sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 109. VE 111. AYETLER ARASI

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 109. VE 111. AYETLER ARASI
07.07.2020
630
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

109- Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek, eğer kendilerine bir mucize gelirse O’na mutlaka inanacaklarını söylediler. De ki; “Mucizeler sırf Allah’ın tekelindedir. ” Hem bilmiyor musunuz ki, eğer o mucize gelse, onlar yine inanmazlar.

110- Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.

111- Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez.

Şu olağanüstü kitabın harikulâde bir tarzda sunduğu varlıklar alemine serpiştirilmiş ilâhî kanıtlarına inanmayan bir kalp… İnsanın içinde ve dış dünyasında yer alan bunca mucizenin, Allah’a koşma, O’na sığınma duygusunu uyandıramadığı bir gönül… Evet böyle bir kalp ters yüz olmuş bir kalptir. Öncelikle onları inanmaktan alıkoyan şey, isteklerine karşılık vermeyi öneren müslümanların aldandığı durum değildir. Mucizenin gösterilmesinden sonra da iman etmeyeceklerdi. Bu kalplerin gerçek özelliğini yüce Allah bilmektedir. O, gerçekleri yalanlayanları azgınlıkları içinde yüzüstü bırakmaktadır. Çünkü O, bu kalplerin yalanlamanın cezasını hak ettiklerini bilmektedir. Yine O, bu kalplerin gerçeği kabul etmeyeceklerini de bilmektedir. Önerdikleri gibi, üzerlerine melekler indirilse bile kabul etmeyeceklerdir. Aynı şekilde -istedikleri gibi- ölüler diriltilip onlarla konuşsalar, bu varlık bütününde yer alan her şey toplanıp karşılarına dikilse, onları inanmaya çağırsa bile… Onlar inanmayacaklardır. -Allah’ın dilemesi hariç- Fakat yüce Allah, inanmalarını dilemiyor. Çünkü onlar, yüce Allah’ın kendilerini doğru yola iletmesi için, Allah uğrunda çaba sarfetmiyorlar. İşte bu, birçok insanın habersiz olduğu kalplerin tabiatlarına ilişkin bir gerçektir.

Sapıklığa dalıp gidenlerin bu duruma düşmelerinin nedeni karşılarına kanıtların, belgelerin çıkmaması değildir kuşkusuz. Onların bu duruma düşmelerinin nedeni kalbin harap olması, fıtratın fonksiyonunu yerine getiremez olması ve vicdanın körelmesidir.

Kuşkusuz hidayeti; ancak O’na yönelenler ve O’nun için çaba sarfedenler hakederler.

  1. CÜZ’ÜN BAŞLANGICI

Şu sekizinci cüz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm -ilk kısmı yedinci cüzde geçen -En’am suresinin geri kalanını kapsamaktadır. İkinci bölüm ise, A’raf suresinin bir kısmını içine almaktadır.

En’am suresinin tanıtımı yedinci cüzde yer almıştı. Okuyucunun yedinci cüzde yer alan tanıtımla bağlantı kurmasını sağlayacağız. A’raf suresin ilişkin açıklamaları da -Allah’ın izniyle- sureyi ele aldığımızda yapacağız.

En’am suresinin geri kalanı da surenin yedinci cüzdeki tanıtımında ayrıntılarıyla açıkladığımız akış metoduna uygun bir şekilde devam etmektedir.

Surenin tanıtımına ilişkin olarak şu paragraflar yer almıştı:

Bu sure, bütünü ile, “ilâhlık gerçeği”ni anlatıyor. Bu gerçeği insanın iç dünyası ve duygu alemi alanında anlattığı gibi, evren ve canlılar aleminde de anlatıyor; onu gayb aleminin algılarımıza kapalı bilinmezliklerinde anlattığı gibi görünen evrenin bilinmezliklerinde de anlatıyor; onu ortadan kaldırılan eski milletlerin, toplu ölüm sahneleri ile yerlerini yeni milletlerin alması realitesinde anlattığı gibi, evrenin, canlı varlıkların ve insanın ilk oluşumuna ilişkin sahnelerde anlatıyor; onu insan hayatını etkileyen ilâhî gücün, ilâhî egemenliğin görünür görünmez belirtilerinde, insanların başına gelmiş ve gelecek olaylarda anlattığı gibi evrenle, olaylarla, nimetlerle ve sıkıntılarla yüzyüze gelen insan fıtratının tablolarında da anlatıyor. Nihayet onu kıyamet gününün ve tüm canlıların Allah’ın huzurunda buluşacağı mahşer toplantısının sahnelerinde anlatıyor.

İşte bu sure, insan kalbini bu engin ufuklarda, bu kuytu derinliklerde böylesine bir gezintiye çıkarıyor. Fakat sure, bu gezinti sırasında gerek daha önce anlattığımız Mekke inişli ayetlerin ve gerekse tüm Kur’an’ın anlatım yöntemine sıkı sıkıya bağlı kalıyor. Yani bir inanç teorisi oluşturmak ya da zihinleri ve kafaları yoran bir teolojik tartışmaya dalmayı amaçlamıyor. Onun amaçladığı şey, insanlara gerçek ilâhlarını tanıtmaktır. Bu tanıtmanın sonunda insanların gerçek ilâhlarına kulluk sunmalarını sağlamayı amaçlıyor; insanların gönüllerine, ruhlarına, emeklerine, çabalarına, hareketlerine, geleneklerine, tapınmalarına ve bütün pratik davranışlarına bu ortaksız otorite önünde, yerde ve gökte bir başkası bulunmayan ilâhî otoritenin önünde boyun eğdirmek istiyor.

Surenin hemen hemen tümü, başından sonuna kadar, bu belirli hedefe yöneliktir. Bu ana hedefin ayrıntılı açıklamalarına göre yüce Allah, tüm varlıkların yaratıcısıdır, bütün canlıları doyurup besleyendir, mülk ve egemenlik O’nun tekelindedir; güç, üstün irade ve otorite O’na aittir; insanların bilgisine kapalı olan bilinmezlikleri ve sırları bilen O’dur; geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştüren O olduğu gibi, kalblere ve bakışlara yön değiştirten de O’dur. O halde kulların hayatında da tek egemen güç O olmalı; O’nun dışında hiç kimse emir vermeye, yasaklamaya, yasa ve hüküm koymaya, bazı şeyleri helal ve bazı şeyleri de haram ilân etmeye yetkili sayılmamalıdır. Bunların hepsi ilâhlığın karakteristik yetkileri arasındadır; bu yüzden insanların hayatında bu yetkileri hiç kimse kullanmamalıdır; yaratamayan, rızık veremeyen, diriltemeyen, yaşatamayan, öldüremeyen, yarar ve zarar dokunduramayan, veremeyen ve verilenin akışını durduramayan, ne kendisi ve ne de başkaları için dünyada ve ahirette hiçbir şey yapamayan kimseler bu imtiyazlara el koymaya kalkışmamalıdırlar.

Surenin akışı içinde bu meseleyi kanıtlayan deliller ile yüzyüze geliriz. Bu deliller o sözünü ettiğimiz “çarpıcı orijinallik” düzeyine ulaşmış, kalbleri her kanaldan ve her gözenekten yoğun bir uyarı bombardımanı altında ablukaya alan tasvir tablolarında, kesitlerde, enstantanelerde ve mesajlarda karşımıza çıkar.

Gerçi bu surenin sürekli olarak gündemde tuttuğu büyük mesele göklerde, yerde, bu ikisinin çevrelerinde ve engin alanlarında beliren ilâhlık-kulluk meselesidir. Fakat bu meseleyi gündeme getirmenin o günün müslüman toplumdaki pratik gerekçesi, bu büyük ve kapsamlı ilkenin o günkü uygulamaya yönelik vesilesi, o zamanki cahiliye otoritesinin kimi hayvan etleri ve yiyecek maddeleri hakkında kullandığı helâl kılma ve yasaklama yetkisidir; bazı odaklara, kurbanlara, meyvelere ve insan yavrularına ilişkin olarak belirlediği tapınma amaçlı kurallardır. Surenin sonlarında yeralan aşağıdaki ayetler işte bu günden belirleyici gerekçeden, bu münasebetten söz ediyor. Okuyoruz:

-Eğer Allah’ın ayetlerine inanıyorsanız, O’nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz.

-Niçin Allah’ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir.

-Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir.

-Allah’ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah’ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz. (En’am 118-121)

-Onlar Allah’a, O’nun yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca “Bu Allah’ın; bu da O’na koştuğumuz ortakların payıdır” dediler. Fakat koştukları ortakların payı Allah’a geçmezken, Allah’ın payı bu ortaklara geçebiliyor. Ne kötü hüküm veriyorlar!

-Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere öz evlâtlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar. Eğer Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak.

-Onlar saçma inançları uyarınca “Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır” dediler. Bazı hayvanları keserken de Allah’ın adını anmazlar, bunu yaparken “Allah’ın emri böyledir” diye O’na iftira ederler. Allah onları yaptıkları bu iftiralardan ötürü cezalandıracaktır.

-Yine onlar “Bu hayvanların karınlarındaki yavrular sadece erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise yasaktır. Eğer hayvanın yavrusu ölü doğarsa her ikisi de ona ortak olur” dediler. Allah bu yakıştırmalarının cezasını verecektir. Hiç kuşkusuz O hikmet sahibidir ve her şeyi bilir.

-Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, aptalca evlâtlarını öldürenler ve Allah’a iftira atarak O’nun verdiği rızıkları kendilerine yasaklayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar kesinlikle sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri yoktur (En’am 136-140)

İşte o günkü müslüman toplumun -ve çevresini kuşatan cahiliye toplumunun hayatında bu hayati meseleye, kanun koyma meselesine somutluk kazandıran aktüel gerekçe bu idi. Bu hayati meselenin arkasında asıl büyük mesele, yani ilâhlık-kulluk meselesi yatıyordu ki, hem bu sure ve hem Kur’an’ın Mekke’de inen bölümü bu meseleyi sürekli biçimde işlediği gibi, Kur’an’ın Medine bölümü de sosyal düzen ve kanun koyma konularını her söz konusu edişinde bu meseleye değinmeden geçmiyordu.

Surenin akışı boyunca cahiliye toplumunun söz konusu hayvanlara, kurbanlara ve adaklara ilişkin tutumuna karşı konurken, yoğun ve coşkun açıklama ve mesaj dalgaları ile yüzyüze geliriz. Cahiliye toplumunun bu alandaki tutumu, kanun koyma yetkisine somutluk kazandıran aktüel bir gerekçe oluşturur. Ayetler bu konuyu tümü ile inanç sistemi meselesine, ilâhlık-kulluk problemine bağlayarak onu iman ya da kâfirlik, İslâm ya da cahiliye ikilemine dönüştürür. Bu yoğun bombardıman kampanyasına az aşağıda, surenin kısa tanıtımı sırasında bazı örnekler vereceğiz. Fakat kampanyanın üstün düzeyli yoğunluğu asıl daha ilerdeki ayetlerin ayrıntılı incelenmesi sırasında tam olarak ortaya çıkacaktır. Bu yoğun bombardıman kampanyası insanın vicdanına, bu dinin karakterine ilişkin şu köklü gerçeği yerleştirmeyi amaçlar: İnsan hayatının küçük-büyük her olayı, her gelişmesi, her ayrıntısı yüce Allah’ın şeriatinde somutlaşan ilâhi egemenliğe dolaysız biçimde boyun eğmelidir. Bunun tersi tümü ile bu dinden çıkmak anlamına gelir. Çünkü, söz konusu ayrıntı vesilesi ile yüce Allah’ın mutlak egemenliğine baş kaldırılmış olur.

Bunun yanısıra bu yoğun kampanya şu gerçeği de kanıtlar: Bu din küçük büyük herhangi bir olaya, herhangi bir gelişmeye ilişkin insan egemenliğini hayat realitesinden silmeye, arındırmaya son derece büyük bir önem verir; bu gelişmelerin ve olayların her birini bu dinin somut ifadesi olan büyük ilkeye bağlar. Bu büyük ilke O’nun yeryüzü üzerindeki ilâhlığını somutlaştıran kayıtsız egemenliğidir. Nasıl ki, O’nun tüm evren üzerinde ilâhlığını, bu evrenin kaderini ortaksız olarak çekip çevirmesi realitesi somut biçimde kanıtlıyorsa…

Yaptığımız alıntılarda işaret edildiği şekliyle surenin akışında ele alınan çevresindeki dahiliyeyle birlikte- müslüman ümmetin hayatında karşılaşılan sorunlar, bu cüzde ele alacağımız surenin geri kalan kısmının da konusunu oluşturmaktadır. Surenin birinci bölümü, ilâhlık ve kulluk sorunlarını evrensel boyutlarıyla ele almakla sürmüştü. Ayetlerin akışı da bu realist münasebetle son bulmuştu. Böylece bu uygunlukla, bu büyük sorun arasında şu doğrudan ve güçlü bağ kurulmuştu:

Kur’an’ın akışı, -bazı yiyecekleri yasaklamak, bazılarını serbest kılmak; meyve, hayvan ve çocuklardan adaklar adamak gibi cahiliye geleneklerini ortadan kaldırmak amacına yönelik- son derece güçlü birtakım etkenler ve yaptırımlar içermektedir. Bunları da birtakım gerçeklere ve kurallara bağlamaktadır. Bunlar İslâm’ın gerçekleri ve dayandığı temel kurallarıdır. Bunların öncesinde ve sonrasında da önemli girişler ve korkunç değerlendirmeler yer almaktadır. Bunlar da, hayatı bütünüyle İslâm’ın gölgesinde yerleştirmeye, yani tek başına Allah’ın egemenliğine vermeye dair bu dinin önem verdiği konuyu işaret etmektedir.

Ayetlerin akışı bu sorunu ele alırken, yüce Allah’ın ciniyle insanıyla tüm kulları kuşatan iradesini, bütün alemlerde olup biten olayların O’nun dilemesi ve gücü ile meydana geldiğini, insan ve cin şeytanlarından oluşan düşmanların peygamberlere yapacakları kötülükleri yapabilmeleri için, yüce Allah’ın onları ağır ağır sonlarına yaklaştırdığını, onlara süre tanıdığını belirtmekle başlıyor. Kuşkusuz yüce Allah dileseydi, onları hidayete zorlardı. Zorlama sonucu sapıklıktan alıkoyardı ya da gerçeği onlara gösterir, kalplerini gerçeğe açardı. Veya peygamberlere ve müminlere işkence etmekten alıkoyar, onlara ilişmemelerini sağlardı. Çünkü onlar, peygamberlere haksızlık yaparken, kötülükleri işlerken, Allah’ın gücünün ve iradesinin sınırlarını aşamazlar. Allah’ın gücünün ve iradesinin dışına çıkma gücünden yoksundur onlar. Onlara serbestlik tanıyan, hidayet veya sapıklık üzere bulunmalarını fırsat veren Allah’ın iradesidir. Her halukârda O’nun kontrolündedirler.

-Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak.

-Ahirete inanmayanların kalbleri bu yaldızlı uydurmalara kansı”, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye.

İnsan ve cin şeytanlarının peygamberlere düşman olmalarının, Allah’ın kaderi uyarınca yürürlükte olan bir kanun olduğu ve bu şeytanların yapa geldikleri tüm kötülüklerle birlikte Allah’ın kontrolünde oldukları belirlendiğinden, peygamberler, Allah’ın dışında herhangi bir hükme başvurmaktan kaçınmışlardır. Aslında her meselede, her işte durum kesinlikle bundan ibarettir. Çünkü şu yiyecekler hakkında Allah’ın dışında bir hüküm mercii belirlemek, herhangi bir konuda Allah’ın dışında mercii belirlemek gibidir

Bu da Allah’ın Rabblığının dışında yeni bir Rabblık ortaya atmaktadır. Peygamberin karşı çıktığı budur işte. Bu açıklamadan sonra, bu kitapla ve bu şeriatla artık Allah’ın sözlerinin tamamlandığı, bundan sonra herhangi birinin bir söz söylemesine, bir insanın hüküm vermesine imkân kalmadığına ilişkin peygambere yönelik bir değerlendirme yer almaktadır. Aynı zamanda Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) Allah’ın dini konusunda insanlara uymaktan sakındırılmaktadır. Çünkü onların çoğu, sadece zanna uymaktadırlar, kesin bir bilgiye sahip değildirler. Onlara uyan sapıtacaktır. Sadece yüce Allah, kullarından sapıtanları ve doğru yolda olanları bilir. Bütün bu açıklamalar, şayet müslüman ve müminseler, üzerine Allah’ın adı anılanı yemeye ilişkin emir ve anılmayanı yememeye ilişkin yasağa bir hazırlık amacıyla yer almaktadır. Bu arada helâl (serbest bırakma) ve harama (yasaklama) ilişkin herhangi bir şeyde, şeytanın dostlarına uymamaları konusunda da bir uyarı yer almaktadır. Aksi takdirde onlar gibi müşrik olacaklardır. Bölüm, küfür ve imanın tabiatına, ayrıca kâfirleri bu tür kötülükleri işlemeye iten etkenlere ilişkin bir açıklamayla son buluyor:

-Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmişken, ben O’nun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur’an’ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma.

-Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi. O’nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir.

-Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna uyacak olursan, bunlar seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların, sanıların peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler.

-Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir.

-Eğer Allah’ın ayetlerine inanıyorsanız, O’nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz.

-Niçin Allah’ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir.

-Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir.

-Allah’ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah’ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz.

-Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürürken yararlàndığı bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir? İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici göründü.

-Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri gelenlerini o kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı günahkârları yaptık. Aslında onlar kendilerine karşı komplo düzenlerler, ama bunun farkında değildirler.

-Onlara bir ayet gelince, “Allah’ın peygamberlerine verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla inanmayız” derler. Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır.

Ardından surenin akışı tekrar sürüyor ve hidayete erenlerin doğru yolda oluşları ile sapıkların sapıtmalarının Allah’ın belirlediği bir kader uyarınca meydana geldiğini, bunların da onlar gibi Allah’ın kontrolünde, O’nun egemenliğinde, iradesi ve takdiri çerçevesinde olduğunu belirtiyor:

-Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü İslâm’a açar. Kimi da saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder.

Bu bölüm, emir ve yasaklamaya, inanç ve düşünceye ilişkin anlatılan şeylerin Allah’ın doğru yolu olduğunu belirterek son buluyor. Böylece, bu emir ve yasaklarla Allah’ın iradesi ve kaderi hakkındaki inanç temellerini birbirine bağlıyor. Her ikisini bir bağ haline getiriyor. Aynı zamanda bunları, dostları ve yardımcıları olan Rabblerinin katındaki esenlik yurduna kavuşmaları için yüce Allah’ın kullarının takip etmesini emrettiği Allah’ın doğru yolu olarak belirtiyor:

-Bu, Rabbinin doğru yoludur. Biz öğüt almaya açık kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık.

-Onlar için, Rabbleri katında, esenlik yurdu vardır. İşledikleri iyi amellerden ötürü O, onların dostudur.

İnancın temel gerçeklerinden, son derece canlı sahnelerden, konum ve etkenlerden ilâhi iradenin, evrensel varlığın ve insan ruhunun gerçeklerine ayrıca insanlık hayatındaki gizli açık nedenlere tutulan ışıklardan, göklerde ve yerde, dünya ve ahirette, insanlık hayatının görünen görünmeyen kısmına egemen Allah’ın otoritesinden kaynaklanan yaptırımlar gibi daha nice gerçekle… Evet, bütün bunlarla Kur’an’ın anlatım metodu, kesilmiş bir hayvanı yeme ya da yememeye ilişkin cahiliye görüntülerinden tek bir tanesine yönelmektedir… Niçin?.. Çünkü bu, bu dinin temel sorunudur. Egemenlik ve egemenliğin kime ait olacağı sorunu… Benzer bir ifadeyle, ilâhlık ve Rabblığın kime ait olacağı sorunu… Böylesine basit gibi görünen bir nedenden ötürü bunca yığınağın, yoğunlaşmanın ve odaklaşmanın yapılması bu yüzdendir.

Bu yığınağın, yoğunlaşmanın ve odaklaşmanın benzeri bir tanımla bu sefer cahiliyede meyvelerden, hayvanlardan ve çocuklardan adanan adaklar sorununun üzerine gidiliyor.

Doğrusu Arap cahiliyesinde Allah’ın inkâr edilmesi sözkonusu değildi. O’nunla aynı düzeyde birtakım tanrıların varlığı da kabul edilmiyordu. Sadece O’nunla beraber ancak makam ve derece bakımından O’ndan daha aşağı düzeydeki “tanrıları” kendilerini Allah’a yaklaştırmaları için aracı edindiklerini söylüyorlardı: İşte şirkleri buradan kaynaklanıyordu. Bu nedenle müşrik olmuşlardı.

Kendi kendilerine uydurdukları ve Allah’ın şeriatı sandıkları yasa ve alışkanlıkları arasında, yüce Allah’a ve sahte tanrılarına meyvelerden ve hayvanlardan adadıkları adaklar da yer alıyordu. Ardından kendi arzularına ya da mabed bekçilerinin ve kâhinlerin arzularına göre birtakım uygulamalarda bulunuyorlardı: “Allah’a ortak koştukları tanrıları için ayırdıkları Allah için verilmez ama, Allah için ayırdıkları ortak koştuklarına verilirdi.”

Bu tür gelenekleri arasında, sahte tanrılar adına çocuklarını adamaları, kabile geleneğine uyarak kız çocuklarını öldürmeleri, hayvan ve ekinlerden kimisinin yenmesini yasaklamaları da yer alıyordu. Haram olduğunu sandıkları bu hayvan ve ekinleri Allah’ın dilediğinden başkası yiyemezdi. Aynı zamanda yüce Allah’ın, haram saydıkları bu hayvan ve ekinleri kimin yemesini istediğini de yine kendileri belirliyordu.

Bazı hayvanlara binilmesini yasaklamaları da bu tür gelenekler arasında yer alıyordu. Bunlara Bahira, Saibe, Vasile ve Hami adını veriyorlardı. (Bunların açıklamaları için Maide Suresi ve sonrasına bakınız. ) Kimi hayvanların kesilmesi esnasında Allah’ın adının anılmasını yasaklamaları da bu tür alışkanlıkları arasında yer alıyordu. Üstelik bunun Allah’ın emri olduğunu sanıyorlardı.

Kendi kendilerine uydurdukları kurallardan biri de hayvanların karnındaki bazı yavruları, kadınların dışında sırf erkeklerin binmesine özgü kılmalarıydı. Şayet yavru ölü doğacak olsaydı kadınları da ortak ederlerdi. Bunu haram, şunu da helâl kılıyorlardı.

Murdar hayvanı helâl saymaları da öyle. “Bunu Allah kesmiştir. Bu hayvan Allah’ın kesmesiyle helâldir” diyorlardı.

Kur’an-ı Kerim, tüm bunları inancın başlıca ilkelerini son derece etkileyici sahne ve gerçekleri içeren açıklayıcı bir hamleyle karşılıyor. Nitekim surenin tamamında şirk ve iman sorunu etrafında aynı etkenlere başvurulmuştu. Çünkü bu da aynı şekilde şirk ve iman sorunudur. Bu, sorunun uygulamalı ve pratik bir görünümüdür.

Bu hamle esnasında, bu problemin dinin problemi olduğu gibi, inancın da esas problemi olduğu açığa kavuşuyor. O halde yasamaları ve bu gelenekleri müşriklere süslü gösteren, onların hayatlarını mahvetmek ve dinlerini karıştırmak için birtakım hükümler koyan sahte tanrılardır. Dinin karışması ile hayatın mahvolması birbirleriyle yakından ilgilidir. İnsanların hayatları için birtakım hükümler koymanın Allah’ın olması dinin son derece açık, hayatın ise sağlıklı olması demektir. İnsanların hayatı için hükümler koyan Allah’dan başkası olunca, din anlaşılmaz karmaşık bir şey, hayat da yok oluş tehditleri altında kalır!

“Böylece Allah’a ortak koştukları sahte tanrılar, müşriklerin çoğuna, onları mahvetmek ve dinlerini karmaşık hale getirmek için, çocuklarını öldürmelerini süslü bir davranış olarak göstermişlerdir.”

Böylece Allah’ın hükmünden ve O’nun dininden dönüp sahte tanrıların hükmüne ve onların dinlerine girmenin gerisinde şeytanların bulunduğu ortaya çıkmış oluyor. Buna göre açıktan açığa insanların düşmanı olan şeytan, müşriklerin hüsrana ve yok olmaya yönelik eylemlerini yönlendirmektedir:

“Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin. Şeytana ayak uydurmayın. O size açıktan açığa düşmandır.”

Aynı zamanda -Allah’ın hükmü olmaksızın- serbest bırakma (helâl sayma) ve yasaklamanın (haram sayma) Allah’a ortak koşmayla eş anlamlı olduğu gerçeği de açıklığa kavuşuyor. Bu durumda tıpkı onun gibi şirktir. Bu tutumlardan herhangi birini Allah’ın üstün iradesine bağlamaya gelince; bu, her çağda müşriklerin başvurduğu bir yöntemdir. Kuşkusuz Allah’ın iradesi, insanlara sınanabilecekleri oranda serbestlik vermeyi öngörmüştür. Bu nedenle tüm şekilleriyle şirke karşı bir zorlama söz konusu değildir. Bu sadece bir sınamadır. Ve onlar hiçbir durumda Allah’ın kontrolünün dışına çıkamazlar!

-Müşrikler diyecekler ki; “Eğer Allah dileseydi, ne biz ve atalarımız O’na ortak koşar ve ne de bir şeyi yasaklardık.” Onlardan öncekiler de bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar. Onlara de ki; “Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının ve yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz.”

-De ki; “Yetkin delil, Allah’ın tekelindedir. Eğer O dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” (En’am Suresi: 148-149)

Ardından haram saydıkları (yasakladıkları) şeyin, Allah tarafından haram kılındığına ilişkin kanıt getirme sahnesiyle karşılaşıyoruz. Bu olay bize surenin başlangıcında ilâhlık konusunda şahit tutma sahnesini hatırlatmaktadır. Bu da gösteriyor ki, gerçekte tek bir problem söz konusudur. Çünkü birtakım kurallar koyma girişimi, aslında ilahlığın özelliklerini iddia etmekle eş anlamlıdır. İşte burada ele alınan sorun bu sorundur!

-Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, aptalca evlâtlarını öldürenler ve Allah’a iftira atarak O’nun verdiği rızıkları kendilerine yasaklayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar kesinlikle sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri yoktur. (En’am Suresi: 140)

Ayette kullanılan “denk tutuyorlar” kelimesinin, surenin başlangıcında ilâhlık sorunu ele alınırken de kullanıldığını hatırlıyoruz. Surenin tanıtımında buna değinmiştik.

Sonunda bu hamle, ürünler, hayvanlar ve çocuklara ilişkin hükümler koyma ve gelenekler belirleme sorunu etrafında yüce Allah’ın belirlediği hükmün, O’nun doğru yolu olduğunun açıklanmasıyla bitiyor. Daha önce kesilen hayvanların haramlığı ve helâlliği konusu ele alınırken başvurulan ifadenin aynısı… Tıpkı, surenin tanıtımında da değindiğimiz, surenin başlarında ele alınan ilâhlık sorununda kullanılan ifade… “İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi Allah’ın yolundan ayrı düşürecek yollara girişmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor.”

Surenin akışı birtakım işaretler edindiğimiz bu konularla sona ermiyor. Aynı yolunu takip ederek “Herşey ayrıntılı biçimde açıklansın, doğru yol kılavuzu ve rahmet olsun… Ola ki; Rabblerinin huzuruna çıkacaklarına inanırlar” diye Musa’nın kavmine gelen kitaptan, müslümanların ona uyması, kendilerine merhamet eder ümidiyle Allah’dan sakınması için Allah tarafından indirilen şu kutsal kitaptan söz ediyor. Müslümanlara bu kitabın indirilmiş olmasının bir nedeni de, yahudi ve hristiyanlara indirilen kitapların daha önce indiğini bahane ederek, “Kendilerine her şeyi ayrıntılarıyla açıklayan, Allah’ın koyduğu gerçek hükümlerle yalan yere Allah’ın hükmü olarak ileri sürülen kuralları bilmelerini sağlayan bir kitap kendilerine gelmedi” diye mazeret ileri sürmelerini önlemektir.

Bunu, Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiği kitaba uymayıp, asılsız olarak Allah`a dayandırdıkları cahiliye kanunlarına uymaya devam eden ve peygamberi doğrulamak, ona uymak için istedikleri mucizelerin gerçeğin net olarak ortaya çıktığı, ardından yok olup mahvolmanın geldiği günde gerçekleşeceğinin belirtilmesi ile tehdit edilmektedirler: “Onlar kendilerine meleklerin gelmesini mi, yoksa Rabbinin bazı mucizelerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinïn bazı mucizeleri geldiği gün, daha önce iman etmemiş, ya da imanı doğrultusunda bir hayır kazanmamış olan kimseye o günkü imanı bir fayda sağlamaz. Onlara de ki, `Bekleyin bakalım, biz de bekliyoruz.”

Ardından Hz. Peygamber’in (Allah’ın selâmı üzerine olsun) getirdiği din ve müslüman ümmet ile, Allah’ın şeriatına dayanmaksızın birtakım şeyleri haram kılan (yasaklayan), birtakım şeyleri de helâl kılan (serbest bırakan) birtakım hükümler koyup da bunların Allah’ın şeriatı olduğunu sananlar arasındaki ayrılığa değiniliyor!

“Dinlerinin öngördüğü inanç ve ümmet birliğini parçalayarak çeşitli akımlara bölünenler ile senin hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah, onlara ilerde yaptıklarının akıbetini bildirecektir.”

Bu kadar net ve açık bir şekilde; “Onlarla senin hiçbir ilişkin yoktur..” İlk etapta basit gibi görünen bir konu nedeniyle şeriat ve hüküm sorununu

bu kadar önemle ele alan akışın sonunda, tamamıyla inanç ve temel ilkeleriyle din konusunda son derece kapsamlı bir mesaj yer alıyor. Gönüllerde ve vicdanlarda gizli inanç ve bu inancın düzen ve hayat metodu düzeyinde tercümanı din…!

-De ki; “Rabbim beni doğru yola, insanların tüm ihtiyaçlarına cevap veren dine, Allah’ın birliğine inanan ve O’na ortak koşanlardan olmayan İbrahim’in inanç sistemine iletti.”

-De ki; “Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir.

-“O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi. Ben müslümanların ilkiyim.” -De ki; “Allah her şeyin Rabbi iken, ben O’ndan başka bir ilâh mı arayayım? Herkesin işlediği kötülüğün sorumluluğu kendisine aittir. Hiç kimse başkasının kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz. Sonunda Rabbinize döneceksiniz. O size anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü bildirecektir.”

-Sizi yeryüzünde halife yapan ve verdiği nimetler hakkında sınavdan geçirmek için bazılarınızın derecesini diğer bazılarınızdan üstün kılan O’dur. Hiç şüphesiz Rabbinin cezalandırması gecikmesizdir, aynı zamanda O bağışlayıcı ve merhametlidir. (En’am Suresi: 161-165)

Kuşkusuz bütün bunlar dünya-ahiret, diriler-ölüler, amel-ceza, kulluk ve hayat tarzına ilişkin inanç ve dinin kapsamına giren sorunlardır. İlâhî sunuş tarzı bütün bunları günlük yaşamın en basit olaylarında, yiyecek ve içeceklerinde ortaya çıkan hakimiyet ve kanun koyma problemi üzerine şu ulu, ürpertici ve aynı zamanda sevecen bir değerlendirme yapmak için biraraya getirmiştir. Çünkü en geniş alanları ve önemli konumlarıyla ilâhlık ve Rabblık davası budur.

Ve işte yüce ilâhî kaynağın insanlara sunduğu şekliyle İslâm…

-Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı.

-Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak.

-Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye. (En’am Suresi: 111-113)

Birinci ayet, yedinci cüz’ün sonunda yer alan geçen bölümü bütünleyici niteliktedir. Aynı zamanda Arap müşriklerinin peygamberi doğrulamak için mucize göstermeyi önermeleri ve şayet bu mucizeleri gösterecek olursa, kesinlikle inanacaklarını tekrar tekrar yemin ederek belirtmeleriyle ilişkilidir. Öyle ki, bazı müslümanlar içten içe “Keşke yüce Allah isteklerine karşılık verseydi” demişlerdi. Hatta Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) gidip, müşriklerin teklif ettikleri mucizeleri göstermesini Rabbinden dilemesini istemişlerdi.

Nitekim bölüm bütünüyle bu şekilde sunulmuştu:

-Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek eğer kendilerine bir mucize gelirse O’na mutlaka inanacaklarını söylediler. De ki; “Mucizeler sırf Allah’ın tekelindedir.” Hem bilmiyorsunuz ki, eğer o mucize gelse onlar yine inanmazlar.

-Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.

-Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez. (En’am Suresi: 109-111)

Yedinci cüz’ün sonunda bu ayetlerden söz edilmişti. Şimdi ise; bu ayetlerin genel anlamda içerdiği, ancak oradaki açıklamada yer almayan bazı gerçeklerden söz edeceğiz.

Birinci gerçek: İman veya küfür, hidayet veya sapıklık… gerçeği gösteren belgeler ve kanıtlarla ilişkili değildirler. Çünkü gerçeğin kendisi bir kanıttır. İnsan kalbinin üzerinde bir etkinliğe sahiptir. Kalp gerçeği kabul eder, onunla tatmin olur, ona boyun eğer. Ancak gerçekle insan kalbinin arasına giren birtakım diğer engeller söz konusudur. İşte bu engellerin mahiyetini yüce Allah, müminlere şu şekilde açıklamaktadır:

“…Hem bilmiyor musunuz ki, eğer onlar (yani kanıtlar ve mucizeler) gelse yine inanmazlar.”

“Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.”

İlk defa meydana gelenin, onları doğru yola girmekten alıkoyanın -mucize geldikten sonra- tekrar meydana gelmesi ve onları bu sefer de doğru yola girmekten alıkoyması mümkündür.

Kuşkusuz inanmaya yöneltici işaretler hem insan kalbinde hem de gerçeğin kendisinde gizlenmiştir: Dış etkenlerle bir ilişkisi söz konusu değildir. O halde bütün çabalar, bu kalbi felâketlerden ve engellerden kurtarmaya yöneltilmelidir.

İkinci gerçek: Hidayet ve sapıklık konusunda son mercii Allah’ın iradesidir. Bu irade, başlangıçta bir süre seçme ve yönelme özgürlüğünü vererek insanı sınamayı, bu süreyi de insanın denendiği ve sınandığı bir süre kılmayı öngörmüştür. Kim bu özgürlüğü, doğru yola, onu bulmaya ve onu azarlamaya yönelik kalbi yönelişte kullanırsa -o esnada doğru yolun nerede olduğunu bilmese dahi- Allah’ın iradesi onun elinden tutmayı, ona yardım etmeyi, kendi yolunu göstermeyi öngörmüştür. Aynı şekilde kim bu özgürlüğü, doğru yoldan kaçmak, gerçeğe götüren kanıtlardan ve işaretlerden yüz çevirmek uğruna kullanırsa, Allah’ın iradesi onu saptırarak yoldan uzaklaştırmayı ve karanlıklar içinde çarpılmış durumda bırakmayı gerektirmiştir. Kuşkusuz, Allah’ın iradesi ve kaderi bütün durumlarda insanı kuşatmıştır. En sonunda her işin dönüşü de O’nadır.

Ayetlerin akışında yer alan şu ifade bu gerçeğe işaret etmektedir:

“Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini, iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.”

Şu ayeti kerime de buna işaret etmektedir:

“Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez.”

Bu bölümden önce yer alan şu ifade de bu gerçeğe işaret etmektedir:

“Rabbinden sana gelen vahye uy, O’ndan başka ilâh. yoktur. O’na ortak koşanlardan yüz çevir.”

“Allah dileseydi, onlar O’na ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına koruyucu, bekçi dikmedik; sen onların vekili ve davranışlarının sorumlusu da değilsin.” (En’am Suresi: 106-107)

Şu bölümde yer alan aşağıdaki ayette de bu işaret vardır:

“Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak.”

O halde her şey Allah’ın iradesine bağlıdır. Onların doğru yolu bulmamalarını dileyen O’dur. Çünkü onlar hidayetin yolunu tutmadılar. Yine onlara, denemek üzere bu kadar serbestlik tanımayı dileyen O’dur. Doğru yolu bulmak için çabaladıkları zaman doğru yolunu gösteren, sapıklığı tercih ettiklerinde de onları saptıran O’dur. İslâm düşüncesinde yer alan ilâhî serbest irade ile insanlara verilen bu kadarlık seçme özgürlüğü ile sınanmaları için kendilerine bırakılan bu alan arasında bir çelişki söz konusu değildir.

Üçüncü gerçek: Allah’ın buyruklarına uyanlarla isyan edenler, O’nun kontrolü altındadırlar. Gücü ve egemenliği karşısında birdirler. Kulların işlerini yönlendirmeye ilişkin yasalarla cereyan eden ilâhî iradeye uygun Allah’ın kaderi olmaksızın onlardan hiçbiri herhangi bir şey yapma imkânına sahip değildir. Ancak müminler, -kendilerine verilen seçme özgürlüğü oranında- kendi içlerinde, hücrelerinin hareketlerinde, organik ve psikolojik oluşumlarında, Allah’ın egemenliğine zorunlu olarak ister istemez boyun eğişleri ile bilgiye, hidayete ve serbestliğe dayalı olarak, kendilerini zorunlu gördükleri isteğe bağlı boyun eğişleri arasında bir uyum meydana getirirler. Bundan dolayı bizzat kendi kendisiyle barış içinde yaşar mümin. Çünkü hem zorunlu, hem de isteğe bağlı yönü tek bir kanuna, tek bir otoriteye, tek bir hakimiyete uymaktadır. İsyan edenlere gelince; onlar Allah’ın fıtrî yasasına uymak zorundadırlar.

Bu yasa onları zorlamakta, ancak onlar bedensel oluşumları ve fıtrî ihtiyaçları bakımından bu yasaların dışına çıkamazlar. Bununla beraber kendilerine serbestlik tanınan alanda, O’nun hayat metodunda ve şeriatında somutlaşan Allah’ın egemenliğinden kaçmaktadırlar. Bu kopukluktan dolayı kişiliklerinde bir bedbahtlık yaşarlar. Bütün bunlara rağmen unlar Allah’ın kontrolü altındadırlar, hiçbir alanda O’nu aciz bırakamazlar. O’nun takdiri olmadıkça hiçbir şey yapamazlar.

Bu üçüncü gerçek, surenin geri kalan kısmında ele alınan sorun açısından özel bir öneme sahiptir ve bu gerçek farklı şekillerde, değişik yerlerde tekrarlanmaktadır. Çünkü tümüyle bu bölüm -daha önce de açıkladığımız gibi- ilâhlık konusunu ve insan hayatı ve insanların uydukları kanunlar üzerinde ilâhlığın egemenliğini ele almaktadır. Bu nedenle surenin akışı, egemenliğin tümüyle Allah’a ait olduğunu belirtme noktasında yoğunlaşmaktadır. Hatta Allah’ın sisteminden ve şeriatından kaçan isyancıların oluşumları üzerindeki egemenlik de Allah’a aittir. Onlar, Allah’ın dilemesi dışında O’nun dostlarına herhangi bir eziyette bulunamazlar. Bir kere onlar kendilerine hakim olmaktan acizdiler, müminlere nasıl egemen olabilirler? Gerek Allah’ın buyruklarına uyanlar, gerekse isyan edenler için dilediğini onunla yaptığı Allah’ın iradesidir her şeye egemen olan.

“Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileriyle konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez” ayetinin tefsirinde Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi şunları söylemektedir:

(Yüce Allah Peygamberi Muhammed’e (salât ve selâm üzerine olsun) şunu söylüyor: Ey Muhammed, putları ve heykelleri Rabblerine denk tutan sonra da sana, “Şayet bize bir kanıt gösterecek olursan kesinlikle sana inanacağız” diyenlerin iflah olacaklarından ümidini kes. Çünkü onlar için melekleri indirsek, gözleriyle görseler, sonra bir kez de peygamberliğine bir kanıt oluşturmaları için ölüleri diriltsek de onlarla konuşsalar ve söylediklerinde haklı olduğunu, onlara getirdiğin şeyin Allah katından bir gerçek olduğunu bildirseler ve yine her şeyi biraraya getirsek ve onları senin karşına koysak (Yani “emrine versek) -Allah’ın hidayete ermesini dilediği kimsenin dışında- sana inanmayacaklardır, seni doğrulamayacaklardır, sana uymayacaklardır. “Fakat çoğu bunu bilmez.” Şöyle diyor yüce Allah: Ancak bu müşriklerin çoğu bunun böyle olduğunu bilmez. Sanıyorlar ki; inanmak onlara kalmıştır, kâfir olmak onların elindedir; diledikleri zaman inanırlar, diledikleri zaman kâfir olurlar. Durum böyle değildir. Bu benim elimdedir. Doğru yola ilettiğim ve bunda başarılı kıldığım dışında hiçbiri inanamaz. Doğruluktan uzaklaştırıp saptırdığımdan başkası kâfir olamaz.)

Burada İbni Cerir’in açıkladığı bu temel prensip doğrudur, ancak daha fazla açıklamayı gerektiriyor. Nitekim hidayet, sapıklık, Allah’ın iradesi ve insanın çabası hakkındaki Kur’an ayetlerine dayanarak konuya değinmiştik. Kuşkusuz inanmak ve kâfir olmak sonradan olan bir şeydir; ve şu varlık bütününde sonradan olan her şey ancak Allah’ın kaderi uyarınca meydana gelmektedir:

“Şüphesiz biz her şeyi bu kader doğrultusunda yaratmışız.” (Kamer Suresi: 49) Falanın inanması, falanın da kâfir olması şeklinde ortaya çıkan kaderin dayandığı temel kanuna gelince; ayetler bunu açıklamaktadır. Buna göre insan, bir miktar serbestlikle yöneliş noktasında sınanmaktadır. Doğru yola yöneldiğinde ve bu uğurda çaba sarfettiğinde, Allah ona yol göstericilik yapacaktır. Hidayete ermesi Allah’ın kaderi uyarınca gerçekleşecektir. Aynı şekilde sapıklığa yönelip, doğru yoldan kaçındığında, Allah onu saptıracaktır. Sapıklığı Allah’ın kaderi doğrultusunda meydana gelecektir. İnsan her iki durumda da Allah’ın kontrolü ve egemenliği altındadır. İnsanın hayatı, Allah’ın serbest iradesine göre hareket eden kader ve yine O’nun serbest iradesiyle belirlediği kanun uyarınca sürmektedir.

Bundan sonra, surenin devam eden akışında iki ayet yer alıyor. Bunlar bir açıdan açıklamayı tamamladığımız geçen bölümün hedeflediği anlam ve gerçekleri bütünlemektedirler. Bir açıdan da yetki, şeriat ve egemenliğe ilişkin inanç sorunlarına hazırlık oluşturmaktadırlar. Nitekim surenin geri kalan kısmında bu sorunlar işlenmektedir.

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.