sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 135. AYET

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 135. AYET
16.07.2020
613
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

135- “De ki; Ey kavmim, tutumunuzu devam ettiriniz, ben de kendi tutumumu devam ettireceğim. Dünya yurdunun sonunun kimin lehinde olacağını ilerde anlayacaksınız. Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler. “

Bu beraberindeki ve arkasındaki gerçeğe, gerçeğin kendisinde ve ötesinde yeralan kuvvete güvenmeden kaynaklanan bir tehdittir. İşlerine karışmayacağına, çünkü kendisinin bağlı bulunduğu gerçekten, hareket metodu ve yolundan emin olduğuna, aynı şekilde kendilerinin içinde bulundukları sapıklıktan ve en sonunda varacakları sonuçtan emin olduğuna ilişkin Hz. Peygamberden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen bir tehdittir:

“Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler.”

Bu, değişmeyen bir kuraldır. Buna göre Allah’dan başka dostlar edinen müşrikler kurtuluşa eremezler. Çünkü Allah’dan başka dost ve yardımcı yoktur. Allah’ın yol göstericiliğine uymayanlar da… O’nun yol göstericiliğinin dışında koyu sapıklıktan, apaçık zarardan başka bir şey yoktur.

Surenin akışıyla birlikte yeni bir bölüme geçmeden, üzerine Allah’ın adı anılarak ve anılmayarak kesilen hayvanların hükmüne ilişkin konuyla meyvelerden, hayvanlardan ve çocuklardan adanan adaklara ilişkin konu arasında yeralan bu bölüm üzerinde seri bir şekilde bazı gerçeklere değinelim. Saf inancın temel gerçeklerinden bunca gerçeği içerdiği gibi, iman ve küfrün tabiatına, insanlardan ve cinlerden şeytanlarla Allah’ın peygamberleri ve onlara inananlar arasındaki savaşın mahiyetine ilişkin sahneleri, tabloları ve açıklamaları da kapsamaktadır bu bölüm. Nitekim geniş boyutlarıyla büyük akide gerçeklerini karşılayan ve gözler önüne seren surenin akışında yeralan benzerleri gibi bunca duygulandırıcı mesajı da içermektedir.

Bu arada bölümün üzerinde kısaca durmamız; Kur’an’ın sunuş yönteminin bu pratik olgulara ve insan hayatındaki bu uygulamalı ayrıntılara ne kadar önem verdiğini, bunların Allah’ın şeriatına uygunluğuna ve dayanmaları gereken temeli belirlemeye, yani Allah’ın hakimiyetini ya da diğer bir ifadeyle O’nun Rabblığını açıklamaya ne kadar özen gösterdiğini görmemiz içindir.

O halde Kur’an’ın sunuş yöntemi bu soruna neden bu kadar önem veriyor?

Önem veriyor, çünkü ilke açısından İslâm’da “inanç sistemi” sorununu özetlemektedir, “Din” sorununu özetlediği gibi, İslâm’da “inanç sistemi” `Allah’dan başka ilâh olmadığına tanıklık etme” temeline dayanmaktadır. Bu tanıklıkla birlikte müslüman, kullardan herbirinin ilâhlık iddiasını kalbinden söküp atar ve ilâhlığı Allah’a özgü kılar. Dolayısıyla herbirinin hakimiyetini reddedip, hakimiyeti tümden Allah’a verir. Küçük bir konuda hüküm belirlemek, büyük bir konuda hüküm vermek gibi hakimiyet hakkını iddia etmektir. Dolayısıyla ilâhlık hakkını iddia etmektir. Müslüman Allah’ın dışında herkesin bu iddiasını red eder. İslâm’a göre din, -kalpteki inanç konusunda olduğu gibi- kulların pratik hayatlarında tek bir ilâhlığa, yani Allah’ın ilâhlığına boyun eğmeleri ve pratik hayatlarında Allah’dan başka ilânlık taslayan kullara uymaktan kaçınmalarıdır. Herhangi bir konuda hüküm verme, ilâhlık iddiasında bulunmaktır. Bu hükme boyun eğmek de ilâhlık iddiasını benimsemektir Bu nedenle müslüman, bu konuda ilâhlığı tek başına Allah’a özgü kılar. Allah’ın dışında ilâhlık taslayan kulların dinine boyun eğmeyi reddeder, bundan kaçınır.

Kur’an-ı Kerim’in tümünde bu inanç temellerinin belirlenmesine bu kadar önem verilmesi ve Mekke’de nazil olan bu surenin akışında gördüğümüz şekilde konuya bu denli ağırlık verilmesi bu yüzdendir. Yedinci cüzde bu surenin tanıtım kısmında da değindiğimiz gibi, Kur’an’ın Mekke’de indirilen kısmı, müslüman kitlenin hayatındaki düzen ve yasalar sorununa değinmiyordu. Sadece inanç ve düşünce sorununu ele alıyordu. Bununla beraber hakimiyet konusundaki inanç temellerinin belirlenmesine surenin bu kadar önem vermesinin derin ve büyük bir anlamı vardır.

Önceki bölüm ve onun üzerine yapılan değerlendirmelerle birlikte Kur’an’ın Mekke’de indirilen kısmında yeralan bu Mekki surenin akışında sunulan önümüzdeki bu uzun bölümün tümü… (Bilindiği gibi Kur’an’ın Mekke’de inen kısımının konusu inançtı. İnançla ilgili temellerini yerleştirmenin dışında, şeriatla ilgili herhangi bir şey sunmuyordu. Çünkü o zaman İslâm şeriatını uygulayacak bir devlet henüz yoktu. Böylece yüce Allah, bütünüyle İslâm’a girmiş, kendilerini tamamen Allah’a teslim etmiş, şeriatına uymak suretiyle Allah’a kullukta bulunan bir toplum oluşmadan, bir toplumun insanlar arasında pratik olarak şu şeriatla hükmeden, bu dinin tabiatında ve hareket metodunda olduğu gibi hükmü bilmeyi uygulamayla eş anlamlı kılan, bu şekilde İslâm’a ciddiyet, canlılık ve vakar kazandıran egemen bir devlet kurulmadan bu şeriatı konuşma malzemesi ve etüd konusu olmaktan korumuştu…

Biz diyoruz ki, Mekke’de indirilen bu surede yeralan bu uzun bölümün tümü kanun koyma ve hakimiyet konusunu ele almaktadır, bu konunun mahiyetine işaret etmektedir. Çünkü bu bir inanç sorunudur. Bu sorunun dindeki önemini göstermektedir, çünkü bu, en başta gelen sorundur.

Ayetleri ayrıntılı biçimde karşılamaya girişmeden önce, konunun içeriğini, anlam ve işaretlerini özet bir şekilde görebilmemiz için genel anlamda Kur’an’ın gölgesinde yaşayalım istiyoruz.

Konu meyveler, hayvanlar ve çocuklar konusunda -yani ekonomik ve toplumsal konularda- ileri sürdükleri cahiliye düşünce ve iddialarını sunmakla başlıyor. Bu düşünce ve iddiaların şu şekilde örneklendiğini görebiliriz:

1- Allah’ın kendilerine verdiği rızıkları, kendileri için yarattığı ekin ve hayvanları iki kısma ayırmaları: Bir kısmını Allah’a ayırıyorlardı. -Üstelik Allah’ın bu şekilde hükmettiğini iddia ediyorlardı.- Diğer kısımını da Allah’a ortak koştukları tanrılarına ayırıyorlardı. -Bunlar, Allah’ın dışında canlarına, mallarına ve çocuklarına ortak ettikleri sahte tanrılardı.

“Onlar Allah’a, O’nun yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca “Bu Allah’ın, bu da O’na koştuğumuz ortakların payıdır” dediler.”

2- Bundan sonra onlar Allah için ayırdıkları paya tecavüz ederek bir kısmını alıp ortak koştukları tanrıların payına katıyorlardı, tanrılarına ayırdıkları kısım üzerinde böyle bir şeye asla girişmezlerdi:

“Fakat koştukları ortakların payı Allah’a geçmezken, Allah’ın payı ortaklara geçebiliyor.”

3- Ortak koştukları tanrıların çekici göstermeleri sonucu çocuklarını öldürüyorlardı. Bunu yapanlar, kâhinler ve kendi aralarında hükümler koyan fertler, bir taraftan toplumsal baskı diğer taraftan dinsel hurafelerin etkisiyle boyun eğerlerdi. Bu, çocukları öldürme olayı, fakirlik korkusu ve namus nedeniyle kız çocuklarını ilgilendirirken kimi zaman da adak amacıyla erkek çocuklarını da ilgilendiriyordu. Nitekim Abdulmuttalip şayet Allah, kendisini koruyacak on erkek çocuk verirse, birini kesmek üzere tanrılara adamıştı.

“Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere öz evlatlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar.”

4- Bazı hayvanları ve ekinleri yasaklamışlardı. Allah’dan özel bir izin olmadan bunların yenilmeyeceğini iddia ediyorlardı. -Evet aynen böyle iddia ediyorlardı.- Nitekim bazı hayvanlara binmeyi de yasaklamışlardı. Keserken ya da binerken bazılarının üzerinde Allah’ın adını anmayı yasaklamışlardı. Hac’da Allah’ın adı anılıyor gerekçesiyle o sırada bu hayvanlara binmezlerdi. Üstelik tüm bunların Allah tarafından emredildiğini ileri sürüyorlardı:

“Onlar saçma inançları uyarınca “Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır” dediler. O’na iftira ederek…”

5- Ana karnındayken bazı hayvanları erkekleri için ayırıyorlardı ve bunları kadınlarına haram kılıyorlardı. Ancak yavru ölü doğacak olursa, kadınları ve erkekleri ortak kabul ediyorlardı. Bu arada böylesine gülünç bir hükmü Allah’a dayandırmaktan da geri kalmıyorlardı:

“Yine onlar, “Bu hayvanların karınlarındaki yavrular sadece erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise yasaktır. Eğer hayvanın yavrusu ölü doğarsa, her ikisi de O’na ortak olur, dediler. Allah bu yakıştırmalarının cezasını verecektir. Hiç kuşkusuz, O hikmet sahibidir ve her şeyi bilir.”

İşte cahiliye döneminde Arap toplumunu kaplayan ve bu konudaki hükmü vermek, ruhları ve gönülleri onlardan arındırmak, aynı şekilde toplumsal hayatta geçersiz kılmak için Mekke’de inmiş bir surede Kur’an’ın uzun akışında ele aldığı düşünceler, iddialar ve geleneklerden bir demet…

Kur’an-ı Kerim ağır, uzun ve titiz adımlarını atarken, şu metodu takip etmiştir.

  1. a) Önce bilgisizcé ve ahmakça çocuklarını öldürenlerin ve Allah’a iftira ederek kendilerine verdiği rızıkları haram kabul edenlerin büsbütün kaybettiklerini belirtmiş ve hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah’a dayandırdıkları bu düşünce ve iddialarıyla kesin sapıklıkta olduklarını duyurmuştur.
  2. b) Sonra üzerinde bu tür bir tasarrufta bulundukları malları yüce Allah’ın kendileri için varettiğine dikkatleri çekmiştir. Çardaklı ve çardaksız bahçeleri var eden, onlar için bu hayvanları yaratan O’dur. Rızıkları veren, tek başına verdiklerinin sahibidir de. Aynı zamanda insanları rızıklandırdığı bu mallara ilişik hükmü de sadece O verebilir. Bu aşamada ekinlerin, meyvelerin, çardaklı ve çardaksız bahçelerin sahnelerinden, kimisine bindikleri, yüklerini vurdukları, etlerini yedikleri, derisinden, yününden ve kılından yararlandıkları hayvanlar aracılığıyla verdiği nimetlerden oluşan son derece duygulandırıcı, etkileyici mesajlar kullanılmıştır. Nitekim, Ademoğulları’yla şeytan arasındaki köklü düşmanlığın hatırlatılması da bir etken olarak kullanılmıştır. O halde nasıl şeytanın adımlarını takip ederler? Açıktan açığa düşman olduğu halde vesveselerini dinlerler?
  3. c) Bundan sonra, özellikle hayvanlara ilişkin düşüncelerinin saçmalığı ve tümden mantık dışılığı ayrıntılı biçimde sunulmuştur. Olanca tutarsızlıkları, saçmalıkları ve tuhaflıklarıyla ortaya çıkarmak için düşüncelerindeki karanlıklar üzerine ışık tutulmuştur. Bu. sahnenin sonunda da, her türlü kanıttan ve mantıktan yoksun bu hükümleri verirken neye dayandıklarına ilişkin bir soru yöneltilmektedir: “Yoksa Allah’ın size bu direktifi verdiğinin somut tanıkları mısınız?” Bu sadece sizin bildiğiniz bir sır mıdır? Sırf söze yönelik bir direktif midir? Bu arada Allah’a iftira etmek suçu ve insanları bilgisizce saptırma girişimi son derece çirkin bir davranış olarak belirmektedir. Ayrıca bu olay konu içinde kullanılan değişik etkileyici mesajlardan biri haline dönüştürülmektedir.
  4. d) Burada kanun koyma hakkına sahip otorite belirtilmektedir. Bu arada bu otoritenin müslümanlara, özellikle de yahudilere haram kıldığı ve müslümanlara helal kıldığı yiyecekler açıklanmaktadır.
  5. e) Sonra, her ikisi de anlam ve yasama niteliğiyle Allah katında diğerinin düzeyinde olan Allah’a ortak koşma ve Allah’ın helal kıldığını haram sayma eylemlerinde somutlaşan cahiliyeye dayalı hayatlarını Allah’ın iradesine bağlamaları ile “Eğer Allah dileseydi ne biz ve atalarımız O’na ortak koşar ve ne de bir şey yasaklardık” demeleri tartışılıyor. Ayrıca bu söylenenlerin daha önce gelmiş geçmiş tüm kâfir yalancılar tarafından söylendiği de belirtilmektedir. Yalancılar böyle söylemişlerdi, Allah’ın azabı gelene kadar. “Onlardan öncekiler de bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar.” Allah’a ortak koşmak, O’nun şeriatına dayanmaksızın bir şeyi haram kılmak gibidir. Her ikisi de Allah’ın ayetlerini yalanlayanların ayırıcı özellikleridir. Bu arada belirlediğiniz bu prensipleri neye dayandırıyorsunuz? şeklinde ayıplayıcı bir soru yeralıyor:

“Onlara de ki; “Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz.”

  1. f) Bu konuda onlarla girişilen tartışma, onları şahit getirmeye ve kesin ayrılığa çağırmakla son buluyor. -Tıpkı surenin başlarında inancın temeline ilişkin konuda yapıldığı gibi- Sorunun aynı sorun olduğunu vurgulamak için aynı ifadeler, aynı nitelemeler, hatta aynı sözcükler kullanılıyor:

“De ki; Allah’ın bu yasakları koyduğuna şahitlik edecek tanıklarınızı getiriniz bakalım. Eğer onlar bu yolda şahitlik ederlerse sakın şahitliklerini onaylama. Ayetlerimizi yalanlayanların, ahirete inanmayanların ve rabblerine eş koşanların keyfi arzularına uyma.” Ayeti kerimede sahne, ifade ve sözcük birliğinin yanında bu hükümleri koyanların keyfi arzularına uyduklarını, Allah’ın ayetlerini yalanladıklarını, ahiret gününe inanmadıklarını görüyoruz. Çünkü şayet, Allah’ın ayetlerini onaylamış, ahiret gününe inanmış ve Allah’ın yol göstericiliğine uymuş olsalardı, Allah’ın hükümleri dışında hem kendileri, hem de insanlar için hüküm koymaya kalkışmazlardı. Allah’ın izni olmadan haramlar ve helaller belirlemeye yeltenmezlerdi.

  1. g) Bölümün sonunda Allah’ın gerçekten neleri haram kıldığını açıklamak için onlara bir çağrı yapılmaktadır. Burada toplumsal hayatın temel ilkelerinden bir kısmını görüyoruz. En başta da tevhit yer alıyor. Gerisi da birtakım emirler ve yükümlülükler. Ancak haramlar çoğunlukta ve tüm saydıklarımızın başlığı durumunda…

Allah, kendisine ortak koşulmasını yasaklamıştır. Anne ve babaya iyilikle davranılmasını emretmiştir. Fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklamış, bunun yanında rızıklarının verileceği güvencesini vermiştir. Kötülüğün gizlisine-açığına yaklaşmasını yasaklamıştır. Haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayı yasaklamıştır. Erginlik çağma erişmeden, iyilikle almanın dışında yetimlerin mallarına dokunmayı yasaklamıştır. Tartı ve ölçüyü adaletle yerine getirmeyi emretmiş, konuşmada -tanıklık ve hüküm vermede- yakınları hakkında da olsa, adil davranmayı emretmiştir. Allah için verilen tüm sözleri. yerine getirmeyi emretmiştir. Surenin akışı bunların tümünü, emir ve yasakla ilgili her cümlenin sonunda tekrarlanan Allah’ın direktifi haline getiriyor.

Ayetlerin akışında bu şekilde biraraya gelen, adeta birbirleriyle kaynaşan ve tek bir cümlede sunulan inanç temeli ile şeriat ilkelerini kapsayan bu emir ve yasaklar yığını bir kütle konumundadır. Açıkladığımız metod uyarınca Kur’an’a inceleyenlerin gözünden kaçmaz bu anlam. Uzun bölümün sonunda bu emir ve yasaklar bütününe ilişkin olarak şöyle denmektedir:

“İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi Allah’ın yolundan ayrı düşürecek yollara girmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor.”

Bunun nedeni, bu bölümün tüm akışında gözetilen anlamı iyice açığa kavuşturmak; tek, açık ve kesin bir ifadede şekillendirmektir.

Şirk ya da İslâm sıfatının belirginleşmesi noktasında bu din nazarında şeriat da inanç gibidir. Hatta bu anlamda bu dinin şeriatı inançtan bir parçadır. Hatta ve hatta bizzat şeriat inançtır. Çünkü şeriat inancın realitedeki tercümanıdır. Nitekim bu temel gerçek Kur’an metodu uyarınca sunulan Kur’an ayetlerinde gayet net bir şekilde belirginleşmektedir.

İğrenç, cehennemi yöntemlere başvurularak asırlardan beri süregelen bir şekilde bu dine mensup kişilerin gönlünde dinin anlamından çekip koparılmak istenen gerçek budur işte. Öyle ki-dinlerine gereken özeni göstermeyen laubaliler ve düşmanları bir yana- bu dine sağlam sarılanların çoğunluğu dahi hakimiyet sorununu inanç sorunundan ayırır olmuşlardır. İnanç konusunda olduğu gibi, bu konuda galeyana gelmiyorlar. İnanç veya ibadette olduğu gibi hakimiyet konusunda Allah’ın buyruklarını çiğneyenleri, dinden çıkmış saymıyorlar. Oysa bu din inanç, ibadet ve şeriatı birbirinden ayrı kabul etmez. Fakat bu, uzun asırlardır bilinen araçlara başvurularak meydana getirilen bir ayırımdır. Öyle ki, bu dinin en hareketli savunucularının düşüncesinde bile hakimiyet sorunu böylesine şaşılacak bir duruma gelmiştir. İşte -konusu düzen, şeriat olmadığı, yalnızca inanç konusuyla ilgilendiği halde- Mekke’de inmiş bu surenin bunca üzerinde yoğunlaştığı, bu kadar etkenleri devreye soktuğu ve bütün bu açıklamaları yaptığı sorun budur. Oysa konusu, toplumsal hayatın uygulamalı basit, bir alışkanlığı ortadan kaldırmaya yönelikti. Çünkü bu sorun en büyük temelle ilgilidir. Hakimiyet temeli… Çünkü bu büyük temel bu dinin temeli ve gerçek varlığıyla ilgilidir.

Puta tapan hakkında şirk hükmünü verip de tağutun hükmünü benimseyenlere bu hükmü vermeyenler, birinciden tiksindikleri halde ikinciden tiksinmeyenler… Bunlar Kur’an-ı okumuyorlar. Bu dinin tabiatını bilmiyorlar. O halde Allah’ın indirdiği şekliyle Kur’an-ı okumalı ve Allah’ın şu sözünü ciddiye almalıdırlar:

“Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz.”

Bu dini koruma çabasında olan kimi insanlar da hem kendi kafalarım, hem de insanların kafalarını uygulanan şu kanunların, ya da uygulamaların veya söylenenlerin İslâm şeriatına uyup uymadığını ortaya çıkarmakla uğraştırıyorlar. Orada burada göze çarpan kimi aykırılıklara karşı amansız bir saldırıya geçiyorlar. Sanki İslâm bütünüyle ayaktaymış da, bu varlığını ve egemenliğini gölgeleyen birtakım aykırılıkları ortadan kaldırmaktan başka yapılacak iş yokmuş gibi.

Bu dinin şu gayretkeş koruyucuları, aslında bilmeden bu dini incitiyorlar. Bu gülünç ve yararsız özenleri sonucu insanların içinde yer eden inanç enerjisinin kalıntılarını yok ediyorlar. Onlar bu halleriyle cahiliye sistemleri lehine tanıklık etmiş oluyorlar. Cahiliye toplumunda İslâm’ın ayakta olduğunu ve birtakım aykırılıkların düzeltilmesinden başka bütünlüğü bozucu bir durumun söz konusu olmadığına tanıklık etmiş oluyorlar. Oysa din bütünüyle hayattan koparılmış demektir. Kulların dışında hakimiyeti tek başına Allah’a veren düzen ve sistemde temsil edilmediği sürece…

Kuşkusuz bu dinin varlığı Allah’ın hakimiyetinin varlığına bağlıdır. Bu temel ortadan kalkınca bu din de kendiliğinden ortadan kalkar. Bu dinin günümüzde yeryüzünde karşılaştığı problem, Allah’ın ilâhlığına tecavüz eden, O’nun otoritesini ele geçiren, can, mal ve çocuklar hakkında serbestler ve yasaklar koymak suretiyle kendilerinde kanun koyma hakkını gören tağutların ortaya çıkmasıdır. İşte bu, Kur’an-ı Kerim’in bunca etken, prensip ve açıklama yığınıyla ele aldığı, sonra ilâhlık ve kulluk sorununa bağladığı, iman veya küfrün belirtisi, cahiliye ya da İslâm’ın ölçüsü kabul ettiği problemin aynısıdır.

İslâm’ın varlığını duyurmak, gerçekleştirmek için giriştiği savaş, dinsizlikle girişilen savaş değildir. Ta ki, bu dini koruyanların çabaladığı gibi salı `dine girmek”ten ibaret olsun. Toplumsal veya ahlâki bozulmalara karşı başlatılan savaş da değildir. Bunlar bu dinin varlığı açısından sonradan gelen savaşlardır. İslâm’ın varlığını gerçekleştirmek için giriştiği ilk savaş “hakimiyet” ve hakimiyetin kime ait olacağı savaşıdır. Mekke’de bunun için böyle bir savaşa girişmişti. Daha inancın temellerini atarken ve henüz düzen ve şeriata değinmezken bu savaşı başlatmıştı. Hakimiyetin Allah’a ait olduğunu vicdanlara yerleştirmek için girişmişti bu savaşa. Müslüman hakimiyeti kendisi için iddia etmez. Böyle bir iddiada bulunanın müslümanlık iddiasını da kabul etmez. Mekke’deki müslüman topluluğun gönüllerinde bu inanç iyice yerleşince yüce Allah Medine’de pratik uygulamasının yollarını açtı. O halde bu dini korumaya çalışanlar bir kendi durumlarına bir de olmaları gereken duruma baksınlar. Tabii bu dinin gerçek anlamını kavradıktan sonra…

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.