SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA HUD SURESİ 68. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
68- Sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi. Haberiniz olsun ki, Semudoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun Semudoğulları!
Sanki o evlerde hiç oturmamışlar, hiç yaşamamışlardı. Sahne son derece etkileyici ve tabloyu çizen fırçanın darbesi son derece dokunaklıdır, manzara bütün dehşeti ile gözlerimizin önünde somutlaşmaktadır. Hayat ile ölümün arası -ölüm gerçekleştikten sonra- göz açıp kapama arası kadar kısacıktır. Hayatın tümü de hızla akıp giden bir şerittir. Evet, `sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi.”
Arkasından, bu surede ifadeleri ile artık iyice tanıştığımız değerlendirme ve sonuç bölümü geliyor. Bu bölümde Semudoğulları’nın sicilleri hatırlatılıyor, arkalarından lânet ediliyor, sayfaları dürülerek somut hayattan ve hafızalardan siliniyorlar. Okuyoruz:
“Haberiniz olsun ki, Semudoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun (gözden ırak olsun) Semudoğulları!
TARİH SÜRECİNDE DEĞİŞMEYEN GERÇEK
Okuduğumuz hikâyede kendimizi bir kez daha tarihin başlangıç noktasına kadar uzanan peygamberler zincirinin halkalarından biri karşısında buluyoruz. Dile getirilen çağrı, aynı çağrı, tanıtılan İslâmın gerçeği aynı gerçek. Kısacası, kulluk, ortaksız olan tek Allah’a sunulacak ve rakipsiz tek Allah’ın egemenliği benimsenecek. Bunun yanısıra, bu hikâyede İslâmın egemenlik dönemini izleyen cahiliye devri ve tek Allah inancının arkasından gelen müşriklik dönemi de bir kez daha karşımıza çıkıyor. Çünkü Semudoğulları, Hz. Nuh ile birlikte gemiden sağ olarak inen müslümanların soyundan gelmişlerdi. Fakat sonradan sapıtarak cahiliye sisteminin pençesine düştüler. Bunun üzerine Hz. Salih ortaya çıktı. Görevi bu sapıtmış soydaş!arını tekrar İslâma döndürmekti.
Bu hikâyede dikkatimizi çeken bir başka önemli nokta da şudur: Hz. Salih’in soydaşları, iman etmek için kendilerine olağanüstü bir mucizenin gösterilmesini istiyorlar. Fakat istedikleri bu mucize kendilerine gösterilince iman etmekten cayıyorlar, hatta bu mucizenin somut sembolü olan deveyi öldürüyorlar.
Müşrik Araplar da iman etmek için Peygamberimizden daha önceki mucizeler gibi bir mucize, olağanüstü bir olay göstermesini istemişlerdi.
Bu hikayede açıkça görüyoruz ki, Hz. Salih’in soydaşlarına istedikleri mucize gösterilmiş, fakat hiçbir işe yaramamıştı, bu olağanüstü kanıt, onları yola getirmeye yetmemişti. Bundan anlıyoruz ki, iman etmek için olağanüstü mucizeler görmeye gerek yoktur. İman, kalplerin ve akılların kavrayabilecekleri yalın bir çağrıdır. Fakat cahiliyenin kalplere ve akıllara yapıştırdığı pas tabakası bu organları duyarsız hale getiriyor.
Yine bu hikâyede seçkin kullardan birinin kalbine tecelli eden biçimi ile “Allah gerçeği”ni buluyoruz. Sözünü ettiğimiz seçkin kalpler, peygamberlerin kalpleridir. Bu gerçeği Kur’an-ı Kerim’in bize aktardığı Hz. Salih tarafından söylenen şu sözlerde buluyoruz:
“Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana doğrudan doğruya kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni O’ndan kim kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz.”
Hz. Salih, bu sözlerden önce “Allah kullarına yakındır ve dileklerin kabul edicisidir” diyerek kalbinin algıladığı nitelikleri ile Allah’ı soydaşlarına tanıtmıştı.
“Allah gerçeği, yeterlikte, saygınlıkta, doyuruculukta ve güzellikte bu seçkin önderlerin kalplerine yansıdığı gibi, başka hiçbir kalbe kesinlikle yansıyamaz. Bu kalpler pürüzsüz ve parlak birer ayna gibidirler. Allah gerçeğini böylesine eşsiz ve hayret verici bir netlikte yansıtmak sadece onların harcıdır.
Bu hikâyede bir de doğruluğu, sapıklıkmış gibi gören, gerçeği akla sığmaz bir tuhaflıkmış gibi algılayan cahiliye yaklaşımı ile karşılaşıyoruz. Meselâ sağlam karakteri, üstün düşünme gücü ve temiz ahlâkı sayesinde, umut bağlanan bir kişi sayılan Hz. Salih hakkında sonra soydaşları hayal kırıklığına düşüyorlar; ona yönelik umutlarının suya düştüğünü söylüyorlar. Niye, acaba? Çünkü Hz. Salih, bu adamları, atalarından kalan Allah’dan başkalarının egemenliği altına girme geleneğini bırakarak başkalarının egemenliği altına girme geleneğini bırakarak tek Allah’ın egemenliğini benimsemeye çağırıyor diye!
Demek oluyor ki, insanoğlu doğru inanç sisteminden bir kıl ucu kadar bile sapınca sapıklığın ve aykırılığın hiçbir derecesinde duramaz. Öyle ki, fıtratın ilkelerine ve mantığa uygun, yalın gerçekleri -bile, sanki bunlar akla sığdırılması mümkün olmayan tuhaflıklarmış gibi görür. Buna karşılık ne fıtratın mantığı ile ve ne de aklın prensiplerine dayanmayan sapıklığı ise son derece normal bir şey sayar.
Hz. Salih, bu adamlara “Ey soydaşlarım, sadece Allah’a kulluk sununuz, O’ndan başka bir ilahınız yoktur. Sizi topraktan yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı kalkındırmakla görevlendiren O’dur” diye sesleniyor. Onlara yaratılışlarının ve dünyadaki varoluşlarının içerdiği fıtrata ve mantığa dayalı delilleri hatırlatıyor. Bu delilleri reddedemezlerdi. Çünkü onlar kendi kendilerini yarattıklarını, yeryüzündeki varoluşlarını kendileri garantiye bağladıklarını, dünyada yedikleri şu besin maddelerini kendilerinin sağladıklarını sanmıyorlardı, böyle bir düşünce beslemiyorlardı.
Belli ki, bu adamlar, yeryüzünde kendilerini yaratanın, burayı kalkındırma gücü ile donatanın yüce Allah olduğunu inkâr etmiyorlardı. Fakat yüce Allah’ın ilahları olduğuna, kendilerini yaratıp yeryüzüne yerleştirenin O olduğuna ilişkin onaylarına, bu onayın normal uzantısı olan Allah’ın ortaksız egemenliğini benimsemeyi, o sadece O’nun emirlerine uymayı eklemekten kaçınıyorlardı. İşte Hz. Salih, “Ey soydaşlarım, sadece Allah’a kulluk sununuz, O’ndan başka bir ilahınız yoktur” derken, onları ilahlığın bu doğal uzantısını kabul etmeye çağırıyordu.
Mesele hep o bilinen mesele idi. “Rabb’lik meselesi idi, “ilahlık” meselesi değildi. Yani egemenliğin kimde olduğu, kimin sözünün geçeceği, kime uyula-cağı, kimin buyruğunun geçerli sayılacağı meselesi idi. Bu mesele her dönemde güncelliğini korumuştur ve İslâm ile cahiliye arasındaki sürekli savaşın eksenini oluşturmuştur.
AYETLERİN GENEL TASVİRİ
Aşağıda okuyacağımız ayetler, tarihin akışına uyarak Hz. Nuh döneminden beri yeryüzüne yerleştirilen müslümanlara, bereketlerle ve esenlikle donatılan milletler ile azaba çarpılan milletlere kısaca değiniyor. Bu arada acıklı azaba uğrayan Hz. Lût’un soydaşlarına ilişkin hikâyenin yolu üzerinde Hz. İbrahim’e uğruyoruz, bereketlerle ve esenlikle donatılanların hikâyesi olan bu hikâyenin kısa bir bölümünü okuyoruz:
Hz. İbrahim hikâyesi ile Hz. Lût hikâyesi, vaktiyle yüce Allah’ın verdiği sözün iki karşıt kutbu ile gerçekleştiğinin somut örnekleridirler. Bilindiği gibi yüce Allah, Hz. Nuh’a şu sözü vermişti.
Bu sırada şöyle bir ses duyuldu; “Ey Nuh, sana ve yanındakilerden türeyecek ümmetlere sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız.”
Bu ayette sözü verilen “bereketler ve esenlik” Hz. İbrahim ile oğulları Hz. İshak’ın ve Hz. İsmail’in soylarında gerçekleşti. Hz. İshak’ın soyunda “Beni İsrail” kökénli peygamberler ve Hz. İsmail kolundan da peygamberlerin sonuncusu olan bizim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- geldi.