki, tarihin gelip-geçici devrelerinden başka bir şey değildir bu. Gelecek devrede Allah’ın, bunların başına kimi musallat edeceğini ve kıyamete kadar onların başlarına nelerin geleceğini kimse bilemez.
Yüce Allah kıyamete kadar sürecek olan bu emrini ilân etmiştir. Nitekim yüce Allah, Kur’an’ında Peygamberine de bunu haber vermiştir. Yüce Allah bu emrini, kendisinin rahmet ve azaba ilişkin sıfatlarını bildirmekle noktalıyor:
“Hiç kuşkusuz Rabbin çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.”
Yüce Allah, süratli cezalandırma sıfatıyla çarptırılmayı hakedenleri anında yakalayıverir. Nitekim deniz sahilindeki kasaba halkını da bu şekilde yakalayıvermişti. Yine aynı şekilde rahmeti ve bağışlaması ile İsrailoğulları’ndan iyilik yapanların ellerindeki Tevrat ve İncil’de yazılı bulunan sıfatların üzerinde gördükleri Ümmi Peygamber’e bağlananların tevbelerini kabul eder. Allah’ın cezası kin ve intikam duygusuna dayanmaz. Allah’ın cezası hak edenlere verilen en adil cezadır. Bunun ötesinde bağışlama ve rahmet vardır.
Kıssanın seyri tarihin seyrine paralel olarak ilerliyor: Musa’dan ve onun takipçilerinden başlayıp İsrailoğulları’nın birbirinin ardınca gelen resullerini izleyerek peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ve Medine’deki islâm toplumunun karşısında yer alan yahudilere kadar varıyor.