sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 187. VE 188. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 187. VE 188. AYETLER
04.11.2020
846
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

187-Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi rabbimin tekelindedir. Vakti gelince, onu gerçekleştirip açığa çıkaracak olan O’dur. Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar. De ki; onun bilgisi Allah’ın tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. “

188- “De ki; ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim, daha çok iyilik elde ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim.”

Ahiret inancı ve ahiret gününde hesaba çekilme, cezalandırılma Arap Yarımadası’nda yaşayan Araplar için sürprizdi. Halbuki bu inanç, hem müşriklerin atası Hz. İbrahim’in -selâm üzerine olsun- dininde hem de onurlu babaları İsmail’in dininde köklü bir inançtı. Ne var ki, bu inancın üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Onlar uzun bir süre bu inançtan uzak yaşamışlardı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in dini olan islâmın ilkeleri ile araları açılmıştı. Bu nedenle ahiret inancı tamamen düşüncelerinden silinmişti. Dolayısıyla onu gerçekten hayret edilecek bir inanç olarak algılıyorlar ve düşüncelerinden çok uzakta görüyorlardı. Müşrikler, bu inanca ve ölümden sonraki hayattan, dirilişten, toplanmaktan, hesaba çekilmekten ve cezalandırılmaktan söz ettiği için Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- şaşıyorlardı. Nitekim başka bir surede Kur-an-ı Kerim bu noktaya açıklık getirmiştir: “Kâfirler (birbirlerine) dediler ki: Siz tamamen dağılıp parçalandıktan sonra, mutlaka yeni bir yaradılış içinde olacağınızı size haber veren bir adam size gösterelim mi? Allah’a yalan mı uydurdu, yoksa kendisine delilik mi var? Hayır, ahirete inanmayanlar hem azap, hem de derin sapıklık içindedirler.” (Sebe Suresi: 7-8)

Yüce Allah biliyordu ki, herhangi bir ümmetin insanlığa önderlik yapması ve onun üzerine şahit olması -ki islâm ümmetinin de görevi budur- apaçık bir ahiret inancı olmadan ve bu inanç, bu ümmetin vicdanında köklü bir biçimde yer etmeden gerçekleşemez. Hayatın, bu kısa zaman diliminden kısacık dünya hayatından ve küçücük yeryüzünün sınırlarından öteye geçmediğini düşünen bir ümmetin, bu sıfatları taşıyan ve bu görevi üstlenecek olan bir ümmeti meydana getirmesi mümkün değildir!

Ahiret inancı, düşüncenin derinlik kazanması, insanın iç dünyasının genişlemesi ve hayatın geniş bir boyut kazanmasıdır. Bu inanç, insanın kendisini bekleyen görevi üstlenmeye elverişli bir nitelik kazanması için, bizzat iç aleminin oluşması için de zorunludur. Aynı şekilde nefsin basit arzularını kısa görüşlü ihtiraslarını kontrol altına almak için de ahiret inancı zaruridir. Basit sonuçların umutsuzluğa neden olmamaları, büyük fedakârlıkların insanı yolundan alıkoymamaları, hayır yolunu müjdeleme, hayır yolunda çalışma ve hayra rehberlik etme açılarından yoluna devam etmesi,’kısa vadeli sonuçlara ve acı fedakârlıklara rağmen, hareketin alanını genişletmesi için de ahiret inancı şarttır. Ayrıca bu büyük görevi üstlenmek için de bu sıfatlar ve duygular zaruridir.

Ahiret inancı, `insanın içinde yer alan düşünce ve görüş enginliği ile dar görüşlülük ve `hayvan’ın idrakinde yer alan duyguların alanında hapsolma arasında bir yol ayrımıdır! Hayvanların kavrayışları gibi değerlendirme, insanlığın liderliği için dosdoğru halifelik çizgisinde Allah’ın emanetini yerine getirmeye yetmez.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı Allah tarafından gönderilen bütün dinlerde ahiret inancı üzerinde önemle durulmuştur. İlâhi dinlerin sonuncusu olan islâm dininde ise ahiret inancı, genişliği, derinliği ve aydınlığı ile en ideal şekline kavuşmuştur… Öyle ki, müslüman ümmetin duygularında ahiret hayatı bizzat içinde yaşadıkları dünya hayatından daha köklü, daha açık ve daha engin bir şekilde yer almıştır. İşte bu özelliğiyle islâm ümmeti, beşeriyeti kumanda etme konumuna gelmiş ve insanlık tarihi tarafından en güzel biçimde bellenen ve tarihde eşine rastlanmayan kumanda mevkiine ulaşmıştır.

Biz burada A’raf suresinin bu bölümünde müşriklerin ahiret inancını nasıl bir şaşkınlık ve tepkiyle karşıladıklarını gösteren bir manzara önündeyiz. Onların bu halleri alaycı, inkârcı ve vurdumduymaz bir ifade tarzı ile kıyamet hakkında soru sormalarından anlaşılmaktadır:

“Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye?”

Hiç kuşkusuz kıyamet yalnız Allah’ın bildiği ve kendi yaratıklarından hiçbirine bilgisini vermediği gayb konularından biridir. Fakat buna rağmen onlar, Peygamberimize kıyameti soruyorlar. Bu, ya deneme ve sınama sorusudur, ya da garipsenen, tuhaf karşılanan bir meseleye ilişkin bir sorudur! Yahut da hafife alan, küçümseyen bir sorudur! “Ne zaman gelip çatacak diye?”, yani kesinleşecek ve gelip çatacak vakit ne zamandır?

Halbuki Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de bir insandı. Gaybı bildiğini iddia etmiyordu. Gaybı sahibine havale etmek, gaybı bilme işinin ilâhlığın özelliklerinden biri olduğunu, kendisinin bir insan olduğunu, insan olması dışında, başka bir iddiası olmadığını, bu sınırları aşmadığını, kendisine öğretenin Allah olduğunu ve istediği şeyi kendisine vahiy ile bildirdiğini onlara öğretmekle emredilmişti:

“De ki; onun bilgisi Rabbimin tekelindedir. Ondan başka kimse onun vaktini bilemez.”

Kıyametin zamanını bilen yalnızca yüce Allah’tır. Kıyamet gelmeden önce onu kimseye bildirmez. Ve Allah’tan başkası bu zamanı açıklayamaz.

Ayeti Kerime onların, bu şekilde kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin sorularından vazgeçip, onun tabiatına ve gerçekliğine yönelmelerini, dehşetini ve büyüklüğünü hissetmeye çalışmalarını istemektedir. Dikkat edin, kıyamet günü gerçekten büyük bir olaydır! Dikkat edin, o günün yükü çok ağırdır! Dikkat edin, kıyametin ağırlığını, gökler ve yerler taşıyamaz! Bütün bunların yanında kıyamet ansızın gelip çatar. Kendisinden habersiz olanları birden yakalayıverir:

“Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay, başınıza ansızın gelecektir.”

Şu halde, insan tüm gücünü kıyamet gelmeden önce ona hazırlanmak ve önlem almak için harcamalıdır. Çünkü gelip çattıktan sonra sakınmanın bir yararı olmaz. Daha vakit varken, ömür vefa ederken, eğer gereken önlem alınmamışsa, ona göre bir hazırlık yapılmamışsa, gelip çattıktan sonra dikkatli olmanın, ihtiyatlı hareket etmenin hiçbir faydasından sözedilemez. Sonra hiç kimse O’nun ne zaman geleceğini bilemez. Öyleyse bu andan tezi yok harekete geçmeli, çok çalışmalı, bundan böyle bir ânı bile boşa harcamamalıdır. Çünkü ölüm bundan sonraki saniyede ansızın gelip çatabilir!

Sonra Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- kıyamet hakkında soru soran bu insanların hallerini hayretle dile getiriyor. Onlar peygamberliğin tabiatını, peygamberin gerçek mahiyetini, ilâhlık gerçeğini ve peygamberin yüce Rabbine karşı takındığı edebini gerektiği biçimde kavrayamıyorlar:

“Sanki sen bunu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar!”

Yani sanki sen sürekli bu konuları araştıran ve soran bir meraklısın gibi! Onun zamanını açıklamakla yükümlüymüşsün gibi sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar! Halbuki Allah’ın Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bilgisinin yalnız Allah’a mahsus olduğunu bildiği konularda Rabbine soru sormaz:

“De ki; onun bilgisi Allah’ın tekelindedir.”

Kıyametin bilgisi yalnız Allah’a aittir. Ve onu yaratıklarından hiç kimseye bildirmemiştir.

“Fakat insanların çoğu, bu gerçeği bilmezler.”

Böyle olan, yalnız kıyamet meselesi değildir. Gayb konularının tamamı böyledir. İşte bu gaybın bilgisi yalnız Allah’a mahsustur. Dilediği kimseyi dilediği kadarıyla, dilediği zamanda bu gaybdan haberdar ettiğinde, başkası onu bilemez. İşte bu nedenle insanlar kendileri için, ne bir fayda ne de bir zarar verebilirler. Onlar bazan kendileri için fayda getirir umudu ile bir iş yaparlar, fakat işin sonunda büsbütün zararlı da çıkabilirler. Aynı şekilde zararı önlemek için bir iş yaparlar, fakat işin kendilerine görünmeyen sonu onları zarara doğru çeker! Zaman olur hoşlanmadıkları bir iş yaparlar, fakat bir de bakarlar ki, sonunda yararlı çıkmışlardı: “Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir, buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir… (Bakara Suresi: 216)

Nitekim şair diyor ki;

Dikkat edin, kim bana gideceğim yeri gitmeden gösterebilir? Kim gösterebilecek ki, gidilecek yere ancak gidişten sonra varılabilir? (İbn-i Rumi’nin kasidesinden alınmıştır.)

Şair burada gizli olan gayb karşısında insanlığın konumunu tesbit etmektedir. İnsan ne kadar bilirse bilsin, ne kadar öğrenirse öğrensin, onun gayb kapısı karşısındaki konumunu değiştiremez. Gözlerinin önüne geçirilmiş olan gayb perdesini kaldıramaz. Gizli olan gayb alemi karşısında gözü kapalı olan insanın beşeriliği ona sürekli olarak konumunu hatırlatacaktır.

Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kim olduğu, herkes tarafından bilinmesine ve yüce Allah’ın yanında gayb konusunda diğer insanlar gibi bir beşer olduğunu, kendisi için ne faydalı ne de zararlı olmaya gücü yetmediğini tüm insanlara açıklamakla yükümlüdür. Çünkü o, gaybı bilmemektedir. Yolları aşmadan hangi hedeflere varılacağını kestirememektedir. Hareketlerinin sonuçlarını nereye varacağını görememektedir. İşte bu nedenle, hareketlerini sonuçlarına göre tercih etme gücüne sahip değildir. Yani gizli olan akıbetin iyi olduğunu görüp, vazgeçme imkânına sahip değildir. O ancak amel etmekle yükümlüdür. Netice ise, Allah’ın gizli gaybında, Allah’ın takdir ettiği biçimde gelecektir. (Bkz. “En’am Suresinin 59. ayeti”nin tefsiri.)

“De ki; Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim daha çok iyilik elde ederdim ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi.”

Bu ilân ile islâmdaki Tevhid akidesi, bütün özellikleri ile şirkin her çeşidinden ve her türlüsünden kesin bir şekilde soyutlanıyor. Yüce Allah da hiçbir insanın kendisine ortak olmadığı ilâhi özelliklerle ortaya çıkıyor. İsterse bu beşer Allah’ın elçisi, sevgilisi, seçkin kulu Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- olsun farketmez. Gaybın eşiğinde beşerin bütün enerjisi tükeniverir ve beşerin bütün ilimleri durmak zorunda kalır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun İnsan oluşunun beşeriyetin sınırlarında durur. Vazifesi de hudut ile sınırlıdır.

“Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim.”

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- insanların hepsine bir uyarıcı ve müjdecidir. Yalnız onun uyarılarından ve müjdelemelerinden yararlanacak olanlar sadece “müminler”dir. Peygamberin sunduğu hakikati anlayacaklar onlardır. Onur. getirdiklerinin gerisindekileri kavrayabilenler yine onlardır. Bunun da ötesinde, onlar insanlığın yüz akıdırlar. Ayrıca onlar, peygamberin kendileri aracılığıyla bütün insanların şerrinden kurtulduğu kimselerdir.

Muhakkak ki, söz gerçek anlamını ancak kendisine açılan kalpleri, onu kabul edip kendisiyle aydınlanan akıllara kavratabilir. Bu Kur’an’da ancak mümin bir topluluğa hazinelerini açar, sırlarını açıklar, meyvelerini verir. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ashabından bazıları; “Bize Kur’an verilmeden önce iman verilirdi” demişlerdi. İşte onların Kur’an’dan bunca zevk almaları imana bağlı bir durumdur. Ancak bu imanla, onun anlamlarını ve amaçlarını üstün bir şekilde kavrıyorlardı. Bu iman sayesinde çok kısa bir zamanda büyük harikalar meydana getirmişlerdir.

Gerçekten de bu eşsiz nesil, Kur’an’ın tadından, nurundan ve sarsılmaz delilinden öyle bir tad almışlardı ki, bu nesil gibi iman eden bir nesilden başkası asla onun tadına varamaz. Onların ruhlarını imana ileten Kur’an olmuşsa da iman onlara, Kur’an’da imandan başkasının asla açamayacağı ufuklar açınıştır!

Sahabe nesli Kur’an ile beraber ve bu Kur’an için yaşamışlardır. İşte bu nedenle, bu eşsiz nesil bu düzeyde bu çokluğu ve yetkinliğiyle bütün tarih boyunca bir daha gün yüzüne çıkmamıştır. Tarih boyunca bu onurlu ve takdirli neslin ayak izlerini takip ederek yürüyen tek tek bireylerden başka kimse o noktaya ulaşamamıştır! Onlar uzun bir zaman boyunca kendilerini Kur’an’a adamışlardır. Onun yüce kaynağına insan sözlerinden hiçbir saibe karışmamıştır. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sözleri ve uygulaması hariç. Zaten peygamberin sözleri ve yol göstermeleri de yine Kur’an kaynaklıydı. İşte bundan dolayı bu nesil böylece eşsiz bir konuma gelmişti.

O neslin gerçekleştirdiklerini yapmaya çalışanların onların izlediği yolu izlemeleri, uzun bir zaman boyunca bu Kur’an ile beraber ve bu Kur’an için yaşamaları, akıllarına ve kalplerine beşer sözlerini onların olgunlaştıkları gibi olgunlaşmaları için karıştırmamaları ne güzel olacaktır.

TEVHİD VE SAPIKLIK

Daha sonra Tevhid meselesine ilişkin yeni bir fikir gezisine çıkıyoruz. Konunun başında hikâye tarzı kullanılıyor. Böylece insanların Tevhid’ten Şirk’e doğru nasıl adım adım saptıkları tasvir ediliyor. Sanki bu sözkonusu müşrikleri ataları olan Hz. İbrahim’in dininden nasıl saptıklarının hikâyesidir. Konunun sonlarına doğru üslûb değişiyor ve doğrudan onlara hitab ediliyor. Allah’a ortak koştukları ilâhlarına tapmakla ne kadar basitleştikleri yüzlerine vuruluyor. Böylece ilk bakışta basit bir düşünce ve çirkin boş bir iddia olduğu ortaya konmuş oluyor. Bölümün sonunda Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu müşriklere ve onların Allah dışında kendilerine taptıkları bu ilâhlarına meydan okuması, yalnız biricik dostu ve destekçisi Allah’a dayandığını ilân etmesi isteniyor:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.