SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 259. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
259- Ya da bütün yapıları temelleri üzerine yığılmış ıssız bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi? Acaba Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?’ dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürdü ve yüz yıl sonra tekrar diriltti. `Ne kadar süre ölü kaldın’ dedi. Adam `Bir gün, ya da daha az bir süre ölü kaldım’ dedi. Allah `Hayır, yüz yıl süresince ölü kaldın, yiyeceğine ve suyuna bak, hiç bozulmamış. Eşeğine bak. İnsanlara ibret dersi olasın diye seni böyle yaptık. Şu kemiklere bak, onları nasıl birleştirip arkasından üzerlerine et giydiriyoruz.
Adam işin içyüzünü iyice anlayınca :4llah’ın herşeyi yapabileceğini kesinlikle biliyorum’ dedi.
Acaba bu “ıssız kasabaya uğrayan adam” kim? Sözkonusu kişinin uğradığı, bütün binaları temelleri üzerine yığılmış,alt-üst olmuş bu kasaba acaba neresi? Kur’an bu sorulara cevap vermiyor. Eğer Allah dileseydi, bu soruların cevaplarına yer verirdi. Eğer ayetin hikmetinin gerçekleşmesi bu soruların cevaplarına bağlı olsaydı, Kur’an bunlardan mutlaka söz ederdi.
Biz şimdi –Bu kitapta şimdiye kadar hep yapageldiğimiz gibi- şu görüntüler önünde duralım. Etkileyici, belirgin ve duyurucu hatlarla gözlerimizin önünde canlanan bir tablo. Ölüm, çürümüşlük ve yıkıntı tablosu. Bu tablo ilk önce “Bütün yapıları temelleri üzerine çökmüş” tanıtımı aracılığı ile canlılık kazanıyor. Arkasından kasabaya uğrayan adamın, “Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?” şeklindeki sözlerinde dile gelen duyguları bu canlılığı perçinliyor.
Bu sözleri sarfeden kişi aslında Allah’ın varlığına inanan biri. Fakat önünde duran çürümüşlük, yıkıntı tablosu, bu tablonun zihninde bıraktığı iz, kendisini şaşkınlığa sürüklüyor, bu duygunun etkisi ile gördüğü şu çürümüş ve enkazdan ibaret kalmış kalıntıların nasıl yeniden diriltileceğini soruyor. Ancak bir tablo, bu kadar sarsıcı ve derin boyutlu bir imaj verebilir. İşte Kur’an bu şekilde ifade ışınlarını ve imajlarını saçar ve bunlar aracılığı ile gözlerimizin önünde bir tablo canlandırır, bize anlattığı tarihi an, sanki gözlerimizin ve duygularımızın önüne dikilmiş gibi olur. Tekrarlıyoruz:
“Acaba Allah, burayı, ölümünden sonra nasıl diriltecek?”
Bu ölü kalıntıların kalıbına hayat nasıl yürüyecek? Devam ediyoruz:
“Bunun üzerine Allah onu öldürdü ve yüzyıl sonra tekrar diriltti.”
Allah, sözkonusu kişiye bu yeniden diriltme olgusunun nasıl olduğunu sözle anlatmıyor, bunun yerine uygulamalı olarak gösteriyor ona bu işin nasıl olduğunu. Çünkü insanın duyguları ve etkilenimleri kimi zaman o kadar sarsıcı, o kadar derin boyutlu olur ki, bunları ne aklî delil ne vicdanın dolaysız mantığı olan sağduyu ve ne de herkesin gördüğü genel realite tatmin edemez. Tatmin olmaları için mutlaka aracısız, kişisel tecrübe gereklidir. Ancak, bu şahsi tecrübenin sonuçları idrak alanını doldurabilir ve söze hacet bırakmaksızın kalbi tatmin edebilir:
“Ne kadar süre ölü kaldın?’ dedi. Adam `Birgün, ya da daha az bir süre ölü kaldım’ dedi.”
Bu kişi ne kadar ölü kaldığını nereden bilsin. Çünkü zaman algısı, ancak hayatın ve bilincin varlığı halinde oluşabilir. Üstelik insan algısı bu konuda duyarlı bir kriter değildir. Çünkü aldanabilir, yanılabilir. Bunun sonucunda belirli şartların etkisi altında çok uzun bir zaman parçasını kısa olarak görürken yine bazı özel şartların sonucu olarak kısacık bir anı bir yüzyıl kadar uzun sanabilir:
“Hayır, yüzyıl süresince ölü kaldın.”
Bu tecrübenin karakteristik niteliğine, yani somut ve pratiğe dönük bir tecrübe oluşuna bakarak burada “yüzyıl”ın izlerini gösteren somut belirtiler bulunduğunu düşünebiliriz. Bu somut belirtileri adamın yiyeceğinde ve suyunda aramamız yersiz olur. Çünkü bunların çürümedikleri açıkça belirtiliyor:
“Yiyeceğine ve suyuna bak, hiç bozulmamış.”
O halde bu somut belirtiler ya adamın kendisinde ya da eşeğinde beliriyordu:
“Eşeğine bak. İnsanlara ibret dersi olasın diye seni böyle yaptık. Şu kemiklere bak, onları nasıl birleştirip arkasından üzerlerine et giydiriyoruz.”
Kimin kemikleri? Acaba adamın kendi kemikleri mi? Eğer bazı tefsir bilginlerinin dediği gibi etlerinden soyunan kemikler adamın kemikleri olsaydı, bu durum, canlanınca adamın dikkatini çeker, hatta irkilmesine yolaçardı. O zaman da ne kadar zaman ölü kaldığı sorusuna “Bir gün, ya da daha az bir süre ölü kaldım.” diye cevap vermezdi.
Bundan dolayı biz, etleri dökülerek çürüyen kemiklerin, sözkonusu kişinin eşeğinin kemikleri olduğunu daha güçlü bir ihtimal kabul ediyoruz. Sonra bu kemiklerin biraraya getirilerek birbirlerine eklenmeleri, arkasından üzerlerine et giydirilerek canlandırılmaları ve bu olayların hiçbir organı çürümemiş, yiyeceği ve suyu bozulmamış olan adamın gözleri önünde meydana gelmesi Allah’ın gücünün sınırsızlığını kanıtlayan bir mucizedir. Ayrıca sözkonusu varlıkların hepsi aynı yerde bulunduğu, aynı ortam ve hava şartlarının etkisine açık oldukları halde akıbetleri birbirinden farklı oldu. Bu da hiçbir işin zor duruma düşüremeyeceği, bütün kayıt ve şartlardan bağımsız olarak yapacağını yapabilen ilâhi gücün varlığını gösteren bir başka kanıttır. Bu kanıt aynı zamanda o insana, yüce Allah’ın bu kasabanın ölmüş canlılarını nasıl yeniden dirilteceğini kavrama fırsatı vermiştir.
Peki bu harika, bu olağanüstü olaylar zinciri nasıl meydana geldi? Nasıl olacak, bütün diğer olağanüstü olayların meydana gelişi gibi. İlk canlının ortaya çıkışının olağanüstülüğü gibi. Çoğunlukla bu olağanüstü olayın nasıl meydana geldiği bile aklımıza gelmez. Onun nasıl meydana geldiğini de çoğu kez hatırımızdan çıkarırız. İlk canlılığın oluşumunu da bilmiyoruz. Sadece biliyoruz ki, ilk oluşum Allah tarafından ve O’nun istediği biçimde gerçekleşmiştir.
İşte Darwin. En büyük biyoloji uzmanı. Canlılar ve canlılık olayına ilişkin teorisinde en karmaşık canlıdan başlayarak basamak basamak aşağıya iniyor, canlılık süreci boyunca ilkele doğru aşama aşama derinleşiyor. Sonunda canlılığı ilk hücreye indiriyor ve süreci orada durduruyor, bu ilk hücredeki canlılığın kaynağını belirleyemiyor. Fakat insan mantığının kabul etmek zorunda olduğu, fıtrat mantığının benimsemeye can attığı realiteyi de kabul etmiyor. Bu realite şudur. Mutlaka bu ilk hücreye canlılık veren bir güç kaynağı var. Darwin bu gerçeği birtakım sebepler yüzünden kabul etmiyor. Bu sebepler bilimsel değil, kilise ile arasında meydana gelen çatışmadan kaynaklanan tarihi sebeplerdir. İşte bu çatışmanın doğurduğu duygusallık sonucunda diyor ki: “Canlılık olgusunu bir yaratıcıya bağlayarak açıklamak, tamamen mekanik bir sisteme olağanüstü bir unsurun etkisini karıştırmak gibi birşeydir!”
Hangi mekanik sistem? Canlılık olgusu, mekanikliğe en uzak olan olgu. Üstelik sürekli gözler önünde cereyan eden bu olgu, sırları araştırılsın diye, insan mantığı üzerinde yoğun bir baskı uyguluyor.
Nitekim Darwin’in kendisi de insan idrakini ilk hücrenin ardında gizli duran etkeni kabul etmeye refleksif biçimde zorlayan bu fıtrat mantığının baskısından kurtulmak amacı ile herşeyi “ilk sebeb”e indirgiyor. Fakat sözünü ettiği ilk sebebin ne olduğunu söylemiyor. Peki -aslında üzerinde çok şey söylenebilecek olan teorisine göre- ilk başta canlılığı meydana getirebilen ve hücreyi, başka bir yol izleyerek değil de kendisinin izlediğini varsaydığı yol,boyunca ilerletip geliştirebilen bu ilk sebep nedir ki? Bu gerçeklerden kaçmak spekülasyondan ve işi yokuşa sürmekten başka birşey değildir.
Tekrar ayetin anlattığı olağanüstü olaya dönüyor ve soruyoruz: Aynı yerde ve aynı dış şartların etkisi altında bulunan nesnelerden biri çürürken diğerinin çürümemesini ne ile açıklayabiliriz? Aynı şartların ortak etkisine maruz kalan nesnelerin akıbetleri arasındaki bu farklılığı, ne ilk can verme ve ne de tekrar canlandırma harikalarına bağlayarak açıklayamayız.
Bu olguyu açıklayabilecek olan gerçek, ilâhi iradenin kayıtsız-şartsız serbestliği gerçeğidir. İlâhi irade bizim tarafımızdan karşı çıkılmaz, istisna tanımaz, bağlayıcı, zorunlu ve genel olan, kabul edilen kanunlara bağımlı değildir. Eğer biz kendi varsayımlarımızı, kendi akli ve “bilimsel!” bulgularımızı yüce Allah’a empoze etmeye, Allah’ın bunlara -haşa!- bağımlı olduğunu düşünmeye kalkışırsak bu, ilâhi iradeye karşı içine düşebileceğimiz en büyük yanılgı, işleyebileceğimiz en büyük kabahat olur. Bu yanılgıdan daha birçok yanılgılar doğar ki, başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Nasıl olur da bizim tarafımızdan dile getirilmiş, sınırlı araçlarla gerçekleştirilen deney verilerimizin yine sınırlı olan aklımız tarafından yapılan yorumlardan elde edilmiş kanunlar ile mutlak kudret sahibi olan Allah’ı yargılayabilir, O’na ilişkin hükümler verebiliriz?
2- Diyelim ki, bu elde ettiğimiz sonuç, gerçekten evrenin tarafımızdan kavranabilmiş kanunlarından biridir. Peki, bunun nihaî, genel geçerli ve mutlak bir kanun olduğunu, onun arkasında o konuya ilişkin başka bir kanunun olmadığını biz nereden bilebiliriz.
3- Diyelim ki, elde ettiğimiz sonuç, nihaî ve mutlak bir evrensel kanundur. Olabilir, ama mutlak irade, kendisinin ortaya çıkardığı kanunlarla bağımlı değil ki,onlara uymak zorunda değildir ki. O, düşünülebilecek her durumda, her anlamda serbesttir, serbestlikten ibarettir.
Ayetin hikâye ettiği tecrübe işte böylece fonksiyonunu yerine getirerek ilerdeki İslâm davetçilerinin deneyim birikimine ve imana dayalı doğru düşünce birikimine eklenen bir halka oluyor. Bu tecrübe ölümün ve hayatın mahiyetine değinerek bu olguları Allah’a bağlayan, ana fonksiyonu yanında az önce değindiğimiz bir başka gerçeği, yani ilâhi iradenin serbestliği gerçeğini de vurguluyor. Kur’an-ı Kerim, bu gerçeğin insanların vicdanlarına iyice yerleşmesine son derece büyük önem veriyor. Çünkü ancak bu kalpler, görünür sebepleri ve dillerde gezen mantık önermelerinin sınırlarını aşarak doğrudan doğruya Allah’a bağlanırlar. Çünkü Allah neyi isterse onu mutlaka yapar. Nitekim ayetin anlattığı bu tecrübeyi yaşayan o insan da bunu söylüyor:
“Adam işin içyüzünü iyice anlayınca `Allah’ın herşeyi yapabileceğini kesinlikle biliyorum’ dedi.”
ÖLÜ İKEN CANLANAN KUŞLARIN KISSASI
Sonuncu ayet, bu konuya ilişkin üçüncü tecrübeyi peygamberler arasında Kur’an bağlılarına en yakın peygamber olan Hz. İbrahim’in yaşadığı tecrübeyi içerir. Okuyoruz: